• Kuşkusuzluk bir hastalıktır!

    (Lütfen 2018de aynı başlıklı şu yazıya göz atınız: https://tinaztitiz.com/kuskusuzluk-bir-hastaliktir/)

    Justus F. von Liebig[1] (1803-1873) bir kimyacı. Minimum yasası[2] adı verilen ve 1828’de Carl Sprengel tarafından bulunan yasayı popüler hale getiren kişi. Özet şu: “Bir bitkinin büyümesi toplam kaynaklara değil, en eksik olana bağlıdır”.

    Sonraları, bu yasanın yalnız bitkilerle sınırlı olmadığı, toplumsal metabolizma ile de yakından ilişkili olduğu iddia edilmiştir[3].

    Şimdi bir sanal deney önerisi üzerine spekülasyon yapalım: “Kuşku” denilen duygu muhtelemen evrimin sonuçlarından -hediye diye okuyabiliriz- birisi. İlk defa karşılaştığı bir meyvayı yiyenlerin ya da güzel kürklü bir hayvanın öldürücü olup olmadığı yolunda deneyimi bulunmayan atamız Bay/Bayan Toplar Avcıoğlu kararsızlık içinde kalmışsa bu “kuşku”dur ve bu sayede hayatta kalabilecektir. Bu duygusu yeterince gelişmemiş atalarının ise bu şansa sahip olamadıklarını tahmin edebiliyoruz.

    Diğer bütün yetenekleri üstün olabilen çok sayıda insan (ve canlı) sadece kuşkusuzluk nedeniyle silinip yok olmuşlar, yalnızca kuşku duyabilenler kalmıştır. Bu süreç adaletsiz gibi görünebilir ama, Herr Liebig böyle düşünmüyor. Bir sonuç için gereken girdilerden hangisinin ne kadar kullanılacağına, o girdilerin ne kadar “mevcut oldukları” değil; bu girdilere ihtiyaç duyan canlının bünyesindeki “girdi bileşimi” karar vermekte; bünyenin yapısını koruyabilmek için, girdiler arası oranı sabit tutmaktadır.

    Bu önlem doğanın -yaratıcının- çok zekice bir çözümü olsa da, girdilerden birisinin gereken alt sınırın da altında olması halinde, bünyede tuhaflıklar çıkmasına yol açabiliyor. İnsan türünün fizyolojik ve duygusal ihtiyaçlarının tamamına yakını karşılansa da eksik olan birinin (mesela paylaşma duygusu gibi) ne gibi sorunlara yol açacağına sıkça rastlıyoruz.

    Evrimin bir yanı böyle işlerken, diğer yandan da başka şeyler oluyor. Örneğin, yaşam sürdürme –Sorun Çözme Kabiliyeti ve Beka Kabiliyeti ile eşanlamlıdır -için “kuşku” girdisini zaman içinde geliştiren evrim, bir yandan da sınırlı besin kaynakları karşısında, “kuşku”nun türevi durumundaki “düşünme” çok enerji harcayacağı için onu minimize etmeyi öğretmiştir.

    Böylece, yaşamı güvence altına almak için bir taraftan kuşku’yu geliştirirken, bir yandan da kuşku’dan enerji tasarrufu amacıyla, “ilk bulduğun cevaplara yapışmak” şeklindeki çözümü üretip bir optimizasyon yapmıştır.

    Bu “eniyileme” başlangıçta iyi işlese de zaman içinde bol yiyecek bulabilenler tarafından bozulmuş ve kuşku önlenemez biçimde genişleyerek çeşitli “bilim” dallarını ortaya çıkarmıştır.

    Besin bollaşması zıt bir etkiyi de beraberinde getirmiş; bir yandan besin bölüşümündeki adaletsizlikler nedeniyle giderek dağılım bozulmuş ve çoğunluk, düşünmeyi gerektiren kuşkudan iyice uzaklaşmış; diğer yandan besini fazla bulanlar da az bulabilenleri istihdam ederek (çeşitli kölelikler yoluyla) kuşkudan uzaklaşmıştır.

    Mesele bununla bitmemiş, bol besinli kuşkucuların (bilim insanları) saygınlıklarına öykünen kişiler, “kuşkusuz ama kuşkulu gibi” roller oynamayı öğrenmişlerdir. Günümüzdeki “bilim insanı ünvanlı ama kuşkusu az /yok” sınıf böyle ortaya çıkmış olmalıdır.

    Bütün bu karmaşık süreç sonunda toplumlarda kuşkusuzluk katmanları ortaya çıkıyor; ince bir dilim kuşkucular (bilim ve teknoloji üretenler), biraz daha kalın “kuşku taklitçileri” ve nihayet geniş bir “kuşkusuzlar” dilimi.

    Kuşkusuzluğun normalleşmesi!

    Toplum kalabalığı açısından en küçük dilim hariç tutulursa, toplumun büyük bölümünün -çeşitli düzeylerde- kuşkusuz olduğu kabul edilebilir görünüyor. İşte bu, kuşkusuzluğun normalleşmesi denilebilecek olguyu yaratıyor. Yaklaşık 4-5 milyon yıllık geçmişi olan evrilmişliğimizin damıtık bir ürünü olan “kuşku”, bir yandan son onbin yıllık tarım yoluyla azalan -nispi- besin kıtlığı ve diğer yandan da iletişim devriminin sonuçlarından birisi olan kültürel yozlaşma nedeniyle yaşamlarımızın temel taşı olma özelliğini kaybedip, küçük bir azınlık sayılabilecek “kuşkucu bilimciler”in bir özelliği olmaya sıkışıp kalmış durumda.

    Bu sıkışmışlık üç ayrı sorun üretti!

    Birincisi, her türlü fanatizmin üremesi için mükemmel bir ekosistem demek olan yaygın kuşkusuzluk ortamı. Herhangi bir varsayımı esas alan süzgeçler[4]sadece kendi doğru-iyi-güzellerine geçit verip gerisini yanlış-kötü-çirkin sayarak, selameti “diğerlerini yok etmekte” buluyor.

    İkinci sorun, kuşkusuzluk ekosisteminin, her tür değer sistemini ret eden, sadece kendi amaçlarını önemseyen istismar türlerinin ortaya çıkışını özendiriyor. Kavramların istismarı, kuralların (yasaların) istismarı, ahlak ve etiğin istismarı ve bileşik bir tür olan dinin istismarı gibi.

    Üçüncüsü ise, dar kuşku ortamı içinde oluşan “kuşku fanatizmi”. Deney ve gözleme dayanmayan her olguyu yok sayan, böylece kendi çevresine aşılmaz bir kibir duvarı ören bu fanatizm türü ile kuşkusuzluk içinde üremiş fanatizm türleri arasında sonuç itibariyle bir fark yok; ikisi de katı ve dışlaycı.

    Eh ne yapalım kaderimiz böyleymiş…

    Kuşkusuzluğun normalleşmesi olgusu bir değişmez olarak kabul edildiğinde “kader” yargısına katılmamak elde değil. Yok öyle değil de bu kaderi değiştirmek ya da en azından o yolda elinden gelenin en iyisini yapmak seçeneği benimsendiğinde bu defa biraz daha düşünmek gerekiyor.

    Kuşkusuzluk, beka kabiliyeti’ni dahi olumsuz etkiliyebilecek bir öğe ise, ilk yapılabilecek olan, söz konusu normalleşmenin farkına varılması; bunun propaganda veya kuşkusuzluk sonuçları ile alay edilerek[5] değil, kuşku’nun vazgeçilemezliğini –örneğin akıl-sezgi etkileşiminin[6] ancak kuşku yoluyla mümkün olabileceği– gösterilerek; bir yandan da kuşku kavramının antitezi gibi anlaşılagelen sezgi kavramının giderek deneysel ortamlara konu olduğu gerçeği[7] yollarıyla yapılabilir.

    Kuşkusuzluk yaygın ortamına yol açan nedenlerin başında, toplumun rol model olarak benimsediği –akademik unvan sahipleri, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar vb.- kişilerin -daima kuşkuyu esas alan küçük bir bölümü hariç- müthiş bir çoğaltıcı-büyütücü etkiye sahip iletişim ortamlarını kullanarak, hemen hiçbir sınır tanımadan yaptıkları yorumlar geliyor. Şöhret olgusunun bu pervasızlıkta başrolü oynadığı düşünülebilir; bir diğer neden kuşkusuzluk ortamının kendini besleyen etkisi, bir diğeri ise kesinlik yanlısı çoğunluğun beğenilerinin belirleyici etkisi olmalıdır.

    Bu denli kök salmış bir olgunun köklerine yönelik yaygın bir çaba olmaksızın tersine çevrilmesi güç görünüyor. Bu durumda “duruma özgü çözüm araçları” geliştirmek bir çözüm olabilir. Örneğin bir araç “tohumlama[8]” olabilir. Kullanılabilecek çok sayıda tohum fikrinden birisi “bir davranışın toplumsal değerler içinde ayıp ilan edilmesi”[9], bir diğeri “sosyal medyada hiçbir sınır tanımadan ard arda iddiaları sıralayıp bunlardan çarpıcı(!) sonuçlar çıkaran viral paylaşımlar”a karşı kullanılabilecek “kopuk zincir” tohumudur[10].

    Daha uzun vadeli olsa da en derin etki sağlayabilecek tohumlardan birisi de, kuşkusuzluğun kök nedenlerinden birisi olmaya aday “kavram dağarcığı fakirliği”ni azaltmaya yarayabilecek “dağarcığa kavram eklemek” tohumudur[11]. Toplumun ya da en azından bir kesim veya kişinin kavram dağarcığı zenginleştikçe, bir tıkayıcı süzgeç[12] rolü oynayarak tek doğrululuğa (kuşkusuzluk, fanatizm) yol açan kavramlar çeşitleneceği için süzgeç etkisinin azalması beklenebilir.

    Bütün bunlara karşın, süzgeç kavramlar konusunda halis olmayan niyetlerle çaba harcayan kişilerin girişimlerinin önlenmesi için sayılan çareler, özellikle de çocukluk çağlarında -bir çeşit bağışıklık öğesi olarak- “kuşku süzgeci” ile korunmak kadar etkili olamaz.

    Hayal midir bilinmez ama, bir Niels Bohr’un bu topraklarda da çıkıp “benden duyabileceğiniz tüm yargıları lütfen birer soru olarak anlayınız” diyerek, gerek gerçek kuşkucu bilim insanlarımızı daha aktif rol oynamaya, gerekse ikinci grupta olan kuşkucu rolü oynayanlardan küçük bir bölümünü de olsa uyanmaya ikna edebilir (mi?). Hatta ve hatta, bir ilahiyatçımızın çıkıp, “kuşkuya dayalı olmayan, sürekli merakının ardında -bir spiral boyunca- idrak peşinde koşmayan iman kendi kendini kandırmadır” demesi. Çok mu şey bekliyorum dersiniz?

    23 Ocak 2019

    [1] Bkz. http://bit.ly/2R6DxzH

    [2] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Law_of_the_Minimum ve https://goo.gl/zpL8w3

    [3] Bkz. https://www.bio.vu.nl/thb/research/bib/Troo2006.pdf

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-25d

    [5] Bkz. http://wp.me/a2t6mi-25B

    [6] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu. Akıl-sezgi etkileşimi dinde sorgulamayı mümkün ve de vazgeçilmez kılan tahkiki iman (https://goo.gl/61Rc93 Sah 71-72) kavramının da temeli olmaya değerde görünüyor.

    [7] Bkz. https://www.livescience.com/54825-scientists-measure-intuition.html

    [8] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-24T

    [9] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 420

    [10] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 425

    [11] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp No 4

    [12] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-25d

  • İkna olmaya hazır ve ikna etmekle görevli olanlar!

    Önce bir bayat fıkra: Yeni genel müdür ilk günkü gözlemlerinden sonra hemen bir duyuru yayımlar. Duyuru No 01: İşe geç kalan personel, mesai bitiminde çıkan personelle koridorlarda çarpışmaktadır. Dikkatli olunmasını rica ederim.

    Ertesi gün ikinci duyuru gelir; Duyuru No 02: İşten erken çıkan personel, sabah işe gelenlerle çarpışmaktadır, dikkatli olunması rica.

    Üçüncü gün ise şöyle bir bildiri; Duyuru No 03: Geç kalan ve erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için 02 nolu duyuru iptal edilmiştir.

    Gazete ve TV’lerdeki çeşitli konulardaki yorumlara dikkat ettikçe bir özelliğin daha çok farkına varır oldum: yazıp konuşanların büyük çoğunluğu, düşüncelerinden çok eminler; öylesine eminler ki, bu düşüncelere katılmayanlarla hakarete varan derecelerde alay edebiliyor, nasıl olup da bu denli açık(!) gerçeklere(!) karşın farklı düşüncelerde olabildiklerini anlamıyor, bunun olsa olsa zeka geriliği, genetik faşizm gibi tedavisi imkansız yerlerden kaynaklandığı sonucuna varıyorlar.

    İnternet ortamının daha kolay kullanılabilir olmasından mıdır nedir bilinmez, çeşitli iletişim gruplarındaki uzun yazışmalardaki durum daha da sert. “Doğru budur, bunun dışındaki doğru sahipleri eşektir!” eşdeğerliğinde yargılar havada uçuşuyor. Yargılarına destek olması için çeşitli ideolojilerin kalıplarını dile getirenler daha bir bilgiç; onlarda -kendi doğrularının dışındakilere- hiç tolerans yok.

    Doğrusu bunun tam bir analizini yapamıyorum, hangi meslek dalı yapabilir ondan da emin değilim. Yalnız anlayabildiğim, bu kişiliklerde bir “kolay ikna olma” özelliği var. Hatta çokluklarına bakılırsa, esas geride kalanlarda bir “kolay ikna olamamak” hastalığı olabilir.

    Bir küçük varsayımın dahi sonuçlarda ne büyük farklar yaratabildiğini, hele hele birkaç varsayım ardarda gelince “olmaz olmaz” diye bir kavram olamayacağını, söylenen bir cümlenin 5 kişiden aktarılınca ne acayiplikler doğabileceğini denemiş olanlar, bu kolay ikna olabilirlik özelliğine sahip kişilikler için tüm olayların, tek adımlık, doğrusal -ama yine de heyecan verici- birer açıklamasının mümkün olabileceğini kavrayacaklardır.

    Gerçekten bu özellik bir müsekkin kadar rahatlatıcıdır. Zihninde kuşku bulunmayan, kendine eğri görünen her şey için muhakkak bir “kim” -nadiren de kimler- sorusu üreten bir kişi, bu susuzluğunu gidermek için kendisine sunulan “gerçek”ler karşısında niçin dirensin ki!

    Bu tür bir kişiliğin -eğer genetik bir özellik filan değilse- kolektif bir çabanın sonucu olması daha akla yakın görünüyor; yani aile-okul-toplum-medya işbirliği gibi. Çünkü bu tür kişilikler -ilk anda sanılabileceği gibi- sadece sorgulamama (ezber) yönteminin yaygın olduğu din eğitimi yapılan okullardan değil, tamamen aksi kutuptaki kolej ve üniversitelerden mezun olmuş, üstüne üstlük akademik derece almış kişilerde de “çok” yaygın.

    TV’de üç kişilik bir oturum. Üçü de “düşüncelerinden son derece emin” kişiler. Her biri, söz sırası geldikçe, kibar, bilimsel görünüşlü bir jargon içinde, demokrasi ve insan haklarının nasıl gerçekleştirilebilecek iken niye olamadığını, hemen ne yapılarak ne olacağını ifade ediyor ve birbirlerine kanıt oluyorlar.

    Söyledikleri yapıldığında neler olabileceğini tahminde ise değme falcı ellerine su dökemez. Doğrusu insan bu kişileri dinledikçe bu denli açık gerçeklere niçin bir türlü ulaşamadığını düşünüp içten içe bir haset duymuyor da değil.

    Bu tür bir kişilik -en azından kendisi için- iyi olabilir. Çeşitli olasılıklar, sorular karşısında neyin niçin olduğunu aramaya, hele hele cevabını bilemediklerinin yaratacağı belirsizlikler altında kıvranmaya gerek bırakmayan bir netlik dünyadaki cennet sayılmaz mı?

    Sokaktaki insan karmaşık gerçeklerden hoşlanmaz. O da olur bu da olur gibisinden ifadeler sokak insanı nezdinde “kıvırmak”tır ve -özellikle de erkeklere- yakışmaz. Bir sorunun cevabı ya öyledir ya böyledir; bir şey ya siyah ya beyazdır.

    Ben bu tür kişiliklere, kolay ikna olabilirlik anlamında “kuşkusuzlar” diyorum.

    Bir de, “gerçekleri” başkalarına “tebliğ” etmeye, cahil, gafil ya da hain insanları doğru yollara çekmeye çalışan kişilikler var. Onlar kademeli bir ikna yolu ile başlayıp giderek sertleştirmeyi seçiyorlar. Önce rol model olarak, sonra telkinle, daha sonra tenbih (uyarı) yoluyla dayatarak, nihayetinde ise kötek ile “ikna”. Bunlara da “benimseticiler” adını taktım.

    Acaba bu iki kişilik tipi arasında bir ilişki, bir ortak nokta var mı; yoksa tamamen bağımsız kişilikler mi?

    Merak ettiğim ikinci nokta da, herhangi bir konuda benimseticilik ortaya çıktığında, tam aksi yönde bir başka benimseticiliğin ortaya çıkıp çıkmadığı; çıkıyorsa ne olup da çıktığı.

    Bunun cevabını düşüneduralım, birinci sorumun cevabını buldum galiba: Aslında benimseyici ve benimsetici diye iki ayrı kişilik yok. Bunlar aynı ve de aynı olmak zorunda. Çünkü benimsetici olabilmek için, tebliğ edilecek her ne ise onu “yürekten” (by heart=par coeur=ezber=sorgulamadan) benimsemiş olmanız gerekiyor. Bu ise benimseyiciliğin tam tanımı.

    Şimdi, niçin bu denli yoğun -ve çok yönlü- bir benimsetme ortamı var daha iyi anlaşılıyor. Çünkü çoğunluk benimseyici. Kendi doğrularından o denli eminler ki bu doğrularla başkalarının aydınlanamamış olmasını kabullenemiyorlar ve derece derece benimseticilik başlıyor.

    Şeytan konusunu işleyen filmlerde hep görürüz; şeytanla karşılaşan kişi haç gösterir ya da bir dua ederse şeytan bir anda taş kesilir.

    Benimseyiciler ve benimseticiler karşısında okunabilecek bir dua biliyorum: “öyle olduğunu nereden biliyorsun?”

    4 Mart 2008