• İhracat Stratejisi Üzerine

    Tınaz Titiz         Dr.Necati Saygılı*

    Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: İhracat amaç değil araçtır. Amaç, toplumun (değer) ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.

    Bir şeyin (değer)i, ona sahip olmaktan doğan tüm hak ve çıkarların toplamı olarak tanımlanabilir. Katma değer ise, bir mal veya hizmet ürününü oluşturan girdiler –emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama gibi- içinde, pazarda nadir bulunan bir veya birkaç özelliğin bulunması nedeniyle, alıcıların –benzerlerine göre- daha yüksek fiyat ödemeye razı olmalarıdır.

    İnsanoğlu hangi uygarlık düzeyinde yaşarsa yaşasın, ihtiyaç ve isteklerinin karşılanması sorunu ile  yaşam boyu uğraşmak zorundadır. Bu, yaşamın her anında değer üretmek ve değişmek (takas, mübadele) demektir.

    Bu yolda kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan kişi, karşısındakilerden göreceli zeka, kurnazlık veya zorbalık üstünlüğüyle bu “değer değişimi” (mübadele) işleminde avantaj sağlamak ister. Yani, ihtiyacının (değer)inden daha az , yani daha az zaman + çaba + para + vd  harcamaya çalışır.

    Takas işlemine esneklik kazandırmak amacıyla oluşmuş pazar sisteminde kullanılan para, her ülke için standardize edilmiş (değer) olup, herhangi bir 1 birim para, o birimdeki paranın ne kadar emek, üzüm ya da “şey” almaya yeter olduğunun ölçüsüdür. Çeşitli ülkelerin 1’er birim paraları arasındaki eşdeğerlik ise:

    (a)    Değer üretme kabiliyetlerine ve

    (b)    Ürettikleri değerleri avantajla takas edebilme kabiliyetlerine

    bağlıdır.

    Değer üretebilme kabiliyeti, bir ülke toplumunun zekası, bilgisi, kültürü, yönetim kabiliyeti, kaynakları gibi faktörlere bağlı iken, üretilen bu değerleri takas edebilme kabiliyeti, bu faktörlere ilave olarak kurnazlıkzorbalık gibi ahlak ve/ya hukuk dışı faktörlerin de varlığına bağlıdır. Buna göre, yüksek değerli mal ve hizmet üretiyor olabilmek, ihtiyacı olan değerleri mutlaka avantajla takas edebilmesi anlamına gelmeyebilir.

    Bu nedenle, her toplumun, ürettiği değerlere kendince belirlediği değer ölçme birimine göre koyacağı “fiyat”lar pek bir anlam ifade etmez; (b)de anılan kabiliyeti yüksek olanın dikte edeceği bir değer ölçme birimine göre oluşacak fiyatlar geçerli olduğu gibi, satanın döviz ihtiyacı ya da satın alanın konjonktürel macburyetleri etkili olur.

    Gerek değer üretme, gerekse değer takas etmedeki başarı, bu süreçlerde ortaya çıkan sorunları çözebilme kabiliyetine, teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır.

    İthal etmek zorunda olduğumuz –örneğin- petrolün bedelini ödemek için genelde şu yollardan birisi kullanılır:

    –         Üreterek kazandığımız (değer)lerden bir miktarını vererek satın alacağımız döviz ile ya da

    –         (Değer)i söz konusu bedele eşdeğer olduğu, ithal edence kabul edilebilecek bir mal veya hizmet karşılığında, yani ihracat yoluyla.

    Alan ve satanın, her iki durumda da bu işlemlerden tek beklentisi vardır: Verdiği (değer)den daha fazlasını almak; en kötü durumda başabaş olmak. Bunun için akıl, kurnazlık ve sopa gibi etkili araçlar kullanılır.

    Herkesin bildiği bu ansiklopedik bilgilerin tekrarlanmasındaki amaç kimseye bir şeyler öğretmek gibi absürd bir amaç olmayıp, en derinde yerleşmiş olduğu için çoğu zaman gözden kaçmaya en yakın olabilen bilgilerin üzerine üfleyip tozları uçurmaktır.

    Türkiye’nin sorunu ihracat değil, yüksek katma değerli üretim ve ürettiği değerleri avantajla takas edebilmektir .

    Mal ve hizmet ithal ederek Türkiye’ye (değer) kazandırabilecek potansiyeldeki ülkelerin çoğu, fındık, aluminyum tencere, torna tezgahı ya da otomobil üretemedikleri için Türkiye’den ithalat yapmıyorlar. Türkiye, o mal / hizmetlerin o ülkelerdeki (değer)lerden – daha ucuz işçilik, daha az çevre duyarlılığı, sübvansiyonlar vbg görünmez girdilerle kazandığı rekabet gücü nedeniyle – daha düşük (değer)– yani döviz geliri karşılığında – ihraç ediyor da onun için.. Burada özellikle “fiyat” kavramı yerine (değer) kavramı kullanılmasının nedeni, “fiyat”ın aslında emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama öğelerinden oluşan değer’in bozulmuş bir gölgesi olması nedeniyledir.

    Böylece, Türkiye’den dışarı bir (değer) transferi oluyor. Halbuki bizim (değer) açığımız olduğu için transferin ters yönde olmasına ihtiyacımız var. Bir bakıma ihracat yapıp (değer) kazanmak amaçlanırken, ürünle birlikte (değer)de ihraç etmiş oluyoruz.

    Ama, mesela yüksek teknolojili silah (İsrail), domates tohumu (Hollanda) ya da banker (Belçika) ihraç eden bir ülke, gereğinden daha düşük bir bedel ödeyerek (değer) ithal etmiş oluyor. Ne ilginç bir matematik değil mi!

    Çünkü bu bir katma değer üretimi ve takası savaşıdır..

    Türkiye iki tür ülkeye ihracat yapabiliyor:

    (1)    İhtyacı olan (değer)leri üretemeyen ülkelere –ki bu, o ülkeler için ithalat bir zorunluktur-. Türkiye bu ülkelere ihracat yaparken az da olsa asılnda (değer) ithal etmiş olur.

    (2)    İhtiyacı olan (değer)leri üretebilen, ama o mal ve hizmetin üretim maliyetleri ile -yani söz konusu üretim için harcayacağı kaynaklar ile- üretebileceği alternatif değerler daha yüksek olduğu için, değer takas kabiliyeti daha düşük ülkelerden –daha düşük değerler karşılığında-  ithal edip, böylece hem mal ve hizmet hem de (değer) ithalini becerebilen ülkeler.

    Zengin ve gelişmiş ülkelere  Türkiye’nin ihracatı, ihraç edilen (değer)ler onların maliyetlerinden (değer) düşükse gerçekleşebiliyor.

    Bu nedenle de, nominal değeri yüksek olan TL, Türkiye’nin net değer kaybı anlamına geliyor.

    Görülüyor ki, ikinci sırada sayılan ülkelerle bir (değer) transferi savaşı yaşanıyor.

    Kim ürettiği ürünün maliyetini (-değer) azaltıp, satış fiyatını (+değer) artırabiliyor ve yine de hedef ülke maliyetlerinin altında kalabiliyorsa, Türkiye’ye bir (değer) katıyor.

    Böylece oluşan katma değer, düşük (değer) harcayıp yüksek (değer) üretebilmek anlamına geliyor.

    Bu ise, üretimin her türlü girdisinin maliyetini (-değer) artıran sorunları çözebildikçe katma değer’in artması demektir. Yani Katma Değer = Sorunlarını Çözebilme Kabiliyeti’ demektir.

    Katma Değeri düşük ihracat bir ölümcül sarmaldır..

    Bu açıklamalara göre salt ihracat artışı bir hedef olamaz. Düşük katma değerli ihracat, bir ülkenin çeşitli türde (değer)lerini, daha düşük (değer)ler karşılığında takas etmek demektir. Bu sürekli olduğu takdirde ise ölümcül sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Boraks ihraç ederken, o ülkelerin madeni işleyerek ürettikleri yüksek fiyatlı mamul –deterjanlarda kullanılan- Perborat’ı  ithal etmek gibi..

    Katma Değer’i kimler üretmeli?

    Genel ve o derecede basit kural, Katma Değer (KD) üretim sorumluluğunun her zaman, her yerde, herkesçe ve her bağlamda olduğudur. Örneğin:

    • İletişimde KD (değer iletişimi),
    • Bilgi KD:  Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management (6M) girdilerini birbirine bağlayan çekirdek element “bilgi”dir.  Bu 7nci element küçük olduğu takdirde diğer 6 element bir önem taşımıyor.
    • Güvenlik görevlisi ve KD: Korumakla yükümlü olduğu yere hırsız / uğursuz uğramaması, uğrarsa zarar verememesini en iyi yapabilecek beceri ve bilgiye sahip olunması.
    • Yönetim Kurulu Başkanı ve KD: Yönettiği kurumun kaynaklarını en az maliyet ve en çok etkililikte yönetebilme bilgi ve becerisine sahip olunması.

    İlk adımlar neler olabilir?

    Bu  hedefe giden yolun birinci adımı, insan nitelik dokumuzu geliştirmek, o ise –bir bölümü anlaşılabilir nedenlerle- uzun yıllardır sürdürdüğümüz “ideolojik eğitim”den “yaşam için eğitim”e geçişi mümkün kılabilecek öğrenme devrimi yoluyla olabilir. Daha da somut başlangıç noktası arayanlar içinse bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com.

    Paralel bir adım ise, KD üretiminden sorumlu olmayan hiç bir yurttaş olmamasıdır. Bir başka deyişle KD üretimi belirli bir sınıfın değil, tüm yurttaşların –kendilerinin ve gelecek nesillerinin- varlıklarını sürdürebilmeleri için  zorunlu işlevleridir. Japon ulusu, benzer bir atılımı Kalite Çemberi ve KAISEN kavramlarıyla gerçekleştirmiştir.

    Bu iki adımı sarmalayan ise bu konudaki vizyon olacaktır.

    Değer üretimi -ihracatı da kapsar- için vizyon önerileri..

    Tüm nüfusu sarmalayan böylesi bir vizyon, bir kişi ya da kurumun işi olamaz. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği kuşkusuz güç ama mümkün bir iştir. Ama ilk adım, bundan daha önemli çok az işimizin olduğunun takdiridir. Birkaç örnek şunlar olabilir:

    • Cumhuriyet’in kuruluşunun 100ncü yılında, toplumsal rekabet gücü’nün bir ölçüsü olan Rekabet Gücü Endeksi ve İnsani Gelişme Endeksleri’nde ilk 10 sıra içinde yer almak.”
    • Ya da da daha sembolik bir deyişle “100. yıl’a kadar, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştiren eğitim sistemini yürürlüğü koyarak sorunlarının çözümü için kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir sorun çözme kabiliyeti düzeyine sahip bir toplumsal yapıya erişmek”.
    • Türkiye’nin her ithal ettiği mal ve hizmeti, -gelişmiş ülkelerin yapabildii gibi- kendsine değer kazandıran bir sürece dönüştürmek.
    • Bu bağlamda çeşitli ifadeler geliştirilebilir; ama işin özü, “rakiplerimizle yarışabilecek düzeyde katma değer üretebilecek bir sorun çözebilirliğe erişmek”tir.

    Değer Takas Kabiliyeti artırılabilir mi, nasıl?

    Günümüzün –ve görünür gelecekteki- dünyanın tüm toplumları, peşinde oldukları refah ve mutluluklarını artırma amacına erişmek için –farklı düzeylerde farkına varmış olsalar da-, değer üretimine yönelmiş görünüyorlar.

    Sorun sadece bununla sınırlı olarak anlaşıldığı takdirde, bu defa da başka bir tehdit ortaya çıkmakta. Bu, üretilen değerlerin avantajla takas edilebilmesi için gereken, Koz Yönetimi beceri düzeyinin düşük olabilmesidir. Bu durumda üretilen değerler, onu üreten toplumlar için birer tasallut vesilesine dönüşmektedir. Petrol gibi doğal bir değer kaynağı, ona sahip olan ülkelerin –çoğunun- başına böylece dert olabilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu Güneydoğu’daki katı petrol ve bor rezervlerinin benzer birer tehdite dönüşmesinin altında yatan kök neden, sözü edilen bu Koz Yönetimi becerisi yetersizliğidir.

    Buna göre, sorun çerçevesi hem değer üretimi ve hem de üretilen değerleri avantajla takas edebilmek için koz yönetimi becerimizin yetersizliği olarak tanımlanmalı ve yetersizliğe yol açan kök nedenler üzerine eğilinmelidir. Hemen işaret edilmesi gereken nokta, koz yönetimi becerisi yetersizliği, onu da içeren daha büyük bir kümenin, yani Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğinin bir parçasıdır. (Bkz. Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler, http://www.pegem.net).

    12 Şubat 2013

    (*) Bu yazı, 14 Ocak 2013 tarihinde yazılan yazı üzerinde, Sn. Necati Saygılı’nın katkılarıyla geliştirilerek revize edilmiştir.

  • Ortak Akıl için yap ve yapmalar..

    Dikkat çukur var, adımlarınıza dikkat!

    Son yılların en çok kullanılan deyimlerinden Ortak Akıl, her sık kullanılan terim gibi, “anlam derinliğini kaybetme” riski taşıyor. Kavramları tanımlamadan kullanma yaygın alışkanlığı bu riskin önemli bir nedeni.

    Bir akıl, bir diğer kişinin aklı ile nasıl ortaklaştırılabilir?

    İki kişi arasındaki bu ortaklaştırma sürecinin işleyişi tam açıklığa kavuşursa, çok sayıda kişi arasındaki akıl ortaklaşım süreci de gerçekleşebilir.

    Bu amaçla bir dizi yap ve yapma üretilebilir. Şöyle:

    • Ortak Akıl (OA) kişilerin tek tek fikirlerini ifade etmeleri değildir.
    • OA’ın eğer sadece tek vazgeçilmez koşulu varsa o da “yargıların askıya alınması” (deferred judgement) yoluyla, “etkileşim” (interaction) için uygun bir ortam yaratılmasıdır.
    • Buna göre, bir grup insan (örn. bir yönetim kurulu, bir gönüllü grubu, banka soymayı planlayan çete ya da egzersiz için beyin fırtınası yapmak isteyen bir grup), tek tek fikirlerini söyleseler bir etkinlikte bulunmuş olurlar; fakat bu bir OA oluşturmaz.
    • OA çalışmalarına katılacakların “değer iletişimi” kavramını iyice özümsemiş olmaları , ifade ettikleri her bir sözcüğe, “etkileşim içinde olduğu kişilerin işlerine yarayacak” bir değer yüklemeleri gerekir.
    • “Değer” yüklenmemiş sözcükler, sosyalleşme sağlayabilir, sevgi-saygı bağlarını güçlendirebilir, boşanmaları azaltıp kilo vermeye yarayabilir, rekâketi önleyebilir ve daha onlarca yarar sağlayabilir, ama OA üretimine hiç katkısı olmaz; ayrıca OA üretmek üzere bir araya gelenlerin zamanlarını öldürür.
    • OA üretme süreci, mutlaka doğru soru  usullerine göre sorulmuş bir veya birkaç soru çevresinde şekillendirilmeli ve yönetilmelidir. Bu süreçte:
      • Yaşam hikayesini anlatmak isteyen olabilir,
      • Kimseye dökemediği veya herkese döktüğü dertlerini bir de OA toplantısına dökmek isteyen olabilir,
      • Sempati ve antipatilerini dile getirmek isteyen olabilir,
      • Bilgi düzeyini göstermek isteyen olabilir ve
      • Sürece katkıda bulunmak isteyenler de araya karışmış olabilir.

      Sürecin yaratıcılığını ve verimini olumsuz etkileyebilecek bu tür girişimlere fırsat verilmemelidir.

    • OA bir soft teknolojidir. Tüm teknolojilerde olduğu gibi, koşullarının dışına çıkıldığında istenilen çıktıları üretemez.
    • Bilgisayarlar için söylenmiş bir söz, (bilgisayar = ortak akıl) dönüşümü yapılarak aynen kullanılabilir: “Zamanı verimsiz kullanmanın çeşitli yolları bulunabilir; bilgisayar kullanmak şart değildir!”

    12 Ocak 2013

  • Sorunlarımız ve Dil Kullanımı

    Bir TV haberi..

    Konuyu daha kolay irdeleyebilmek için önce bir haber.. 16 Ocak 2001 05.33’de Marmara Denizi’nde meydana gelen deprem ile ilgili NTV haberi:

    «Bu sabah 5.33 civarında, Marmara Denizinde Kartal açıklarında 4.2 şiddetinde bir deprem olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Profesör Doktor Ahmet Mete Işıkara’dan alınan bilgiye göre, halkımızın herhangi bir galeyana kapılmasına gerek olmayıp dikkatli olması önerilmektedir….»

    Bu haberle eşzamanlı olarak bazı diğer radyo ve TV’ler de benzer cümlelerle aynı haberi geçtiler. Dolayısıyla, verilen örnek yalnız bir istasyonla ilgili olmayıp geneldir.

    Haberdeki, “5.33 civarında”, “depremin şiddeti” ve “galeyana gerek olmaması” ifadelerinin doğrularının, “5.33te ya da 5.30 civarında”, “depremin büyüklüğü” ve “telaş edilmemesi” olduğu ise bu yazının amaçları açısından ikincil önemdedir.

    20 milyon civarında insanın yaşadığı Marmara bölgesinde meydana gelen ve geçmişi nedeniyle bütün bu insanları –ve yakınlarını- birinci derecede ilgilendiren bu önemli olayda merak edilen iki konu, (1) depremin merkez üssü, (2) öncü deprem özellikleri gösterip göstermediği idi. Yukarıya alınan haberdeki laf kalabalığı –rasathanenin bağlı bulunduğu yerler, haber kaynağının tam akademik ünvanlanları ve göbek adı dahil tüm adları, telaşa mahal olmadığı, dikkatli olunması gerektiği– içinde bunlardan sadece ilkine cevap  verilmekte, buna karşılık kimseyi ilgilendirmeyen, hatta ayrıntı bile sayılamayacak bilgiler –o da şiddet gibi yanlış olarak- doldurulmaktadır.

    Bu, rastgele seçilmiş bir haber olmakla birlikte, yayıncılık anlayışı, dili, ciddiyeti gibi açılardan ülkemiz düzeyinin çizgi üstü kuruluşlarından birisi aracılığıyla verildiği için, değinilecek problem açısından genelleştirilebilir niteliktedir.

    Bu giriş kullanılarak değinilmek istenilen konu, “dilimizin bir ifade aracı olarak kullanılamayışı ve bu nedenle de bir sorun çözme aracı olmak bir yana, sorun üretimine yol açtığı”dır.

    Her araç işlevlerini, belirli maddeleri değişime uğratarak yapar. Dil de bir ifade ve dolayısıyla sorun çözme aracıdır ve değişime uğrattığı şey de “bilgi”dir.

    Yeni konuşmaya başlayan bir çocuk bile, dil aracını –biraz komik biçimde de olsa- kullanarak örneğin “baba attâ ditti” derken, “babanın bir süre önce orada olduğu” bilgisini değişikliğe uğratmakta, bir bilgi katma değeri üretmektedir.

    Bebenin dili ne denli etkili kullandığı, söylediklerinin hiçbirisinin gereksiz olmayıp 3 sözcükle en yüksek katma değeri üretebildiği; buna karşılık örnekteki deprem haberinin ise bilgi katma değeri açısından ne denli zayıf olduğu üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Özellikle de dilimizi sonradan öğrenmiş yabancıların –kuşkusuz her yabancı toplum için değil- Türkçeyi ne denli etkili kullanabildiklerine dikkat edilirse, becerinin bizim bebeklerimize ait olmadığı, söz konusu beceriksizliğin erişkinlerimizin bir sorunu olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.

    İlk soru: Bu önemli midir, ya da ne kadar?

    Bu noktada sorulması gereken soru, erişkinlerimizin –ve doğal olarak bebekliğini koruyamayan çocuk ve gençlerimizin- bilgi katma değeri üretmedeki bu yetersizliklerinin ne denli önemsenmesi gerektiğidir. Acaba bu bir belâgat eksiği olarak mı kalır, yoksa mal ve hizmet ürünlerimizin rekabet güçlerini azaltacak, hattâ toplumumuzun varlığını sürdürmedeki şansını azaltmaya kadar gidebilecek ölümcül bir tehdide mi dönüşür?

    Bu sorunun yanıtı, bugünün acımasız rekabet düzeninde varlığını sürdürebilmenin olmazsa olmaz koşulunda gizlidir: Bu koşul, bir toplumun –ve tabii ki bireylerinin- ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içindeki bilgi katma değerinin, yarıştığı toplumlara göre makûl düzeyde –mümkünse daha yüksek- olmasıdır. Bu yarışımı acımasız yapan ise, dünyanın herhangi bir yerindeki bir topluluğun, hiç kimseden izin almadan, hiç kimseye haber vermeden daha yüksek bilgi katma değeri üretebilmesi olasılığıdır. Bu durumda, belirli bir refah düzeyini sürdürmekte olan bir toplum ne olduğunu bile anlamadan onu kaybetmekte, işsizliğe, açlığa mahkûm olabilmektedir.

    1900’lerin başından bu yana, ürünlerin içine gömülü bulunan insan, malzeme, makine, para, yönetim ve pazarlama[1] öğeleri daima “bilgi çekirdeği” denilebilecek bir ana öğenin çevresine dizimişliklerini korumuşlardır. Ama bir farkla: bilgi çekirdeği giderek büyümüş, diğer 6 öğe göreceli önemlerini giderek kaybetmiştir.

    Günümüzün rekabet gücü ise artık bilgi çekirdeği ne denli büyük mal veya hizmet üretildiği ile değil, bu çekirdeğe ne ölçüde katma değer eklenebildiği ile ölçülmektedir. İşte bu nedenle, son derece yüksek teknoloji ürünlerini üreten –Çin gibi- ülkeler bilgi çekirdeğine katma değer ekleyemezken[2], örneğin tarım ürünü üreten bir toplum ise –İsrail gibi- tarım ürünlerine daha büyük bilgi katma değeri ekleyebildiği için daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilmektedir. Büyütmek için: http://bit.ly/Wxk2gI

    Benzer örnek Türkiye için de verilebilir. F-16 uçakları gibi son derece gelişkin teknoloji ürünlerini bilgi katma değeri eklemeden üreten Türkiye ile, çok daha basit mal (ve hizmetlere[3]) sürekli olarak bilgi katma değeri ekleyebilen Singapur’un rekabet güçleri mukayese edilebilecek gibi değildir[4].

    Bu kısa irdelemeden görülebileceği gibi artık günümüzün kritik sorunu, her ne üretiliyorsa onun içine ne ölçüde bilgi katılabildiğidir. Bilgi katma değeri üretemeyenler işlerin yükünü, kirliliğini, riskini taşımakta; katma değer üretebilenler ise net yararlar elde etmektedir.

    Bu basit yargı, bilgiye erişme, bilgi üretme, bilgi işleme, bilgi depoloma gibi açılardan son derece önemli bir stratejik yol göstericiyi ortaya koymaktadır: Artık herhangi bir bilginin üretimi değil, rakiplerinizin ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içine gömdükleri bilginin üzerine eklenebilecek bilgilerin üretilmesi, işlenmesi, depolonması, dağıtılması önem taşımaktadır.

    Birer ansiklopedi gibi içine bilgi doldurulmuş, belirli testleri bir makine hızında yanıtlayabilen çocuk ve gençler bu anlamda bir değer taşımamakta, bu tür insanların yetiştirilmesi için harcanan bütçeler ne denli artırılırsa artırılsın toplumların rekabet güçlerine, dolayısıyla da refah düzeylerine etki yapamamaktadırlar. Türkiye’de milli eğitime ayrılan bütçe paylarının düşüklüğünün, eğitimdeki geri kalmışlığın  başlıca  nedeni olarak sürekli gösterilmesinin doğru bir tanı olmadığı görülmektedir.

    Bu noktada ikinci soru gündeme gelmektedir.

    Bilgi Katma Değeri nasıl üretilir?

    Bilgi üretimi ile bilgi katma değeri üretimi ilk anda eşdeğer süreçler gibi görünebilir. Bilgi herhangi bir alanda herhangi bir hızda üretilebilir,  dağıtılabilir, işlenebilir.

    Herhangi bir durumdaki olasılıkları yarıya inderen bilgi, 1-bit’lik olarak ölçülendirilir.

    Bu tanıma göre, filanca mankenin aşk yaşamı, üzerinde bilgi üretilebilecek bir alandır. Birileriyle çıkma kombinasyonları neredeyse sonsuz sayıda olan bir hatunun örneğin fişmanca işadamı ile basılması, enformatik açısından tam bir bilgidir. Böylece üretilen bilgi medya aracılığı ile yayılır ve kamuoyu bu bilgileri işler. Üretilen, yayılan ve işlenen bu bilgilere katma değer yapabilmek için söz konusu kişinin ortaya çıkmamış bir ilişkisi ya da bilinen ilişkilerinin ortaya çıkmamış bir yönü hakkında üretim yapılmalıdır. Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi bilgi üretmek nisbeten kolay, bilgi katma değeri üretebilmek ise daha güçtür.

    Fakat ne varki, bu durumda ne üretilen bilgi, ne de katma değeri toplumun refahını artırabilecek bir rekabet gücü artışına yol açamaz.

    Rekabet gücünde bir artışa, ancak rakiplerimizin üretip mal ve hizmet ürünleri içine yerleştirdikleri bilgilerde bir katma değer üretimi yapabilmemiz yol açabilir. Bir başka deyimle, hangi bilginin üretileceğine kendimiz değil, belki de hiç tanımadığımız rakipler karar vermekte, çıtayı onlar –ve de acımasızca- yukarılara yerleştirmektedirler.

    Şimdi soru tekrar sorulmalıdır: Ürettikleri mal ve hizmet ürünleri yoluyla bizim refah düzeyimizi belirleyen –hatta kontrol edebilen- rakiplerimizin üretmekte oldukları bilgi ve/ya bilgi katma değerlerine yeni katma değerler nasıl ekleyebiliriz?

    Bunun basit bir formülü yoktur. Ancak bir dizi koşul yerine getirilirse katma değer üretimi mümkün olabilir şöyle ki;

    (1)        “Bilgi” ve “bilgi katma değeri” kavramları hakkında zihinsel netliğe kavuşmak,

    (2)        Herhangi bir mal/hizmet ürünü üretmeye yaramayan, çocuk ve gençleri ayaklı ansiklopediler haline getirmeyi amaçlamış bilgi edindirme’nin yararsızlığını –ve zararlarını- farketmek,

    (3)        Mevcut bir ürüne katma değer ekleyebilme yolunun, o ürünün tasarımına, üretimine, bakım ve onarımına ya da kullanımına ilişkin tüm koşullandırıcı etkilerden kurtulmak olduğunun farkına varmak ve bunu sağlamak için ise;

    • “Zihinsel zincirler” denilebilecek ve tam özgür düşünebilmeyi engelleyen etkilerin farkına varmak, varılmasına yardımcı olmak,
    • Hiçbir doğrunun mutlak olamayacağını, tüm doğruların göreceli olduğunu farketmek,
    • Bu zihinsel özgürlüğü kısıtlama sonucu doğurabilecek her etkileyişin insan zihnine karşı işlenebilecek en önemli günah olduğunun bilincine varmak, vardırmak,

    (4)        İnsanın doğuştan var olan ve sonradan aile-okul-toplum üçlüsünce zayıflatılan –çoğu zaman da yokedilen- merakın, Tanrının en büyük nimeti olduğunu, merak sahibi bir insanın en güçlü yaşam destek aracına sahip olduğunun farkına varmak, özellikle çocukların merakını uyanık tutmak,

    (5)         “Ben zaten……” katil cümlesinden uzak durmak.

    Bunlar bilgi katma değeri üretmenin ön–koşullarıdır.

    Şimdi son soru sorulabilir: Merakı uyarılmış, zihinsel zincirlerinin farkına varıp onlardan kurtulma çabası gösteren, mutlak doğrulardan ve “ben zaten”lerden kurtulmuş bir kişi, hangi araçla bilgi katma değeri üretebilir?

    Bu araç (dil)dir, ya da (dilin kullanımı).

    Dilin bir katma değer üretimi “değer iletişimi[5]” adı verilen bir kavramla ilgilidir.

    Değer İletişimi!

    Ağızdan  ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir.  Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.

    İşte, erişkinlerimizin dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.

    Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık  izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.

    Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.

    Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya  çalışılarak üretilebilir.

    Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.

    Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.

    Salı, 16 Ocak 2001


    [1] 6M = Man, Material, Machine, Money, Management, Marketing

    [2]  Fason olarak üretilebilen ürünler ve böylece elde edilebilen sınırlı gelir kastediliyor.

    [3]  Singapur Hava Yolları’nın defalarca “yılın en iyi hava yolu” seçilmesi bir rastlantı değildir.

    [4]  IMD, World Competitiveness Yearbook, 1998, verilerine göre rekabet gücü açısından Singapur 1nci, Türkiye 40ncı sıradadır.

    [5] Value communication

  • Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak

    Bu basit söz ilk bakışta pek bir değer taşımaz gibi görünse de, “yaşamı birbirimize zorlaştırmak” gibi tersinden alınırsa, ortaya çıkabilecek türevlerin toplum yaşamını nasıl derinden ve yaygınlıkla etkileyebileceği kolayca anlaşılabilir.

    Taksi şoförü, ev kadını, öğretmen, erkek eş, üst veya alt kat komşusu, apartman görevlisi, Türk, Kürt, sünni veya alevi müslüman, agnostik ve daha onlarca yüzlerce insan tipi ve bunlardan oluşan kurumlar, kesimler.. Bunların birbirlerine çıkarabilecekleri güçlüklerin kombinasyonu bir arada yaşamı bir cehenneme çevirmez mi?

    Bu varsayımsal bir durumdur. Yani, sayılan ve burada sayılmayan tüm kişiler ve bunların üst oluşumları birbirlerine yaşamı güçleştirme kararı verecekler, sonra da bu kararlarını gerçekleştirebilecek yollar icat edip uygulayacaklar. Bu pek gerçekçi bir senaryo değildir.

    Gerçekçi senaryo hangisi?

    Gerçekçi olan, başlangıçta küçük bir nüfus ve birbirlerine daha çok saygı duyan bir topluluğun, zaman içinde kalabalıklaşması, bir yandan da çıkar, kin, ahmaklık, cehalet gibi çeşitli nedenlerle hayatı birbirleri için yavaş yavaş (tedricen) zorlaştırır davranışlar içine girmeleri ve daha da beteri toplumdaki aydın kesimin bu sürecin farkına varıp gerekli önlemleri almayı ihmal etmesidir.

    Bu durumda çoğu kimse bu yavaş gelişen sürecin rahatsız ediciliğinin farkına varamayabilir ve olanları “normal” kabul etmeye başlar. Cehennemin giriş kapısı burasıdır (zaten tek kapı vardır).

    Kritik bir soru: Yaşam güçleştirme yollarının yapı taşları var mı, neler?

    Aydın kesim olarak adlandırdığım insanlar -mesela ki- bir araya gelseler ve bu duruma çözüm arayacak olsalar, her bir güçlük kombinasyonunun nasıl ortadan kaldırılabileceğini tartışmaya başlasalar, herhalde kısa bir süre içinde bu denli çok sayıda zorlaştırıcıyla başa çıkmaya çalışmak yerine, bunların yapı taşlarını bulup onları ortadan kaldırmayı düşüneceklerdir.

    Acaba bu durumda bulunabilecek yapı taşları neler olabilir? Aklıma gelenler şöyle:

    1.     Toplu yaşamı kolaylaştırma görevi olan:

    a.      Kural koyma yetkisine sahip genel ve yerel idarelerin yaşam kolaylaştırma kavramını:

    i.      Merak etmeyişleri nedeniyle

    ii.     Uyaranları dikkate almayışları nedeniyle

    doğan güçlükler,

    b.     Hangi konuların, toplum yaşamının bütününü zincirleme olarak güçleştirdiği konusunun toplum gündemine hiç gelmemiş oluşu nedeniyle doğan yaşam güçleştirmeler[1].

    2.     Değer İletişimi ilkesine uymamak nedeniyle:

    a.      Zaman kaybettirme yoluyla yaşam güçleştirme, (örnek için tıklayınız)

    b.     Yanlış anlamalar nedeniyle yeni sorunlar üretilmesine yol açarak güçleştirme.

    3.     Sırasına / payına / hakkına razı olmamak nedeniyle:

    a.      Başkalarına da örnek oluşturarak bir çığ etkisinin oluşması yoluyla hem kendine hem başkasına güçleştirme,

    b.     Türünü sürdürme temel amacının gereği olan “dayanışma”yı bozarak güçleştirme.

    Bunlardan başka yaşam güçleştirme elementleri de bulunabilir. Ama ilave elementler de bulunsa, insan nitelik dokusu‘nu oluşturan ahlak, zihinsel yetiler, bilgi-beceri, ruhsal sağlık dörtlüsünün tüm yaşam kolaylaştırma ya da güçleştirme türlerini üretebileceği görülebilir.

    Bu konuda nelerin yapılabileceği konusunda hemen herkes çeşitli önlemler düşünebilir. Yeter ki toplumumuzun kavram dağarcığına, “yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir kavram girsin. Kararlarıyla geniş kitlelerin yaşamlarını etkileyen kurumlar bu yeni kavramla çevrelerine çok farklı bakmaya başlayacaklardır, buna eminim.

    29 Mart 12 Perşembe

    [1] Örneğin kentlerde sokak adlandırma, işaretleme, bina numaralandırma ve işaretleme gibi konular, yaşam güçleştirici süreçlerin kök noktalarından birisidir (Bkz. bir örnek)