• Ayrık Sorun Alanları Aslında Bir Bütündür

    Bir soru: Üzerinde kafa yorulan çeşitli sorunlar gerçekten de birbirlerinden ayrık olarak var mı, yoksa ortada büyük bir bütünlük var, ama onu tüm boyutlarıyla algılamak imkanımız olmadığı için daha küçük parçalara mı ayırıp üzerinde konuşuyor, yazışıyor, uğraş veriyoruz?

    Akıl Dışı Eğitim (ADE), Kadınsız Toplum (KT), Din İstismarı (Dİ) ya da Beka vd. sorunlar[1] arasında belirli sınırlar var mı ya da bunlar birbirlerini etkileyerek daha farklı ve aralarında sınırlar olmayan (hücre yapıları farklı) yapılara mı dönüşüyorlar?

    Biraz daha ileri giderek, acaba tüm alanlarla bileşik yapmaya istekli ama ayrı -ve saygın- bir alan adı bulunmadığı için önemsenmeyen bazı “kirleticiler” de var mı? Örneğin, kleptoman bir kişi gün içinde girip çıktığı her yerde kimi şeylerin kaybolmasına yol açıyor ve kurnazlığının yardımıyla bunu gizlemeyi de becerebiliyorsa, çeşitli alanlarda ortaya çıkacak sorunları nasıl ele almak gerekir?

    Muhtemelen her alan, eşyalarının kaybını önleyebilecek karmaşık denetim prosedürleri geliştirecekler; bir süre sonra işe yaramadığını görünce bu önlemleri daha karmaşık hale getirecekler; giderek de o alanın asli işlevinin çok geri planlara düşüp, gereksiz işlerin asli unsur haline gelmesi gibi bir ucube ortaya çıkmayacak mıdır?

    Bu ayrık yaşam alanları -genelde- Dünyayı kendilerinden ibaret sayma eğiliminde oldukları için, sorunları kendi çapları içinde çözmeye çalışacaklar ve de çözemeyeceklerdir. Örneğin, İstanbul’un trafik sistemini yönetmekten sorumlu alan ile sokakların temizliğinden sorumlu alan ilgisiz iki alan olduğuna göre, her iki alanı da derinden etkileyen mesela “saygısız hemşeriler” daima dikkat dışında kalacak ve birinciler sorunları daha çok yol yaparak; ikinciler ise daha çok otomatik süpürge satın alarak çözmeye çalışacaklardır.

    Sadece bir adet ”kirletici”nin ne denli karışıklık yaratacağı belliyken, kirletici çeşitlenmesinin ve de kirleticilerin birbirlerinin üremesini özendirmesinin bileşik etkisinin ne kadar büyük olacağı tahmin edilebilir.

    Bu hipotetik -görünüşlü- yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuçlardan birkaçı şunlar olabilir:

    –       Sorunlar ayrı kompartımanlar şeklinde değildirler; bu ayrıştırma, bütünleşik (sistem yaklaşımı) olmayan “parçalara ayırarak algılama” kolaycılığından kaynaklanır. Halbuki “bütün”, “parçalarının toplamından daha büyük” bir şeydir.

    Ortada masif hale gelmiş, yapı taşları kolay ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine geçmiş bir “bütün sorun” mevcuttur. Bu bütün, ilgilenilen alan üzerinde ayrı bir izdüşümü bırakmakta ya da nereye bakılırsa oraya çökmektedir.

    –       Kompartıman olarak algılanan alanlar zaman içinde etkileşerek birbirlerinin içine geçerler ve umulan işlevlerini kısmen ya da tamamen yitirirler. Bu etkileşimleri dürten sebep, alanların içlerinde bulunan “güç kaynaklarından nemalanma” isteğidir.

    Örnek olarak verilen “saygısız hemşeri” kirleticisi durumundaki dürtü, ideal bir trafik düzeninde bulunan “başkasının hakkını çiğnememe” kuralının içerdiği “kuralı çiğneyerek zaman kazanma” dürtüsü; veya yine ideal bir düzende çöpünü atmak için çöp sepeti arama amacıyla harcanan zamanı, çöpü olduğu yere atarak zaman kazanma dürtüsü; ya da ideal olarak vergi affının olmadığı bir düzende vergisini zamanında ödemek yerine, ödemeyip bir seçim affını bekleyerek maddi kazanç sağlama dürtüsüdür. Saygısız hemşerinin bu kazanımlarının hepsi birer güçtür.

    Bu örneklerin hepsinde görülen eğriliklerin çözümü, o kompartımanlara sıkı ve giderek karmaşıklıkları artıracak denetimler koyarak, haksız kazanımları önlemek olamaz. Çünkü o tür karmaşıklaştırmalar, sonunda o ayrık alanlardan beklenen işlevlerin giderek gerilere itilmelerine; ayrıca da kural çiğneyenlerin giderek güç sahibi olup bütünü etkilemelerine yol açacaktır. Bu tam bir “çığ etkisi”dir.

    –       Bu durumda geçerli olabilecek bir çözüm, ayrık alanların -hepsini diyerek genellememek için- çoğunu olumlu etkileyebilecek, sinir uçlarına ekilebilecek “tohum[2]” denilebilecek dönüştürücülerden yararlanmaktır.

    –       Sinir uçları’nın, “güç kaynaklarından nemalanma” ile ilişkisi anlaşılabiliyor. Her nerede bir eğrilik (kirletici) izi yani sorun varsa, orada mutlaka “istismarı yoluyla sağlanan bir çıkar” vardır. O halde çıkar izlerini sürerek sorunların kaynaklarına varılabilir.

    Bu yol çözümlerin de geliştirilebilmesine ışık tutuyor: Süreçler içindeki güç kaynaklarını kaldıramayız; çünkü toplu yaşam zaten bu güç kaynaklarının yönetimi demektir. Ama güç kaynaklarının kullanımını blok zinciri[3] felsefesiyle yaygın denetime açabiliriz. Örneğin trafik dahil onlarca alana “haksız kamu kaynağı kullanma suçu işleyen” saygısız hemşeri sorununa karşı yaygın bir şikayet sistemi[4] oluşturulabilir. Bu bir tohum fikridir.

    –       O halde, ADE, KT, Di ya da Beka olarak adlandırdığımız sorunların, bir bütünün izdüşümleri olarak ele alınıp uygun birincil (o alana yönelik) ve diğer (diğer alanların etkilerine yönelik) tohumların neler olabileceklerine yoğunlaşılması daha geçerli görünüyor.

    Yoğun gücün yaygınlaştırılması (blok zincir) yaklaşımının bir avantajı da, merkezi otoritelerin katkısı olmaksızın tamamen birer sivil yurttaş İnisiyatifi olarak uygulanabilmesidir. Gerek örnek olarak verilen Trafik Şikayet Sistemi, gerek diğer alanlarda uygulanabilecek Yaygın Şikayet (veya denetim) Sistemleri, sivil inisiyatifler olarak uygulanıp, yerel ve/ya merkezi idareyi harekete geçirmek üzere kullanılabileceği gibi, doğrudan etkileri olabilecek şekiller de geliştirilebilir. “Ben ne yapabilirim ki” sloganıyla istirahate çekilmiş geniş bir kesimin toplum düzeni açısından büyük bir atıl potansiyel olduğu bellidir.

    13 Aralık 2018

    [1] Bu şekilde adlandırılan sorunlar, Birleşik Akıl Ağı® (BAA) adlı bir platformun üzerinde çalıştığı bazı sorunlardır. BAA bildirgesi için bakınız. http://www.birlesikakilagi.com/baa-manifestosu/

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7991

    [3] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Blockchain

    [4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005121838_Trafik_Sikayet_Sistemi.pps

  • İstanbul trafik sorununa çözüm..(şakadır)

    Bir alan için üretilmiş bulunan bir teknolojinin bir başka alanda kullanımına teknoloji transferi deniliyor. Tıp alanı, bu tür transferlere en çok konu olan alanmış.

    Bu kavramdan yararlanarak, giderek karmaşıklaşan İstanbul trafiğine kesin çözüm olabilecek bir öneriyi dikkatlere getirmek istiyorum. Ama önce, bir başka alan için geliştirilmiş bir inovasyonu örnek verip, onu kullanarak trafik konusundaki önerimi açıklayacağım.

    Elektrik enerjisinin A.B.D.de evlerde ilk kullanılmaya başladığı yıllarda, voltajın ne olması gerektiğini uzun uzun tartışan uzmanlar 110 volt’un uygun bir değer olduğunda karar kıldılar. Ortalama insan bedeni için güvenli sınır 65 volt kadar olsa da, bu düzeydeki bir voltajın standart olarak benimsenmesinin, dağıtım hatlarını çok kalınlaştıracağı, dolayısıyla da ekonomik açıdan doğru olmayacağı nedenle, güvenli sınırın  pek de fazla üstünde olmayan 110 voltu benimsediler. Bütün elektrikli cihazlar bu standarda göre üretilmeye başlandı.

    A.B.D.den sonra Avrupa’da da yaygınlaşan elektrik enerjisinin voltajı ikinci defa tartışma konusu olunca, uzmanlar bir gerçeği fark ettiler: 110 volt, güvenli sınırın zaten %70 kadar üzerindeydi; buna göre 110 volt ile mesela 220 volt arasında öldürücülük açısından bir fark yoktu. Ayrıca, 110 voltluk telleri yalıtmak için kullanılan izolasyon 220 volt için de mükemmelen yeterliydi. Ama bir büyük avantaj, tellerin yarı yarıya incelmesiydi ki, bu bakır sarfiyatının, dolayısıyla da maliyetlerin önemli ölçüde azalması demekti.

    Bunun üzerine standart gerilim değeri olarak 220 volt benimsendi ve bugünlere kadar gelindi. Bu arada İstanbul’un birçok semtinde de ‘70li yıllara kadar 110 volt standart voltajdı; daha sonra hepsi 220ye çevrildi.

    Şimdi, bu konudaki deneyimin bir teknoloji transferi yapılarak İstanbul’un ve trafik sıkışıklığı olan dünyadaki tüm kalabalık şehirlerin trafik sorununun nasıl çözüleceğini açıklayabilirim. Şöyle ki:

    Şehir içi hız sınırı 50 km/s olsa da, bağlantı yolları için 70 km/s hız şu an için standart. Trafik denetimlerinde bu sınırın %10 kadar üstüne tolerans gösterildiğine göre 77 km/s fiili trafik akımındaki izin verilen sınırdır denilebilir. Şimdi bunun %17 artırılarak 90’a çıkarılması planlanıyor. Böylece, trafik akımında bu ölçüde bir ferahlık sağlanabilecek.

    Önerimin can alıcı noktası tam burada: Şu anda trafikte bulunan şehir içi yollarda, pizzacı motorları ve minibüslerden sonra en çok kullanılan hafriyat kamyonları ve TIR’ların hız kapasiteleri 180 km/s’ten az değildir. Bu araçlar ve taksiler ticari rekabetin en keskin olduğu araçlar olduğu için, yıpranma vs nedeniyle bu kapasitenin katiyetle altında olmayıp çoğu 200 km/s’in bile üzerindedir.

    Artacak hızla birlikte, bu hız içinde yaşamaya alışık olmayanlar nedeniyle –o da başlangıçta- bir miktar kazalarda artış olsa da, bir süre sonra geride kalanlarda biyolojik seçim nedeniyle uyum artacak ve kazalar önemsenemeyecek rakamlara inecektir. Daha dirençli bir nüfus yapısı, bu önerinin yan yararlarından sadece birisidir.

    Buna göre, bağlantı yollarındaki fiili standart hızın 77den 90a çıkarılması yerine 180e çıkarılması halinde, trafik akım hızında %134 gibi büyük bir rahatlama sağlanacaktır. Trafik polislerinin %10luk toleransları da eklenirse 200 km/s değerine erişilecektir. Bu rakam muhafazakar bir değer olup, azalacak nüfus da hesaba katılırsa ferahlık daha da artabilecektir.

    Bu fikrin doğrudan kendi aklımın ürünü olmadığının bilincindeyim. Bir kısım akademisyenlerin ilk fikir çekirdeğini geliştirdiklerini tahmin ediyorum. Fakat, elektrik alanından trafik alanına teknoloji transferi bana aittir.

    Bu öneri yürürlüğe girdikten ve ilk sonuçlar alındıktan sonra, birçok metropol yöneticisinin, İstanbul ekibini transfer etmek için sıraya gireceklerini tahmin etmek zor değildir. Her halde en büyük kazanç da bu olacaktır.

    Bu tür süreçlerde daima isimsiz kahramanlar olur. Ben naçizane olarak kendimi onlardan birisi sayıyorum ve işin onurunu önde gelenlere bırakıyorum. Ama içten içe bir buruk gurur da yaşamıyor değilim. Kendi aklımla çok yaşayayım e mi!

    4 Eylül 2013

  • CANAVAR MERAKI !

    Enflasyon Canavarı”, “Kollu Canavar”, “Trafik Canavarı”, “Terör Canavarı”, “Medya Canavarı”, “vs canavarı”….

    Ağır sorun olarak görülen ne varsa onun bir canavara benzetilmesinin sebepleri nelerdir? Bu, basit bir sözgelimi midir, yoksa altında başka neden(ler) mi vardır?

    Bu canavar merakının pek öyle bir sözgelimi olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunlar söylenir geçilir, canavarın kolu, bacağının ayrıntılı tanımlarına girişilmezdi.

    Örneğin, “enflasyon, yedi başlı bir canavar olup..” gibisinden bilimsel içerikli tanımlar en yetkili sayılan ağızlardan yapıldığına göre, bu canavar işi pek öyle hafife alınabilecek bir konu değildir.

    Toplum bilimciler bu işin tarihi, kültürel ve sosyolojik nedenlerini incelemeli, hangi bilinçaltı korkuların “canavar” biçiminde sembolize edildiğini bulmalı ve sonra da toplu terapi seanslarıyla bunu giderip toplumu rahatlatmanın çaresini bulmalıdırlar.

    Hatta bu işi daha da ciddiye almalı ve mesela “Canavarlar ve Canavarlıkla Mücadele Daire Başkanlığı” -ki ileride ödenek bulunabilirse Bakanlık dahi yapılabilir- kurmak gerekir diye düşünüyorum.

    Benim çok kısıtlı sosyolojik bilgim, bu canavar tutkusunun, birbiriyle ilintili iki kaynaktan geldiğini göstermektedir. Birinci kaynak, çocukluğumuzda bol bol okuyup büyüyünce de dinleye dinleye yaşlandığımız masallar olup, orada her başa çıkılamaz belanın yedi başlı, on kollu, ateş dilli bir canavara benzetilmesi geleneği vardır.

    Bu masalların çok etkisinde kalan yöneticilerimiz, sorunlarla nasıl başa çıkılabileceğini genellikle bilmedikleri için bu idol’ü icad ederek hem kendilerini hem de vatandaşları rahatlatabilecek bir açıklama bulmuşlardır. (Bilindiği gibi, açıklanamayan sorunlar deliliğe yol açmakta olup, insanlar her sorun için mutlaka bir açıklama bulmak eğilimindedirler)..

    İkinci neden ise, bu tür canavarlarla daima olağanüstü güçlere sahip prenslerin (ve prenseslerin) başa çıkabildiği, onun dışındakilerin yapabileceği tek şeyin öyle bir prens (veya prenses) beklemekten ibaret olduğudur.

    Elinde tuttuğu okunup üflenmiş kılıcını (veya Kanun Hükmünde Kararnemeleri), canavarın can alıcı bir noktasına -ama dikkat sadece 1 noktasına- batıran masal kahramanlarını bekleyen insanları, kolektif akıl kullanarak belalarla başa çıkmak yerine, kurtarıcılar (babalar, analar, bacılar) beklerler ve de beklerler.

    İşte canavar merakımızın altında yatan iki neden budur. Yeni canavarlar doğdukça daha çok gözlem yapıp daha iyi açıklamalar bulacağız. Bulacağız yoksa delirebiliriz..

    Pazar, 10 Nisan 1994