• Hayvan gibi boğazlamak!

    İlginç bir tekrar

    Malatya’da meydana gelen misyoner vahşeti sonrasında, yerli ve daha az da olsa yabancı kişilerin beyanlarını okudukça sık tekrarlanan bir şey dikkatimi çekti. İşin ilginç yanı, bu kişilerin bir bölümünün -ki çok yakından biliyorum- çok içtenlikli birer hayvansever, hatta aktivist düzeyinde hayvan hakları savunucusu olduklarıdır.

    Dikkatimi çeken beyanlar yaklaşık olarak şu deseni içeriyordu: “……bu nasıl bir vahşettir ki insanları hayvan boğazlar gibi boğazlamışlar……”

    Bu, şu demek değil mi?

    Bu ifadeden net olarak anlaşılmak gereken iki şey şunlardır:

    1. İnsanlar hayvanlar gibi boğazlanmamalı; eğer öldürülecekseler daha uygun şekilde öldürülmeliler.
    2. Hayvanlar için boğazlanmak doğaldır, onlar öyle öldürülebilirler.

    Bu bir dil sürçmesi değildir

    Bu, çok genel kabul görmüş bir varsayımın sonucudur. Varsayım, insanlar için gerekli olan hakların hayvanlar için söz konusu olamayacağıdır. Çünkü:

    • Onlar insanlar gibi zeki değildir (çünkü alet yapamazlar),
    • Onlar insanlar için yaratılmışlardır, onlardan herhangi bir şekilde yararlanılabilir.
    • Yararlanma sırasında acı çekmezler, çünkü duyguları yoktur.
    • İnsan doğaya egemen olabilen tek yaratıktır, bu yüzden ona şerefli yaratık denilir.
    • Bunun aksini savunanlar içtenlikli değillerdir; onlar da et yerler, deri kemer takarlar vs.
    • Ve en önemlisi onlar bize benzemezler; köpek gibi yaltaklanırlar, kedi gibi nankördürler, yılan gibi sinsidirler, akbaba gibi leş yiyicidirler, solucan gibidirler vs.

    Ortak nokta ne?

    Bütün bu yargılar belirli bir kesimin değil büyük bir çoğunluğun ortak yargılarıdır. Bu çoğunluğun içinde kuşkusuz kansız duramayan psikopatlar olabilir, ama herhalde çoğunluğun çoğunluğu “normal” insanlardır. Yani, bir haksızlık karşısında öfkelenen, mazlum (tabii ki bir insan) karşısında hüzünlenen, fedakarlıkta bulunmaya hazır, çalmayan, çırpmayan, ahlaklı olmayı düstur edinmiş insanlar.

    İşte bütün bu büyük çoğunluk ortak olarak şunu demektedir: “bize benzemeyenlerin hakları söz konusu değildir, onlara acınabilir, kötü muameleden kaçınılabilir ama neticede birer insan olmadıkları için bizim yararlandığımız haklardan yararlanmaları söz konusu değildir“.

    İnsanlar 40 yıl önce daha dürüsttüler!

    1963 yılında siyahlara ilk hakların tanınması “söz konusu” olmadan önce, derisi farklı renkte olanların beyazlardan -ama tam beyaz, mesela sarı değil- farklı olduğu, genel kabul görüyor ve bu açık açık (dürüstçe) ifade ediliyordu. Sonradan bir mücadele ile siyahlar -görünürde- bazı haklar elde ettiler. Çok da işe yaradıkları alanlar olduğu için, bugün de onlara “katlanılıyor”.

    Ama hayvanlar öyle mi? Onlar iyiden iyiye farklılar

    Mesele ne kadar güçlü olunduğundadır.

    Siyahların beyazlara karşı kimi haklar elde edebilmesinin altında yatan temel öğe, hakların bir bütün olduğunun idraki değil, siyahların çeşitli yollarla ortaya koydukları “güç”tür. Eğer bunu beceremeselerdi bugün hala “zenciler ve köpeklerin giremeyeceği” yerler bulunacaktı.

    Peki ya hayvanlar da böyle bir güç ortaya koyarlarsa!

    Hayvanseverlerin umudu buradadır. Yapay zeka konusundaki çalışmalar sadece insanların değil hayvanların da işlerine yarayabilecek hale -insanlar ya da bizzat kendilerince- getirilebilir. Hayvanlara genel olarak atfedilen “akılsızlık” yakıştırması, çoğunluğu akılsız olan insan türünün bir yanılsamasıdır.

    Onların, insan alt-türlerinden çoğunun ortak tutumu olan eziyete karşı ses çıkarmayışları belki de bunun cezasını kendi kendimize vermemizi beklediklerindendir. Ve gerçekten de , akılsız alt-türlerin eylemlerinin ve diğer alt-türlerin de sessizlikleriyle onaylamaları sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma, kuraklık vb yollarla kendi cezamızı vermeye başlamış bulunuyoruz.

    Öyleyse böyle!

    Madem ki insan alt-türlerinin çoğunluğu farklılığı cezalandırma için yeter neden saymaktadır, bunu -doğru ya da eğri ama geçerli- bir defacto sosyal norm olarak görebiliriz.

    Ve görünce de ardından şu da geçerli hale gelir: Sadece deri rengi gibi biyolojik değil, herhangi kültürel bir farklılık da o farka sahip olmayanlarca cezalandırılabilir.

    Malatya, Trabzon ya da Hrant Dink cinayetlerinden yargılanacak olanların avukatları şöyle bir savunma yapsalar acaba ne diyebiliriz: “müvekkillerimiz, içinde bulundukları dünyanın ve özelde de ülkemizin defacto sosyal normu durumunda olan bana benzemeyenleri cezalandırırım değer yargısına uygun olarak hareket etmişler ve maktülleri hayvan gibi boğazlamışlardır; dolayısıyla herkesin yaptığının suç sayılamayacağı genel hukuk ilkesi nedeniyle suçsuzdurlar“.

    Haklar ve sorumluluklar bir bütündür.

    İnsan hakları, hayvan hakları, vs hakları diye bir ayrım olamaz. Tüm haklar bir bütündür. Bütünü oluşturan tüm öğeler insanı, hayvanı, bitkisi, canlı ve cansızı ile bir bütündür. Bu bütünün parçaları ayrılıp her hak diğerlerinden ayrıcalıklı yerlere koyulmaya başladığında tüm haklar için çözülme başlar.

    Ayrıca da tüm hakları birbirine bağlayan şey, her hakkın bir diğerine karşı sorumluluğudur.

    Sonuç

    Hayvanları boğazlanabilir görenleri, boğazlanabilir ötekiler olarak görenler göreceli olarak suçsuzdurlar.

    Hiçbir varlık boğazlanabilir değildir. Ama eğer boğazlamak karşı konulamaz bir ihtiyaç ise hayvan dostlarımız en son sırada gelmelidir.

    22 Nisan 2007, Pazar

  • Bisikletimi kırsam size ne? Peki hayvanımı!

    Bisikletimi alıp evimin kapısının önüne çıksam ve her parçasını un ufak edercesine -sanki işkence ediyor gibi- kırsam ve böylece bir kızgınlığımı çıkarsam. Ya da kızgınlık dürtüsüyle değil ama, mesela meraktan, tekerleklerinden birisini çıkarıp geri kalan tekeri üzerinde sürüklemeye çalışsam acaba gazetelere, TV’lere konu olur eleştirilir miyim?

    Kuşkusuz bu yaptığımın tuhaf olduğunu düşünenler olmasına karşın yine de çoğunluğun hükmü “kendi malı değil mi ne istese yapar” gibisinden olacaktır. Her ne kadar men-i israfat yasasına hafiften bir temas varsa da kanıtlamak isteyenler epey zorlanır. “Bisikletimin üzerinde sağlamlık testleri yapıyorum” ya da “yeni bir bisiklet paradigması geliştiriyorum” dendiğinde akan sular durabilir.

    Benzer işlemleri başka eşyalar üzerinde de deneyebilirim. Örneğin TV alıcısını parça parça etsem bırakın şikayet etmeyi, programları kime şikayet edeceğini bilemeyen vatandaşlardan büyük yardım dahi görebilirim. Benzer duygular herhangi bir mal için de geçerli olabilir.

    Kurban bayramı sırasında kesilecek hayvanlara işkence ettiği söylenen, görüntülenen hayır adayı sahiplerini eleştirmeyen kalmadı. AB yolunda bu ne rezaletmiş, yollar kan gölüne dönmüş, çocukların gözü önünde bu yapılır mı imiş ve daha onlarca yakınma nedeni.

    Bir de bunlardan sosyolojik genellemeler çıkarıp, niçin kan dökmeye bu denli meraklı olduğumuzu açıklayan çok bilmişler var. Bir bölüm açıklama uzmanı ise işi iyiden çığırından çıkarıp, kurban sahiplerine psikopat diyor. Adam kesmeye niyetlendiği danaya hakim olamayınca arka bacaklarını kesmiş ve öylece kaçmasına engel olmaya çalışıyor ama hayvan kesik ayaklarıyla yine de kaçmaya çalışıyor. Bu adama psikopat diyorlar.

    Kurban sahipleri arasında normal dağılım uyarınca kuşkusuz psikopatlar, vurdum duymazlar, işkenceciler vardır; istatistiksel olarak olmalıdır. Ama olaya serinkanlı bakılırsa çoğunluğun bunlardan ibaret olmadığını -ister istemez- kabul etmek zorundayız. Çoğunluk bir bankada memurdur, amirdir, bir özel şirkette satın alma görevlisidir, market sahibi ya da tezgahtarıdır. Yani aramızda saygın olarak yaşayan insanlardır, psikopat olsalardı birileri farkına varırlardı.

    Peki o zaman bu -vahşet, katliam, işkence filan denilen- neyin nesidir?

    Ben de biraz evvel kınadığım açıklamacı grubuna dahil olup bu olguyu anlamaya -tabii sonra da açıklamaya- çalıştığımda vardığım sonuç şudur: Kurban sahipleri o hayvanları bir bisiklet, TV alıcısı, banyo bataryası filan gibi görmekte, mülkiyetleri de tamamen kendilerine ait olduğu için istedikleri gibi davranmaktadırlar.

    Ayrıca, çoğunluğun -yani psikopatlar hariç- hayvanlara işkence etmek gibi bir niyeti de yoktur, sadece öleceğini farkeden hayvanların can kurtarma içgüdülerinin desteklediği hareketlilikle başa çıkamadıkları için bacaklarını kırıp sürüklemektedirler; aynen bisikletlerine acımadan tekerlerini kırdıkları gibi.

    Sorun, hayvanların da bir canı olduğunu, kesimin kimseye göstermeden, kanını ortaya dökmeden -eskiden ortaya dökülmez çukura akıtılırdı-, gözünü bağlayıp başını okşaya okşaya gırtlağını çabucak kesmek gerektiğini savunan insancıllardadır.

    Çünkü onlara her şeyin insanlar için olduğu, insanın tüm yaratıklar içinde en yücesi olduğu öğretilmiş, onlarda ezbere belledikleri bu dogmayı sorgulamayı akıl edemedikleri için doğru sanmaya devam etmişler, sıradan insanlarımız da onları yargılarına güvenilir sayarak taklit etmişlerdir. Her şey insana hizmet için varsa, aynen bisiklet, bahçe çapası ya da traktör motoru gibi istenilen muameleye tabi tutulabilir.

    Düşünmeyi, aşikar görünenleri sorgulamayı bir yorgunluk sayan (kafa yormak deyimine dikkat) sıradan insanımız bütünüyle mazurdur. Mazur olmayan geride kalan çok bilmişlerdir. Medyada her Allahın günü her konuda akıl veren, her şeyle istihza eden, sürekli olarak barıştan insanlıktan bahseden köşe yazarı, köşe konuşuru insanların konuşup yazdıklarına bakınız; buram buram androposentrik manyaklık koktuğunu göreceksiniz.

    Sorun bizzat “insan hakları” kavramındadır.

    Birkaç yıl evvelki bir yazımdan bir alıntı:

    ………… “İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.

    Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:

    “İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”

    Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.

    Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.

    Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.

    Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.

    Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir”!.

    İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.

    Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.

    Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”

    Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.

    Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?

    Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.

    “Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.

    Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!

    İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.

    İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.

    İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.

    Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler………

    Suçlular ayağa kalksın!

    Hayvanları insandan ayrılabilir bir “şey” sayma öğretisini sorgulamayan, sorgulamadığı dogmaları kendisini rol modeli kabul etmek “durumunda” bulunanlara -yazısıyla, tavrıyla, sözleriyle- empoze etme yetkisini kendinde görenlere denilebilecek pek bir şey yoktur. Hele onların dışındaki sürü ise tamamen mazurdur.

    Her şeyin bir ve bütün olduğunun farkına varanlar. Galiba bir onlar mazur değillerdir.

    Cumartesi, Ocak 22, 2005

     

  • Başıboş insanlar tehlike saçıyor !

    Önce bir okur mektubundan alıntılar:

    “Gözlem Gazetesinin Ağustos ’93 sayısındaki yazınızı büyük bir coşku ile okuduk (Belediye Başkanlarımıza Açık Mektup,T.T). Duygularımıza tercüman olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

    İzmir’e çok yakın bir tatil yöresindeki evimizde bir köpeğimiz vardı. Maalesef bu yörede son zamanlarda başıboş köpekler artmıştı. Bir sabah köpeğimiz eve döndükten sonra kasılarak yere yıkıldı ve zavallıyı veterinere yetiştirmemize rağmen kurtaramadık. Tasmalı, nüfus kağıtlı, aşıları tam olduğu halde, bu yörenin belediyesinin hiç habersiz yaptığı itlafa bizimki de kurban oldu. Yapılan otopside, kullanılmaması gereken striknin maddesi bulundu.

    Bu yazıyı diğer köpek sahiplerinin dikkatini çekmek için yayımlamanızı rica ederim.

    Şimdi başka bir köpeğimiz var. Boynunda belediyenin verdiği bir numara asılı. Eğer yukarıdaki gibi bir hadise tekrarlanırsa o belediyenin canına okuyacağız.

    Nilüfer/Güngör Altıkulaç- İzmir”

    “Başıboş hayvan” deyimi pek yaygındır. Aslında bu deyimi hayvanlar için değil başıboş insanlar için kullanmak çok daha doğrudur.

    Bir ara Bursa’da sahipsiz kedileri toplatıp fırında yakan bir belediye başkanı da “ne yapalım yani insanlar kudursunlar mı?” diyerek küçük aklıyla bir savunma yapmıştı.

    Bu tür bir kafa yapısı, mutlaka birilerinin ölmesi gerektiğini, insanlar öleceğine hayvanların ölmesinin daha doğru olduğunu savunan sapık zihniyetin çok sayıdaki temsilcilerinden yalnızca birisine aittir.

    Bu yaratıkların, kendilerine zarar verceğini düşündüğü her canlıyı ortadan kaldırabilecek tehlikede, Hitler’e rahmet okutacak birer cani olduklarına şüphe edilmemelidir.

    Bence başıboş hayvanlardan ziyade bu insanlar daha tehlikelidir ve mutlaka tecrit ve mümkünse tedavi edilmeye ihtiyaçları vardır.

    Çocuklarımıza (ve bir kısım büyüklere) canlı sevgisini öğreten hayvan dostlarımızı yakarak, vurarak, zehirleyerek yok eden bu canileri iyi tanımalı, bunlara verilebilecek en iyi cezanın onları seçmemek olduğunu bilmeliyiz.

    Önümüzde yerel seçimler var. Sırasıra adaylar karşımıza çıkıp neler yapacaklarını anlatıp oylarımızı isteyecekler. Lütfen bunlara, hayvanlar için ne düşündüklerini ve özellikle itlaf konusunda ne düşündüklerini sorunuz. Kerli ferli birçoğunun bu konuda ne denli caniyane niyetler taşıdığını dehşetle göreceksiniz.

    Başıboş insanlara dikkat. Esas onlar tehlike saçıyorlar, hayvanlar değil!