• Bilim yandaşlarına açık mektup..

    İçinde boğulduğumuz sorunlarla başa çıkabilme yolunun bilim olduğuna inanmış bilim yandaşı dostlarım,

    Size bu mektubu, bilimi toplum yaşamında bir yol gösterici kılma yolundaki çabalarınıza katkıda bulunabilme amacıyla yazıyorum.

    Toplumumuzu oluşturan bireylerin zihinsel kabiliyetleri ve bilgi-beceri düzeyleri kuşkusuz geniş bir alana dağılmıştır. Dolayısıyla da “bilimi gerçek bir yol gösterici kılmak” amacı, dağınık bir yeterlikler uzayında pek kolay gerçekleştirilebilir görünmüyor.

    Bu güçlüğün, az sayıda “temel yol gösterici ilke“nin belirlenip, bunların da çeşitli toplum kesimlerinin yeterlik düzeyleri ve ilgi alanlarına göre yaygınlaştırılmasıyla önemli ölçüde aşılabileceğini -daha doğrusu eğer aşılabilecekse ancak bu yolla mümkün olabileceğini- düşünüyorum.

    Nitekim, yüksek düzeyli sembolizasyonlar kümesi olan dinlerin yaygınlaştırılmasında da benzer bir yöntem -örneğin on emir- kullanılmaktadır.

    Bilim bağlamında bu “az sayıda temel yol gösterici ilke“nin neler olabileceği konusu bilim dünyasının işidir. Ama bu ilkelerin kullanıcılarının neredeyse tamamı bilim dünyası dışındadır. Bu nedenle de ilkelerin, bu ihtiyaç sahiplerinin gereksinimlerine dikkat edilerek formüle edilmesi doğru bir yaklaşım gibi görünüyor.

    Bu basit düşüncenin ışığı altında, küçük bir çalışma grubunca formüle edilmiş bir “temel yol gösterici ilkeler” önerisini sizin dikkatinize getirmeyi düşündüm.

    Sizlerden ricam -eğer bu yaklaşımı benimser iseniz-, bu ilkelerin ya da daha geliştirilmiş biçimlerinin toplum kesimlerine yaygınlaştırılması, daha da doğru bir deyimle “yaşam pratikleri içine sokulması” yolunda imkânlarınızı harekete geçirmenizdir.

    Bunu yap(a)madığımız takdirde, çok çok küçük bir bilim insanları grubu ile, toplumun çok büyük bir kesimi arasında -aynen şimdi olduğu gibi- hiçbir anlamlı ilişki kalmayacak, geniş kesimlerdeki insanlar akıl dışılık araçlarıyla yaşamlarını kolaylaştırmaya, sürdürmeye devam edeceklerdir. Büyücü ve benzer meslek sahipleri bu anlamda sorunun kaynaklarını göstermesi açısından yararlı bir işlev yapmaktadırlar. Bilimin yaşam kolaylaştırıcı pratiklerinden nasibini alamayan sıradan insanlar büyücülere yöneliyor. Bugüne kadarki pratiğin özeti de zaten bu olmuştur.

    Bilim özgün (yerel) sorunların açıklanması ve çözülmesiyle ilgilenmedikçe ve de o sorunlara muhatap durumdaki kesimleri ilgilendiremedikçe, yayın sıralamasında birinci sıraya çıksa da bu ancak, bu toplumun kaynaklarıyla başka toplumların özgün sorunlarına katkı yapılıyor demek olacaktır. Bilim insanlarının bu yalın gerçeği görebilmesi gerekiyor.

    Sözünü ettiğim küçük çalışma grubunun, geliştirilmek amacıyla önerdiği “temel yol gösterici ilkeler”i dikkatinize sunarım. Saygılarımla.

    (“Eğer insanlarımızın bilim hakkında ~10 şey bilmesi “iyi” olsaydı bunlar neler olurdu?” sorusuna verilen yanıtların derlemesi.. 08.07.2009)

    A.    Kendini bilmek

    (1)Kendi beden ve ruh bütününün yapısı ve ihtiyaçlarının bilinci.

    (Beden ve ruh bütünü ile o bütüne verilmiş olan ömrün kullanım aracı olan zamanın, evrenin bir modeli olduğunun; bütün zenginlikleri içinde barındırdığının; beden, ruh ve zaman iyi kullanılabildiği takdirde bir  maddi ve manevi zenginlik sağlama aracı olduğunun bilincinde olmak.)

    (2)Tüm varlıkların ortak özelliğinin yüksek öğrenebilme yeteneği olduğu bilinci.

    (İnsan –eğer öğrenmek isterse- çevresindeki en olmaz şeyleri dahi bu amacı yolunda kullanabilir.)

    B.    Görecelik

    Tek, değişmez ve nihai bir doğru ya da gerçeğin bulunmadığı; her şeyin -doğruluk/yanlışlık, iyilik/kötülük, güzellik/çirkinlik- kabul edilen referanslara göre değişebileceği bilinci.

    (Bu anlamda değişmeyeceği söylenebilecek tek doğru, olsa olsa, bilimin tahminleri ve hatta kendi yöntemlerinin ve yapısının zamanla değişebileceğidir. Olmaz olmaz. Her şey mümkündür.

    İnsanın algılayan ve anlam veren bir yaratık olduğu ve bu anlam vermede herkesin kullandığı ‘zemin’in doğal olarak farklı olduğu ve bu nedenle insanların farklı düşünce ve duygular içinde olmasının kaçınılmaz olduğu bilinci. )

    C.    Eko-sistem zinciri

    (1)Herşey, enerjinin bir şekle bürünmüş halidir. Nerede bir enerji varsa orada bir yaşam formu oluşur.

    (Bütün bu formlar, birbirini kullanan bir zincir oluşturur. Bu ekolojik zincirden bir bakla dahi çıkarılsa zincir kopar; doğacak ardışık sonuçlar baklayı koparanı da yok eder. Kısacası, doğa kendine uymayanı eler.)

    (2)Entropy yasası.

    Her şey düzensizliği artıracak şekilde gelişir. “Az çoktur (less is more)”, düzensizliği daha yavaş artırmanın çaresidir.

    (Bireysel yaşamdan, aile ve toplum yaşamına kadar uzanan geniş alandaki refah ve buna bağlı mutlulukların bir öğesi “az çoktur” ilkesi olabilir.

    Kişinin kendisi ve çevresinin –her türlü çevrenin- çıkarlarını, entropy’i en az artıracak şekilde  uzlaştırmasının en iyi yolu ise –kendine, başkasına ve hiçbir şeye- “zarar vermeme” ilkesidir.

    (3)Lavoisier yasası.

    (Yoktan var etmek Tanrıya mahsustur )

    D.    Değişim

    (1) Sistemler, değişimlere karşı dengelerini korumak eğilimindedir

    Canlı ya da cansız, bireysel ya da toplumsal tüm sistemler içinde bulundukları durumu değiştirebilecek etkilere karşı koyarlar.

    (2)Küçük değişimlerin etkileri çok büyük olabilir ya da “kelebek etkisi (butterfly effect)”

    E.    Sorun çözme

    (1) Nedensiz sonuç olmaz

    Her sonucun en az bir nedeni, o nedenlerin de en az birer nedenleri ve ilh. olabilir. Başlangıçta sonuç olan, bir süre sonra neden haline gelebilir ve böylece neden ile sonuç dönüşümlü olarak birbirlerini besleyebilirler. Sosyal olaylar genellikle böyle gelişirler ve neyin neden, neyin sonuç olduğu tartışmalı hale gelebilir.

    (2) Doğru sorular cevaplar için anahtardır.

    Sorunlar, onlar hakkında doğru sorular sorarak çözülebilir. Doğru sorular ise ancak dili iyi kullanarak tasarımlanabilir.

    (3) Sorunlar da maddeler gibi elementlerden oluşur. Bunun kimyasını bilmeksizin sorunlar çözülemez.

    Onlara ancak onlara yol açan nedenler ortadan kaldırılabilir; sorunlar çözülmedikçe, diğer sorunlarla birleşme yoluyla yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler; belirli koşullar altında geçerli olabilen çözümler, değişik koşullar altında çözüm olmayabilir, hatta yeni sorunlar yaratabilirler)

    (4) Yalnızca bir tane desteklenmemiş varsayımla dahi kanıtlanamayacak hiçbir şey yoktur.

    (Peşpeşe dizili birkaç varsayımla ise akla gelebilecek tüm senaryolar mümkün hale gelir)

    (5) Liebig’in minimum yasası

    (Bir organizmanın sağlıklı yaşaması için gereken girdilerden en eksik olan, eksik olmayan diğerlerinin ne kadarlarının kullanılabileceğini belirler.)

    (6) Zihinsel duruluk

    Bedensel temizlik kadar önemlidir, hattâ daha da önemlidir. Bilgiçlik uğruna belleği, birbiriyle bağlantısı zayıf ya da yapay ve de sorgulama dışı bırakılması koşullandırılan bilgilerle yüklemek, bu büyük hediyeye karşı işlenebilecek bir suç ve günahtır.

    F.     Birlikte yaşama

    (1) Aslolan özgürlüktür; müdahale (kısıtlama) ancak aklın yol göstericiliğinde ve toplumsal uzlaşı ile belirlenir.

    (2) Her bilinç düzeyindeki canlının yaşam hakları, daha bilinçli canlıların sorumluluğunu oluşturur.

  •  Bilim dostlarına çağrı..

    Bilim’in toplum yaşamımıza egemen kılınması” konusunda fikirleri alınması gerektiğini düşündüğüm değerli dostlarım,

    Bilim’in amacı:

    *      Bilmek (1),

    *      Çeşitli özel olguları birbirine bağlayan genel kanunlar bilgisi (2),

    *      Bilmemek ya da anlamamamak durumuna göre ayırdedici bilgiye sahip olmak (3),

    *      Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi (4),

    şeklinde yapılabilen tanımlar “bilinmeyenleri bilmeye çalışma çabası” olarak özetlenebilir.

    Kim(ler)in ne işine yarar?

    Her yaş, cinsiyet, eğitim, bilgi, bilinç düzeyindeki insanın, hangi işle uğraşırsa uğraşsın, hangi ahlâki düzeyde olursa olsun, gerek kendisi gerekse çevresindeki canlı ve cansız varlıklarla ilgili olarak her türlü amacına erişmek ve her türlü sorunu çözmek için kullanabileceği tek araçtır.

    Bu denli geniş bir alanda, hem de etkili olarak işe yarayabilen bir başka alet var mıdır bilinmez ama, bilim gerçekten de böyledir. Örneğin:

    *      Çok az eğitim görmüş bir ev kadını, eşinin çok kısıtlı geliri ile ailesinin beslenme, giyinme vb ihtiyaçlarını olabilecek en iyi şekilde giderebilmek için,

    *      Hiç eğitimsiz ve yaşamını yük taşıyarak sürdüren bir genç, bu işi sakatlanmadan ve daha az yorularak yapabilmek için,

    *      Bir öğretmen, öğrencilerinin doğal öğrenebilme yeteneklerini harekete geçirerek ezber yaptırmadan zevkle öğrenebilmelerini harekete geçirebilmek için,

    *      Bir iş insanı, güç koşullar altında batmadan işini sürdürebilmek için,

    *      Bir bilim insanı, kısıtlı mali kaynaklar altında kendi gelişimini sürdürebilmek ve içinde bulunduğu ortamların bilimden beklentilerini olabilecek en yüksek düzeyde karşılayabilmek için,

    *      Bir politikacı, toplumun popülist olabilen beklentileri ile yapılması gerekenler arasındaki dengeleri arayıp kurabilmesi için,

    *      Bir sivil toplum kuruluşu, toplumun fazlaca ihtiyaç duymadığı, ama gerçekte en çok gereksindiği bir hizmeti sunmanın yollarını bulabilmek için,

    sorular sormayı-ki çoğu zaman cevaplarını bildiğimizi zannettiğimiz soruları sormayız- ve de bulabildiği cevaplardan daha iyilerinin de olabileceğini içtenlikli olarak kabûl edebildiği zaman bilimden elle tutulur yararlar sağlamaya başlamış demektir.

    Bilim, her an doğru yönü gösteren bir pusula gibidir. Ne yapacağımızı söylemez ama, ne yapacağımızı içeren cevaplar bulabilmemizi sağlayan sorular sormamızı sağlar.

    Bu kadar yararlı bir alet toplumumuzda niçin yaygın kullanılmıyor?

    Çeşitli nedenleri olabilir. Ama önemlilerinden birisi -belki de başlıcası- bilim kültürümüz denilebilecek noktadadır. Anne ve babadan çocuğa, öğretmenden öğrenciye, patrondan çalışana, amirden memura nesilden nesile aktarılan sorun çözme kültürümüz, sorular sormaya, onların cevaplarını aramaya, onlardan kuşkulanıp daha iyilerini aramaya dayalı değildir.

    Bunun yerine -genellikle-, kalben güvendiğimiz -(İng) by heart, (Fr) par coeur, (Fars) ez-ber– kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını kişisel mal haline getirip benimseyerek o konudaki tek doğru olarak kabûl ederiz. Bu kalıplarımıza yöneltilen eleştirilerin kişiliğimize yapılan saldırılar olduğu ve aynı şekilde defedilmesi gerektiği bir karakter özelliğimiz haline gelmiştir.

    Bilimin niçin gelişmediğini ise, başkaca sorular soramadığımız için daima bu alana ayrılan kaynakların yetersizliğine atfederiz. Halbuki ayırdığımız kısıtlı da olsa kaynakların neye yaradığını “sorabilsek” sorunun kaynakta olmadığını, yetersiz kaynak ayırmanın sadece sonuçlardan birisi -ve belki de en az önemlisi- olduğu ortaya çıkacaktır.

    Bilimin başlıca aracı soru sormak, daha doğru sorular sorabilmek için çaba harcamaktır. Ama bu bizim için geçerli değildir.

    Bilim kültürümüz soru sormayı -ki birilerinin doğrularından kuşkulanmak demektir- menetmemişse dahi en azından caydırmıştır. Soru sormak, alınabilecek cevaplardan tatmin olmamak vakit kaybıdır, bozgunculuktur, bu da değilse kişisel saldırıdır. Bu yüzden soru sormak hoş karşılanmaz. Nitekim, en basitinden en ciddisine kadar sorun çözme toplantılarımızda “sormamız gereken en doğru sorular neler olabilir” şeklinde bir sağlam başlangıçtan başlanılmaz.

    Bunun yerine, belirlenmiş -ve muhtemelen cevabı da verilmiş- sorulardan başlanır ve bu cevapların onaylanması -kibarca bir üslûpla- beklenir. Katılımcıların kendilerini katkı yapıyor olarak hissetmeleri için de, precast cevaplarda kozmetik değişiklikler yapılmasına izin verilir, hattâ bu istenilir.

    İşte böylece soru sorabilme alışkanlıklarımız ve soru sorabilme becerilerimiz -buna bağlı olarak da cevap üretebilme becerilerimiz- körelmiştir. Bambaşka nedenler aranmakta ve bunlar bulunmaktadır. Yeni binalar yapımı, ünvanlar dağıtımı, yeni kurumlar kurulması vs vs..

    O halde ihtiyaç nedir ve giderilmesi için ne gibi yollar kullanılmalıdır?

    İnsanlarımızın ve kurumlarımızın içinde yaşadıkları sorunları çözmede en etkili araç olan bilim bu yalın anlamıyla kullanılamadığı sürece sorunlar giderek artmakta, sorunlar birbirleriyle birleşerek yeni sorun bileşikleri oluşturmaktadır.

    İhtiyaç, bilimin bu yalın haliyle anlaşılmasını ve bireysel ve kurumsal sorun alanlarımızda kullanılmaya başlanmasını harekete geçirebilmenin yollarını bulabilmek ve bunları uygulayabilmektir.

    Bunun karşısındaki en önemli 2 engelden birisi mevcut soru sor(a)mama kültürümüz, diğeri ise bilimi ünvan, bina, para olarak anlayıp buna göre örgülenen ve artık yeni sorular sorulmasını kendine saldırı olarak algılayıp tepki üreten yapının göstereceği dirençtir.

    İhtiyaç, doğru soruların sorulmasının ne denli yaşamsal rol oynayabileceğinin idrak edilmesinin tetiklenmesidir.

    Bu soruların yanıtlarının verilmesi ikinci derecede öneme sahiptir ve toplumun bireysel ve kurumsal ortak aklı -ki bu uzmanlığın en üst derecede kullanımı da içerir- bu yanıtları verebilir. Birinci derecede önemli ihtiyaç, her birey ve kurumun kendi içinde, durumu ile ilgili en iyi soruları üretebilmesidir.

    Bu süreci ne(ler) tetikleyebilir?

    Bu farkındalık sürecini başlatabilecek, mevcut olanı ise hızlandırabilecek çeşitli araçlar bilinmektedir. Ancak, bu araçların hemen hepsinin ihtiyaç ve kültür uyumlarının sağlanması gerekmektedir.

    Örneğin okullardaki fen programları etkili birer farkındalık yaratma aracıdır. Ama bu aracın kendisi -yani derslerdeki örneklerin ve adların öğrenilmesi- bir amaç olarak benimsendiğinde, farkındalık yaratmak bir yana ondan uzaklaşılabilir de. Fen derslerini belleyip sınavlarda geriye verebilen öğrenciler böylelikle mühendislik okullarına girmeye hak kazanır ve fen konusundaki ehliyetleri tartışılmaz hale gelebilir.

    Buradaki sorun, baştan ihtiyacın ne olduğunun “sorgulanmayışı” ve kişilerin içinde yer aldıkları özgün “ihtiyaç” ortamlarına önem verilmeyişi ve bir araç olan fen derslerinin amaç haline getirilmesidir.

    Hele bir süre sonra, bu şekilde eğitim görmüş eğiticilerin yetişmesiyle kendi üzerine kilitlenmiş bir kapalı sistem ortaya çıkmaktadır. Artık böylece yetişen insanlara fen konusunda bilinmesi gerekli olanları bilmediklerini anlatabilmek hemen hemen imkânsızdır.

    Bilim Merkezleri de –science centers, science museums vbg adlarla biliniyor- bu tetikleyici araçlardan “birisi”dir.

    Peki ama nasıl kullanılarak?

    Bilim Merkezleri, içinde çeşitli bilim ve teknoloji ürünlerini içeren binalar mıdır? Bunlar insanlara -veya kurumlara- gösterilerek ne sağlanabilir? Soru sormaları, cevap aramaları, bulduklarından kuşkulanmaları, burada gördükleri ile sağlanabilir mi?

    Kuşkusuz hayır! Hattâ, bu yolun bilime götüreceği sanısı nedeniyle geçecek süre içinde insanlar “şeylerin adlarını” bellerler, bunları birbirlerine söyleyerek bilimle ilgili olduklarını ima ederler, ama bilimden adım adım da uzaklaşırlar. Yaşamları, kendilerine ve birbirlerine, doğru olarak belledikleri kalıpları benimsetmeye zorlayarak sürer gider..

    Hiç ilgisi yokmuş gibi görünen faktörler de var!

    Bir kişinin, bilim yol göstericisinden yararlanabilmesi için basit gibi görünen bir ön-koşul vardır: kişinin, sorunlarını çözmek için bir başkasını değil kendini sorumlu sayması..

    Sürekli olarak yakınmayı adet edinmiş, kendi refah ve mutluluğunu sağlama sorumluluğunu başkalarına -örneğin ailesine, devlete- ihale etmiş kişilerin bilim ya da bir başka araçtan yararlanma ihtiyaçları -ve de imkânları- yoktur.

    Buna göre, toplumumuzda çok yaygın olan “salt yakınma kültürü”, bilim kültürünün yerleşmesi önündeki önemli engellerden birisi gibi görünmektedir. Buna benzer başka faktörlerin de bulunduğu kolayca tahmin edilebilir.

    O halde şu 2 soruya yanıt arayabilmeliyiz !

    1.     Bilim Merkezleri’nin, her düzeydeki kişide, bilim kültürünün en temel yaklaşımı olan:

    sorun(lar)ımı ve böylece de ne(ler)in cevap(lar)ını arayacağımı tam anlamama yardım edebilecek soru(lar) neler olabilir?”

    anlayışı, Bilim Merkezi adı verilen yerde, nasıl fiziki düzenekler ve gerçek durum senaryoları aracılığı ile harekete geçirilebilir?

    2.     Bu kültürden uzaktaki bir toplumda, Bilim Merkezleri’nin yaygınlaşması için gereken toplumsal destek de yetersiz düzeyde olacağına göre, giderek kendini besleyebilen bir ilk hareket nasıl oluşturulabilir?

    Görüldüğü gibi sorun, belirli deney düzeneklerinin ya da şaşırtıcı gösterilerin sergilenmesi meselesinden çok farklıdır.

    Bilim kültürünün yerleşip yaygınlaşmasını isteyen bilim dostlarımızın bu 2 soru hakkındaki görüşleri olağanüstü değer taşımaktadır.

    Azami 450 kelimelik birer özet yollar mısınız?

    Bu 2 soruya yanıtlarınızı içeren metinler 450 kelimeden çok daha uzun -ya da çok kısa- olabilir. Amaç, bu konudaki fikir sahipleri arasında bir ağ oluşturmak ve sinerjik düşünce ürünleri elde edebilmektir. Daha sonra bu görüşler daha yaygın olarak duyurulabilir. Herkesin, telefon no, posta adresi ve elektronik posta adresini belirtmesi, kendileriyle ilişki kurmak isteyenlerin ulaşmasını sağlayabilecektir.

    21 Aralık 2003

    (1) Science, Latince Scire (bilmek) kökünden gelmektedir. Origins, Eric partridge, 1983, Greenwich House

    (2) Bilimden Beklediğimiz, Bertrand Russell

    (3) Webster Dictionary

    (4) Türkçe Sözlük, TDK

  • BİLİM NEREDE BİTER?

    BİLİM NEREDE BİTER?

    Galiba insanoğlunun en önemli özelliklerinden birisi alışmak olsa gerek. Ekvatorun +60 ve de kutupların -60 derecelik sıcaklıklarına aynı insan alışabiliyor.

    Aynı uyum yeteneği sosyal ve hatta ekonomik alanlarda da var. Acıya, üzüntüye, lükse, fukaralığa bu denli uyum gösterebilen insanoğlunun bu özelliğine bir yetenek gibi bakılabileceği gibi bir şanssızlık olarak da görmek mümkündür. Nitekim keşif ve icatlar hep etrafına farklı bakabilen insanlarca yapılmıştır.

    Girişimcilerin hepsi, etraflarına “alışılmışın dışında” bakabilen insanlardır. Toplum liderleri daima “alışamayan” tipler arasından çıkmaktadır. Bu nedenle, “alışmak tan çok alışamamak bir yetenektir ” demek daha doğrudur.

    Kendimizi bildik bileli varolan, neredeyse soluduğumuz hava kadar -ne kadar kirli olursa olsun- bize doğal gelen bazı konular vardır ki biz onlara da alışmısızdır. (Alışamamış olanlar çıkarsa da hemen usulü ile bertaraf edilir!)

    Bu konulardan birisi de “bilim”dir. Bilimin hayata uygulanışı demek olan “teknoloji” de burada yine aynı çerçeve içinde konu edilmektedir. Bu yazının konusu dolayısıyla aralarındaki ayrımla uğraşmaya gerek yoktur.

    Eğer bilim, sokaktaki insanı ilgilendirmeyen, sadece belli ünvanları elde etmiş insanların “kendi aralarındaki ilişkileri” ni içeren bir alan ise şikayet edebileceğimiz bir durum yoktur. Bu tanıma en çok uyan, en “bilimsel” ülke şüphesiz ki Türkiye’dir. Bu takdirde milli gelirimizin daha büyük bölümünü bilime ayırıp, bu sınırlı sayıdaki insanımızı daha da mutlu etmemiz gerekir.

    Her ne kadar akla, az da olsa ayrılan payın ne işe yaradığı gibi bir soru gelebilirse de, gelmemesi daha iyi olur.

    Yok böyle değil de bilim, insanların refah ve mutluluğunu sağlama yolunda kullanılabilecek bir araç ise bu defa iş çok değişiktir.

    Refah ve mutluluğu sağlanacak insanlar narkoz altında ameliyat masasına yatmış bir hasta; bilim adamları da bu hastayı -hastaya rağmen- refah ve mutluluğa kavuşturacak operatörler gibi düşünülemez.

    O halde, insanların da bu “refah ve mutluluğa kavuşma” sürecine aktif olarak katılmaları gerekecektir. Düşünme biçimleriyle, konuşmalarıyla, eylemleriyle katılmaları gerekecektir. Bu katılım tabiidir ki refah ve mutluluğa kavuşma aracı olarak kullanılacak olan “bilim” yoluyla olabilecektir. O halde sokaktaki insan bilimle bir anlamda “içli dışlı” olmak durumundadır.

    Bu nasıl bir sonuçtur ki, bugüne kadar geçerli olan, bilimin yalnız dalgın, ciddi bakışlı, uzun ünvanlı insanlarımıza ait olduğu ve asla başkalarının anlayamayacağı ve de anlamaması gerektiği anlayışına taban tabana zıt bir yargıya götürmüştür.

    Yani şimdi hiç diferansiyel denklem ve latince deyim bilmeyen, hiç uluslararası kongrelere gitmemiş sokaktaki insan nasıl olacak da bilimle bu denli yakın ilişkiye girebilecektir? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

    Evet bu mümkündür. Mümkün olmak bir yana bir zorunluktur.

    Ama bilimi “alıştığımız” anlamda anlamaya devam ederek değil, o alışkanlığı yıkıp bir başka şekilde anlamaya başlayarak mümkündür.

    Bu, “değişik şekilde” anlamanın sloganı şu olabilir:

    “Bilim, (…mi?) de başlayıp, (…dir.) de biter”

    Her nerede …mi? şeklinde ortaya konan bir soru varsa bilim orada başlıyor demektir. Soran kim olursa olsun. Çocuk, yaşlı, zengin, fakir, alim ya da cahil!

    Her nerede …dir. şeklinde bir yargı varsa, orada bilimden uzaklaşıldığına (ya da uzaklaşılabileceğine) dair bir işaret aranmalıdır. Yargı sahibi kim olursa olsun. Cahil ya da alim!

    Kim ki basit, arasındaki mantık bağı sağlam, kısa adımlı sorular sorabiliyorsa o kişi, bilimsel düşünce yöntemini kullanıyordur.

    Her kim ki arasındaki mantık bağı, ancak kişinin ünvanıyla güvence altına alınabilmiş, parlak, uzun, tumturaklı sözler ediyorsa o kişi de bilim dışı bir yöntem kullanıyor demektir.

    Bu basit görünüşlü anahtar, birçok sorunumuzu aydınlatabilecek bir maymuncuktur. Lütfen etrafınıza bir kulak veriniz. Ne kadar çok …dir. ve ne kadar az …mi? duyuyorsunuz?

    Politikacılarımızın, düşünürlerimizin ve bilim adamı ünvanı sahiplerimizin önemli bir bölümünün nasıl olup da sorunlarımıza bilimsel düşünce yoluyla yaklaşmadığı dahi bu anahtar ile aydınlatılabilir.

    21 Ocak 2008