• BİRŞEY YAPMAK İSTEYENLER ÖNCE BİRŞEY YAPMAMAYI BİLMELİ

    “Yapabilmek” daima üstün değerlerin başında yer almış, bir şeyler yapan insanlar hemen her zaman ve her toplumda övülmüşlerdir. Bunun olası bir nedeni herhalde konuşanların yapanlardan daha fazla, bir diğeri de yapmanın söylemekten daha güç olmasıdır. “Yapmakla söylemek arasında deniz vardır” diyen Latin atasözü, bu farka işaret ediyor.

    Bir şey yapmaktan, becerikli olarak ünlenmekten hoşlanmayan bir insanın varlığı düşünülemez. Ancak, yukarıdan beri sözünü ettiğim yapmak fiilleri, doğru işleri yapmak şeklinde anlaşılmalıdır. Sapıklar, kötü niyetliler ve ahmaklar dışında hiç kimse yanlış işler yapmak yolunda bir eğilim içinde değildir. Normal insanlar doğru işleri yaparak tatmin olmak isterler.

    Peki insanların bu derece hoşlandığı yapma eylemini engelleyen nedenler acaba nelerdir? Herhalde öyle etkenler vardır ki, onların bu şiddetli isteklerinin gerçekleşmesine imkan tanımamaktadır.

    Tabii ki vardır. Hem de çoktur. Bunların en bilineni de “yapabilme imkanı”dır. Bir insan ne kadar yetenekli olursa olsun, bir işin yapılması için gerekli imkâna sahip değilse o işi yapamaz.

    Yapabilmeyi engelleyen ikinci neden, o işin gerektirdiği becerilere sahip olmamaktır.

    Bir diğer neden, işin nasıl yapılacağını –know-how– bilmemek olabilir.

    Yapılacak işten zarar görecek olan ya da zarar göreceğini sanan kişilerin tutumları da “yapma”yı engelleyebilir.

    Yanlış plân yapmak, doğru zamanlayamamak, umulmayan gelişimlere karşı doğru kararlar verememek, doğru takım kuramamak ve bunlar gibi onlarca neden daha bir işin yapılmasını engelleyebilir.

    Ama dikkat edilirse, bunların hiçbiri aşılamaz engeller değildir. “Yapmak” yönündeki eğilim güçlü ise bunlar tek tek aşılabilir. Birazı sanat, birazı da öğrenilebilir bir beceri olan bu uğraşa “yönetim” diyoruz.

    “Yapma”yı  engelleyen bu aşılabilir nedenlerden başka bir tanesi vardır ki, işte onunla baş edebilmek çok güçtür ve denilebilir ki “yapmak” istemlerinin çoğunun -eğer hepsi değilse- yerine gelmeyişinin sebebi odur.

    O da, bir işi yapabilmek için gereken imkânların (zaman, akıl, para vs), bir başka işe tahsis edilmiş olmasıdır.

    Yani, “doğru bir işin yapımını engelleyen en önemli neden”, “bir başka işin yapımı”dır. “Yapmak”, bir başka “yapmak” tarafından engellenmektedir.

    Aile, şirket ve kamu yönetiminde yapılamayan her ne varsa, başlıca sebebi bir başka şeyin yapılmakta oluşudur.

    Onun için çok şey yapan, sürekli hareket halinde olan, çalışkan olan insanlara dikkat edilmelidir.

    Her yapılan, bir yapıl(a)mayanın kaynaklarını kullanır.

    Bu nedenle doğru işler “yapmak” isteyen herkesin ilk yapması gereken, çok kısa bir süre de olsa – en azından zihninde- bir şey yapmamayı (ama gerçekten tüm yaptıklarından tamamen sıyrılarak) öğrenmesidir.

    10 Ocak 2002

  • KENDİNİ DEĞİŞTİRME İRADESİ YETERSİZLİĞİ ve BİR YAKLAŞIM

    Sorun nedir?

    Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.

    Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.

    Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.

    İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.

    Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.

    Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.

    İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı..

    Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.

    Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.

    İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.

    Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?

    KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.

    Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:

    • pasif içme ortamlarında bulunma,

    • sigara ikramlaşması,

    • otlanma tabir edilen kültürel kod,

    • spor yapmama,

    • kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,

    • sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi”, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum”, “bırakırsam stres daha kötü”, “filanca içmedi ama kanser oldu”, “hiç zararını görmüyorum” vbg),

    • sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,

    • sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,

    • yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,

    • “dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,

    • ve diğer birçoğu

    Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.

    Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.

    Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.

    KeDİ tümörü??

    Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.

    Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.

    Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim”. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.

    Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..

    Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:

    Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,

    Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,

    Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.

    Sonuç

    Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.

    Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?

    The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing

    Sayfa 1 / 3

  • KENDİNİ DEĞİŞTİRME İRADESİ YETERSİZLİĞİ ve BİR YAKLAŞIM

    Sorun nedir?

    Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.

    Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.

    Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.

    İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.

    Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.

    Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.

    İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı..

    Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.

    Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.

    İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.

    Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?

    KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.

    Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:

    • pasif içme ortamlarında bulunma,

    • sigara ikramlaşması,

    • otlanma tabir edilen kültürel kod,

    • spor yapmama,

    • kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,

    • sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi”, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum”, “bırakırsam stres daha kötü”, “filanca içmedi ama kanser oldu”, “hiç zararını görmüyorum” vbg),

    • sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,

    • sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,

    • yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,

    • “dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,

    • ve diğer birçoğu

    Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.

    Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.

    Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.

    KeDİ tümörü??

    Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.

    Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.

    Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim”. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.

    Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..

    Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:

    Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,

    Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,

    Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.

    Sonuç

    Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.

    Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?

    The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing

    Sayfa 1 / 3

  • HİŞŞT! LÜTFEN BİR DE ŞU TARAFA BAKAR MISINIZ?

    Toplumumuz, resmi ve sivil kurumlarıyla birçok sorunun üzerine gidiyor. Zamanını ve aklını bunları çözme yolunda kullanıyor.

    Bu sorunların önemli bir bölümü, yabancıların (phantom=hayalet) dediği türdendir, yani var gibidir ama gerçekte yoktur.

    Ama bu yüzlerce hayalet sorun durduk yerde ortaya çıkmıyor. Bunları üreten “kök”ler var.

    Toplumumuz -genelde- bu köklerle ilgili değil. Hayaletlerle boğuşmaktan -gölge boksu- köklere ayıracak enerjisi kalmıyor.

    İşte, ilgi alanımızın içine girmemiş önemli kök sorunlardan bazıları:

    (a)     Sorunların -ve de çözümlerinin- bilindiği yanılgısı.

    (Sorunlardan yakınmak, sorunların bilinmesi demek değildir. Bilindiği iddia edilenlerin -çoğu-, hayalet sorunlar ile onlardan gözlerimizi kaçırma yollarıdır)

    (b)     Bilim’in yaşamdaki somut yerinin anlaşılmamışlığı.

    (Ülkemizde bilim şu 2 şeye yarar: 1. bilimi meslek olarak seçmiş, ama onu anlamamış insanlara geçim yolu sağlamaya, 2. bir kısım insana zevk ve heyecan tattırmaya)

    (c)     Sanatın yaşamdaki somut yerinin anlaşılmamışlığı.

    (Bilime benzer şekilde sanatın yaradığı 2 şey: 1. sanatı meslek olarak seçmiş ama sanatla ilgisi bulunmayan kimi kişilere geçim yolu, 2. cinsellik pazarlaması)

    (d)     Entelektüel sermaye yetersizliği.

    *        Görüntüsü, konuşması, davranışlarıyla seçkine benzeyen, fakat tavırları seçkin olmayan ve de kendilerini seçkin olarak niteleyen,

    *        Tavırları itibariyle elit (seçkin) tanımına uyan, aralarında kurabilecekleri ağlar yoluyla toplum yaşamına yön verebilecek durumda, ama bu örgütlenmeleri yap(a)mamış,

    *        Kuşkusuz, tek doğrulu, dolayısıyla da buluşçuluktan uzak,

    *        Ahlâki standarlarında hızlı dejenarasyon,

    *        Sorun çözme kabiliyeti yetersiz, bu nedenle teslimiyetçi, sorunlarını ihale edici,

    *        Olumsuz,

    *        Yaygın akraba evliliğinin izlerini taşıyor,

    *        Özellikle soyut  kavramlar açısından bir ortak-kavram-tabanı oluşmamıştır. Herkesin kendi tercihlerini yüklediği kavramlarla iletişmeye çalışması nedeniyle Türkiye toplumuna “dilsiz toplum” denilebilir.

    *        Düşünce sisteminin temelini oluşturan mantık operatörler içine karışmış bulunan “virütik operatörler(1)” nedeniyle yaygın bir akıldışı düşünme biçimi.

    (e)     Yeni işler yaratabilme “teknolojileri”nin yetersizliği.

    (Türkiye’de, yeni işlerin yaratılabilmesi konusunda hemen tüm kesimler şu 2 eksik ve/ya yanlış yargı üzerinde uzlaşagelmişlerdir:

    *        Mevcut kamu kuruluşlarına ek personel alınarak yeni iş yaratılması,

    *        Yatırım yapılarak yeni iş yaratılması.

    Bunlardan birincisi, yanlış olmak bir yana, bir kuruluşu batırmanın en kestirme yoludur. İkincisi ise, bazen doğru -ama koşullu- bazen de yanlıştır. Yeni yatırımların istihdama dönüşebilmesi bir dizi koşula bağlı olup, bunların başında etkili bir yeni beceriler kazandırma sistemi gelmektedir.

    Böylece, örneğin yatırım yapılarak modernize edilen bir tesiste işsiz kalacak  kişiler yeni beceriler kazanarak istihdam imkânlarını korumuş olurlar, ayrıca da bu yeni teknolojiler için gerekli işgücünün eğitimlerine katkıda bulunurlar. İşte, dünyada en çok sayıda robot kullanan Japonya’da işsizliğin minimum olmasının nedeni budur.

    Diiğer yandan, yeni yatırımlar artık ancak üst düzeyde beceriler kazanmış insanlara -dikkat diploma değil!- insanlara istihdam yaratabilmektedir.

    Günümüzde basit inşaat işlerinin dahi ancak karmaşık makineleri kullanabilen operatörlere ihtiyaç duyduğu göz önüne alınırsa, vasıfsız kişilere -eski deyimle inşaatlarda işçilik yapmaya razı olan kişilere- iş yaratmanın söz konusu olmayacağı ve de olmaması gerektiği kolayca anlaşılır.

    Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha vardır: konu sadece işsizlik sorununu çözmek olsa ve tüm sistem istihdamdan ibaret olsa idi, muhtemelen tüm işleri insanlara yaptırarak belki bir miktar fazla istihdam yaratılabilirdi.

    Fakat bu defa, rekabet gücü alt-sistemi bozulacak ve toplum ürettiği mal ve hizmetler açısından rakipleriyle rekabet edemeyecekti. Buradan, parçalı yaklaşımlar yerine bütüncül (sistem) yaklaşımının ne denli önemli olduğu da görülmektedir.

    Diğer yandan, bugün iş yaratma  araçları birer teknoloji halini almıştır. Örneğin:

    *        Mevcut işlerin korunabilmesi,

    *        Girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılması,

    *        İşgücü piyasasına girecek olanların eğitime kanalize edilerek -uzatılmış eğitim yoluyla- işgücü arzının yavaşlatılması,

    *        Alternatif gelir ve/ya tasarruf yolları yaratılarak işgücü piyasasına girecek olanların caydırılması,

    *        Nüfus artış hızının azaltılarak net büyüme hızının  artırılması,

    *        Nüfus artışının azaltılarak, yeni doğanların gerektireceği ilâve giderler nedeniyle işgücü piyasasına girmek durumunda kalacakların caydırılması,

    *        Buluşlar yoluyla (innovasyon, keşif ve icatlar) yüksek katma değer yaratabilen ürünlerin ortaya çıkması

    gibi, doğrudan ve dolaylı yollara bir çeşit  “İş Yaratma Teknolojileri” denilebilir.

    İlgili kesimler -devlet ve devlet dışındakiler- henüz bu şekilde bir ortam hazırlamakla meşgul olmayıp yukarıda belirtilen iki enstrümanla doğrudan iş yaratmaya çalışmaktadırlar.)

    (f)      Verim ve etkililikle normalize edilmiş emek ücretinin rekabet gücü yetmezliği.

    (Kol ve/ya beyin gücüne dayalı emeğin fiyatı ana dönüştürücülerden birisidir. Bu konudaki dağılım, ilgili kesimlerce tam bilinmemektedir. Ücretlerin mutlak değerlerinin düşük olduğu kesimlerde dahi, verim ve etkililik ile düzeltildiği (normalizasyon) takdirde ortaya çıkan ücretler, global rekabet ortamında rekabet gücümüzün düşük olmasına yol açmaktadır. Çoğu kesim bu durumun farkında değildir ya da pek önemsememektedir.)

    (g)     Toplumun kendi içindeki dayanışma alt-yapısının ürettiği sorunlar.

    (Aile dayanışması, hemşehri dayanışması, etnik köken dayanışması, dini inanç dayanışması, milliyetçilik dayanışması, okul dayanışması, ideoloji dayanışması ve benzeri dayanışma türleri, Türkiye’ye yönelik çeşitli etkileri baştan beklenmeyen sonuçlara dönüştürebilmektedir.

    Kırsaldan kente göç edenlerin tüm olumsuz niteliklerine rağmen güçlüklerle başa çıkabilmesinde, kırsal kesimde bıraktıkları aileleriyle sürdürebildikleri dayanışmanın etkisi büyüktür.

    Ama diğer yandan, hemşehri dayanışması adı altında, kamu kaynaklarının haksız paylaşımına -siyaset ya da networking (2) yollarıyla- yol açan olgunun da kaynağı aynıdır.

    Etki-sonuç-sistemini derinden etkileyen bu olgu yeterince irdelenmemiş, sistem davranışları üzerine ne gibi etkiler yaptığı değerlendirilememiştir. Örneğin,  son 15 yılda yaklaşık $100 milyar harcanan terör olgusu içinde “hemşehrilik” dayanışması denilen olgunun payı bilinmemektedir.)

    (h)     Uluslararası örgütlenmeler içinde -yeter etkililikte- yer almamışlık.

    (AB, NATO gibi büyük örgütlenmelerin yanısıra gönüllü uluslararası örgütler de kastediliyor. Her ikisinin de derin etkileri kolayca tahmin edilebilir.

    Bu etkilerin tam değerlendirilebilmesi, bu örgütlenmelerin derinliğine incelenmesine, bu ise  modelleme ve benzetme gibi tekniklerin kullanımına bağlıdır. Gümrük Birliğine girme sürecinde neler getirip-götüreceğinin tartışılması yerine GB’den yana ve karşı olanların çatışmasının ağırlıklı olduğu hatırlanacaktır. Günümüzde AB’ye girip girmeme de benzer biçimde değerlendirilmektedir.

    Sayıları binlerle ölçülebilen gönüllü örgütlenmeler içinde yer almışlığın ise, bir çeşit sinir ağı gibi zor görünür fakat etkili bir etkileşim sistemi olduğuna dikkat edilmelidir. Birçok uluslararası sorunumuzun etkili biçimde anlatılamayışının nedenini, bu tür örgütlenmeler yerine resmi devlet memurlarımız eliyle yapmaya çalışmamızda aramak gerekir.

    Uluslararası örgütlenmeler içinde yer almışlık olgusunun ülkemizde  en az incelenen bir dönüştürücü olduğu söylenebilir.)

    (i)      Kurumsallaşma kültürümüzün süreç parçalama‘ya dayalı oluşu.

    (Kamu kesimindeki örgütlenmeler başlıca 3 nedenle verimsiz ve etkisizdir:

    *        Kamu kuruluşları işsizliği emebilecek başlıca 2 araçtan birisi olarak görülmüştür (Bkz. e),

    *        “Yandışlarına çıkar sağlamak ve o çıkardan pay almak” olarak anlaşılagelen siyaset anlayışı, kamu kuruluşlarının çeşitli siyasi kadroların yandaşlarına iş bulmak amacıyla kullanagelmiştir.

    *        Yapılacak işler, -en genel anlamıyla- müşterilerin ihtiyaçlarının karşılanması süreçleri olarak görül(e)meyip, parçalanarak yapılmaya çalışılmış ve bu süreçlerin parçalanması denilen  yönetim hastalığına yol açmıştır.

    Süreç parçalamaya dayalı kurumsallaşma kültürünün en trajik örneği, bir bütün olarak birbirinden ayrılmaması gereken akıl ve sezgi’nin parçalanıp iki militan kesimin bayrağı haline getirilmesidir. Parçalanmadan bir bütün olarak korunabildiği ve aralarındaki sinerji özendirildiği takdirde refah ve mutluluk üreten bu iki süreç parçacığı, bugün, kin ve düşmanlık ürünleri üretmektedir.

    İşte bu sorunlar, kamu kesimi üzerine tez üretenlerce henüz üzerinde  yeterince durulmamış noktalardır. Kamu kaynaklarının verimsiz kullanılmasına ve giderek kriz ortamlarının doğmasına yol açan bu dönüştürücünün iyi anlaşılmasına ihtiyaç vardır.)

    (j)      Gerice yörelerin -Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere- kamu görevlilerini cezalandırma için kullanımı.

    Ülkenin gerice yörelerinin  uzun süreler boyunca birer cezalandırma (sürgün) aracı olarak kullanılmasının nelere yol açabileceği, üzerinde hiç durulmamış, halen de hiç durulmayan bir sorun alanıdır.

    Gerice yörelerin gelişmesinde kamu görevlilerinin göreli öneminin yüksekliği dikkate alınır ve bu yörelere, işe yaramadığı kanaati taşınan -gerçekte doğru olabilir ya da olmayabilir- kamu görevlilerinin atandıkları  göz önüne alınırsa, uzun süreler sonunda nasıl kansorejen yapıların ortaya çıkabileceği kolayca görülebilir. “Sürgün” kavramının ne tehlikeli bir kamu yönetimi aracı (!) olduğu, henüz anlaşılamamıştır.

    (k)    Birlikte yaşama kültürü sorunu.

    (Büyük ölçüde “saygı” kavramının çeşitli derecelerdeki türevlerinden oluşan birlikte yaşama kültürü -her alanda karşılıklı saygı anlamında saygılaşım da denilebilir- kastedilmektedir. Uzlaşma ya da çatışma da dahil olmak üzere birçok toplumsal dinamiğin “birlikte yaşama kültürü” adı verilebilecek dönüştürücünün ürünü olduğu söylenebilir. Bu kültürün belirleyiciliği konusu ise toplum gündeminde dahi değildir. Bu bağlamda:

    Etki-sonuç-sistemi’nin tüm davranışlarını belirleyen iki dönüştürücü, yasalar ve onların uygulanışındaki başarıdır. Türkiye’de her ikisi açısından da sorunlar vardır. Buna göre:

    Çeşitli nedenlerle doğru tasarımlan(a)mamış bir sistemin yazılı formu demek olan yasalar, bu eksik ve yanlış tasarımlar nedeniyle daima ek yasalara -ve onlar da yeni ek yasalara- ihtiyaç gösterrmiş, bu yolla düzeltilmeye çalışılmıştır. Halen de böyledir. Sonuçta ise ortaya “kural kirliliği” (regulation pollution) denilen olgu çıkmıştır. Kural kirliliğinin en belirgin özelliği, birbirine zıt kuralların farklı yasalar -hattâ bazen aynı bir yasa- içinde  bulunabilmesidir.

    Yasaların uygulanırlığı açısından ise durumu biraz abartılı da olsa ifade edebilecek tanımlama, “yasalar, onlara uyanlara uygulanır”  biçimindedir. Akıl yürütme sistemimiz içine karışmış bulunan akıldışı mantık operatörleri -ki bunlara zihinsel virüs denilebilir- ve ortak kavram tabanına sahip olunmayışı herkesin her kuralı istediği gibi yorumlayabilmesine imkân yaratmaktadır. Rüşvet, çete vb yollarla ayrıca uygulanması engellenen yasaların uygulanması açısından çok büyük sorunlar vardır.

    Ancak bütün bu net gerçeklere karşın toplumun hemen tamamı, sorunların çözümünü yeni yasalarda aramaktadır. Halbuki her yeni yasa, yasalara uymayı kabul eden küçük bir azınlığa yaşamı daha güçleştirmekte, geri kalan ve çeşitli düzeylerde kural çiğnemeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olanlar ise daha özgür (!) hareket etmektedirler. Çünkü yasalar, bu ikincilerin ayaklarına dolaşan (!) birincileri daha bir hareketsiz kalmaktadır.

    Bu kısır döngünün bilinir kılınması, sorunun çözümü yolunda en ciddi adım sayılmak gerekir.

    Bir toplum birlikte ancak kurallar yoluyla yaşayabilir. Bu kurallar şu kaynaklardan gelir:

    *         Yasal kaynaklara dayalı kurallar,

    *         Geleneklere dayalı kurallar,

    *         Dini kurallar,

    *         Etik kurallar,

    *         Çeşitli zorunluklardan doğan kurallar

    *         Her şeye karşın kural dışı kalan alan.

    Bunların yüzdeleri yaklaşık olarak yukarıda gösterildiği gibi kabûl edilebilir. Ama neredeyse kesin olan bir şey, etik kuralların toplum yaşamındaki büyük payıdır.

    Benzer şekilde yasal kuralların da kapladığı alanın darlığına dikkat edilmelidir.

    Toplumumuz ise birlikte yaşama disiplinini büyük ölçüde yasal kurallara dayandırmak arzusundadır.

    Bunun çeşitli sakıncaları vardır:

    Toplumun sonsuz çeşitlilikteki ilişkilerinin tamamının yasal kurallarca düzenlenmeye kalkışılması halinde -ki bu neredeyse imkânsızdır-, özgürlükleri boğan bir “ağabey seni gözetliyor” düzeni ortaya çıkar,

    Bu denli çok kuralın -ister istemez- çelişen yanları nedeniyle kural kirliliği denilen olgu ortaya çıkar,

    Toplumda, bu denli çok kuralı delmeye çalışan eğilimler güçlenir,

    Birbirini sevmeyen, beraber yaşama isteği kaybolmuş, sadece kurallardan korkan mekanik ve ruhsuz bir insan topluluğu ortaya çıkar.

    Bu yüzden yasal kurallar çok zayıftır ve ancak mecbur kalındığı sürece başvurulmalıdır.

    Halbuki gayrı resmi kurallar -yani yasal kurallar dışındakiler-, zamanın imbiğinden geçmiş, toplumun onayını almış -iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış- kurallardır.

    Her etik kuralın denetimi, onbinlerce gönüllü denetçi tarafından yapılır ve bu nedenle de çok güçlüdürler.

    Amaç, mümkün olduğunca çok gayrı resmi kural, olabildiğince az yasal kural olmalıdır.

    Bir toplumun sağlıklı işleyişi “etik”  ve “yasal”  kural  bileşimine bağlıdır.

    Yasalar kesin mantık kurallarına (discrete logic) göre işler, kesin kanıtlara dayanır.

    Etik kurallar ise saçaklı mantık (fuzzy logic) esasına dayalıdır.

    Meselâ, “fakirlere yardım edilmelidir” kuralı yasal olarak konulursa mutlaka “fakir” ve “yardım” kavramlarının tam ve kesin sınırları ile tanımlanması gerekir.

    Halbuki aynı iş etik kurallar yoluyla yapılırsa bu tanımlar esnek olur ve kişiden kişiye değişebilen bir “gri alan” oluşur. Bu gri alan işleri karıştırmaz, aksine bir toplumsal anlayış ortamı yaratır.

    O halde, dirlikli bir toplumsal yapıda bütün bu kural tipleri kullanılmalı ve hepsi uygun oranda kullanılmalıdır. Birisinin diğerine göre aşırı kullanımı ya başıbozuk ya da totaliter bir yapıya götürür.

    Etik kurallar alın içinde çok sayıda “etik araç” vardır. Bunların hepsinin yaptırım sağlama gücü farklıdır. Bu nedenle, birinin zayıf yanını bir diğeri destekleyecek biçimde kullanıldıklarında azami etkiyi yaratırlar.

    Aslında bu ilke, tüm kurallar sistemi için de geçerlidir.

    Etik kurallara birkaç örnek:

    *        Ombudsman sistemleri,

    *        Etik Güvence sistemleri:

    *        Meslek andları

    *        Okul-veli-öğrenci sözleşmeleri

    *        Okullarda kopyaya karşı “onur sistemleri”

    *        Seçilmişlerin -milletvekili, belediye görevlileri vbg- verebilecekleri etik güvenceler

    *        Bir mal ve/ya can’ın bakımının benimsenmesi:

    *        Kimsesiz çocukların bakımının üstlenilmesi,

    *        Sokak hayvanlarının bakımının üstlenilmesi

    *        Bir yolun gözetiminin üstlenilmesi (ABD’deki “adopt the highway” sistemi gibi)

    (l)       “Bal tutan parmak yalar” başta olmak üzere, toplum dokumuza yerleşmiş bulunan bir dizi eğri değer yargısı.

    (Yukarıda sayılan tüm sorunlar, toplumumuzun birlikte yaşama kültüürünün alt-yapısı denilebilecek olan “değerler sistemi” üzerine oturmuştur. Bu değerler sistemi enfekte olmmuş durumdadır.

    “Bal tutan parmak yalar” gibi, hemen her kesimde genel kabul gördüğü gözlenen bir değer yargısının tek başınabir toplumu ne hale getirebileceği iyice düşünülmelidir. Çeşitli toplum kesimlerinin bu ilkeyi benimsemeleri halinde nasıl bir toplumsal felâket ortamı doğabileceği ilginç bir trajedidir.

    Benzer şekilde değer sistemimiz içine sızıp onunla uyumlaşmış durumdaki bir dizi virütik değer yargısı, birlikte yaşama kültürünü bozmuştur.)

    Çeşitli hayalet sorunları üreten bu birkaç kök sorun, toplumumuzun daha da temeldeki sorununun, sorunlarını belirleme -dolayısıyla da çözebilme- konusunda gerekli becerilere sahip olmadığını ve/ya bunları yaşama geçiremediğini gösteriyor.

    Sonuç: Sorunları bildiğimizi tekrarlamaktan vazgeçip lütfen bu taraflara bakalım ve baktıralım.

    (1)”Dilimizdeki Virüsler” için Bkz. https://www.tinaztitiz.com/search.php

    (2)  Belirli coğrafi bölge insanlarının, birbirlerini tanımasalar dahi sırf o bölgeye ait olmaktan ötürü yasa ve/ya ahlâk dışı “ağ”lar (networks) oluşturabildiği, bunların mafya ile eş etkide sonuçlar yaratabildiği biliniyor.  Bir bürokratik ya da siyasi -hattâ bilimsel- kurumun yetkililerinin birlikte çalışacakları kişileri ehliyet yerine hemşehrilik anahtarına göre seçebilmesi ve daha da vahimi, toplumda bunun masum bir dayanışma olarak yorumlanabilmesi, bir arada yaşama kültürünü temelden zedeleyen önemli bir etken olarak değerlendirilmektedir.

     

  • USGS VE AKUT DABAŞBAKANLIĞA BAĞLANMALIDIR..

    Beklenen İstanbul depremi, bir dizi önlemin yanısıra örgütlenmeye yönelik girişimleri de gündeme getirdi. Bu ihtiyacın duyulma nedenlerinin başında, depremle ilgili kurumların çokluğu, ama aralarındaki  koordinasyonun ise zayıflığı gelmektedir.

    Bir yanda devletin resmi kurumları -Afet İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü, MTA -, bir yanda askeri kurumlar – Harita Genel Komutanlığı-, bir yanda TPOA gibi dolaylı da olsa ilgili bir şirket, bir yanda ise akademik kurumlar – İTÜ, ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerin deprem araştırma enstitüleri- ve belki daha bir çok kurum var.

    Bunların tabi oldukları mevzuat, amaçları, yönetim biçimleri, bütçe kaynakları farklı; ama deprem açısından bakıldığında da belirli bir eşgüdüm içinde çalışmaları gerekiyor.

    Dolayısıyla bunların bir şemsiye örgüt altında -örneğin Türkiye Jeoloji Kurumu – toplanarak, başbakanlık gibi tüm yetkileri elinde bulunduran bir makama bağlanması en doğal çözüm olarak akla gelmiş bulunmaktadır.

    Ancak bu çözümün eksik yanları vardır. 17 Ağustos ve sonraki ve hattâ Türkiye dışındaki depremlerde dahi en etkin kurumların başında gelen bir AKUT var. AKUT, statü itibariyle bir dernektir ve yukarıda sayılanlarla aynı kefeye koyulamayacak kadar farklı bir statüdedir. Bir devlet kurumu değildir ama devletten daha etkin işlediği herkes tarafından görülmüştür.

    Dolayısıyla AKUT’un da bir özel kararname ile aynı noktaya -Türkiye Jeoloji Kurumu üzerinden başbakanlığa- bağlanmasında yarar vardır.

    Sorunun bu kısmı -biraz zorlama ile de olsa- çözüme kavuşturulduktan sonra en büyük sorun gündeme gelmektedir: Bilindiği gibi, uzmanlığı, deneyim birikimi ve birçok açıdan, deprem alanında tüm dünyanın en saygın kuruluşlarından birisi USGS (US Geological Survey)’dir.

    Bu kuruluşun T.C. devleti ile herhangi bir bağlantısı yoktur, ama olayların içinde inkâr edilemez bir ağırlığı vardır. Açıkçası -ne denli uçuk görünürse görünsün-, USGS’in de bir biçimde yukarıdaki şemsiye örgütlenmesine dahil edilmesinde sayısız faydalar vardır.

    Bunun nasıl mümkün olabileceği örgütlenme uzmanlarımızın konusudur. Amerikan hükümetinin bu konuda ne diyeceği, böyle bir şeye nasıl razı olacağı, emeklilik sistemlerinin birleştirilmesi ve benzeri birçok teknik ayrıntı vardır, ama bir yol bulmanın ne denli yaşamsal olduğu da unutulmamalıdır.

    Hattâ, hazır el değmişken, depremle ilgili tüm örgütlenmeleri de-Kadıköy Semt Gönüllüleri Girişimi, Cihangir Derneği ve benzeri girişimler- Türkiye Jeoloji Kurumu şemsiyesi yoluyla başbakanlığa bağlamak tek çözüm olarak ortaya çıkmaktadır.

    …Neyse, şakanın tadını daha fazla kaçırmamak için,  Kandilli Deprem Araştırma Estitüsü ve depremle ilgili farklı statüdeki kuruluşları bir çatı altında toplama girişiminin nereden kaynaklandığına bakalım.

    Çünkü olay yalnız jeoloji ve depremle sınırlı olmayıp, bütün alanlarda mevcut olan “çok paydaşlılığın yönetimi” konusudur.

    Küreselleşmenin yanında, içinde ya da karşısında olunsa da, hemen bütün süreçlerin çok paydaşlı -hem de bir bölümü yurt dışı paydaş olmak üzere- hale geldiği bir gerçektir. Bunun yanında, sivil toplumun artan etkililiği, onu da süreçlerin ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir.

    Bütün bu gelişmelerin sonunda bugün ortaya çıkan tablonun özeti şudur: yerli ve yabancı -bu deyim dahi anlamını kaybetti- ve de farklı mevzuata, farklı amaca, farklı vizyona sahip çok sayıda kuruluş, kaotik görünümlü bir etkileşim içinde mal ve hizmet akımları yaratıyorlar.

    Her toplumun -dikkat ülke dahi diyemiyorum- karşı karşıya bulunduğu sorun, bu çoklu akımlar içinde boğulmadan onlarla etkileşebilmek ve bu etkileşmeden yarar sağlamak ve katkıda bulunabilmek (çünkü yalnız yarar sağlamak uyanıklığı mümkün değil ve yalnız katkıda bulunma saflığı da söz konusu değil).

    Bu, bu akımları emir-komuta ya da hiyerarşik piramitler yoluyla yönlendirerek mümkün değil. Aksi halde AKUT ya da USGS’i başbakanlığa bağlamak gibi -sonuçları itibariyle gerekli, olabilirliği açısından ise kabul edilemez- çözümler kaçınılmaz olmaktadır.

    Bununla beraber, örgütlenme konusundaki kültürümüzün oluşmasını ve güncellenmesini sağlamakla yükümlü akademisyen-bürokrat-politikacı sınıfımızın bugün için önümüze koyabildiği model, yüzyıl öncenin Prusya ordusunda kullanılan -ki modern ordularda dahi daha esnek modeller kullanılmaya başlandı- “hepsini tek tepeye, o tepeyi de en tepeye bağlamak” şeklinde özetlenebilecek olan modeldir.

    Ağ Temelli Yapılanma ise, birbirinden farklı ülkelerdeki, birbirinden farklı alanlardaki, birbirinden farklı statüdeki kuruluşları, her birinin mevzuat sınırlamalarına uyarak ve her birinin misyon, vizyon, öz-değer ve  bağımsızlıklarını koruyarak etkileşim (bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?unqid=7b61bd1d91dd309f46f8ec0627eac17f)  içinde bulunmalarına imkân tanıyan bir örgütlenme biçimidir.

    Karmaşık ilişkileri yönetmek durumunda olanların, o karmaşıklığa cevap verebilecek tekniklerden haberdar olmaya çalışmalarını öneririm.

    Salı, 09 Nisan 2002

     

     

  • “BİR DİRHEM ETİK BİN AYIP ÖRTER!”

    Etik kural Kuralın kötüye kullanımı örnekleri

    Kötüye kullanımı önlemek için

    Mevzuat yoluyla yapılabilecekler

    Mevzuat hükümlerinin uygulamasının olası sonuçları

    Zamanındalık

    Randevulara gecikmeyi adet haline getirmek. Bu bağlamda örneğin:

    • Toplantılara geç kalmayı adet edinmek:

      • Kamu kesiminde

    Devlet Personel Yasasının ilgili yönetmeliklerinde, bu ve benzer gecikmeleri tanımlayan ve her birini önleyici hükümler konulabilir. Örneğin, gecikenlere ceza verilmesi vb..

    1. Kural kirlenmesi (regulation pollution) artar,

    2. Gecikmenin “adet edinilmesi” ile “zorunlu gecikme” ayrımı üzerinde tartışmalar doğar,

    3. Uygulamalardan doğan haksızlıklar için idari mahkemelere başvurulur,

    4. Çalışan-çalıştıran ilişkileri gerginleşir,

    5. Yalan söyleme yaygınlaşır,

    6. Gecikmelerin daha objektif yollarla saptanması için elektronik vd çareler uygulanır ve bunlar:

    • gereksiz masrafa yol açar,

    • yeni haksızlıklara neden olur ve bunların giderilmesi için ek mevzuat düzenlemeleri gerekir ve bu süreç bitmez.

      • Böylece oluşan labirentler içinden yol bulmayı kendine iş edinmiş tipler doğar,

      • Yöneticiler, zamanlarının önemli bir bölümünü bu konulardaki çatışmaları çözmeye harcarlar.

    SONUÇ

    • Kişilerin değer sistemleri içine yerleşmiş bir etik norm yerine, beklenen souçların mevzuat yoluyla elde edilebilmesi güç, çoğu zaman da imkânsızdır. Üstüne üstlük, bu yararsız mevzuatın yarattığı sorunlar da ek mevzuat ihtiyaçları yaratacaktır.

    • Türkiye, ülke ve çeşitli kurumları olarak sorunlarını sürekli olarak mevzuat -anayasa, yasalar, tüzükler vbg- yoluyla çözmeye çalışmaktadır. Bu ise zaman içinde bir kural kirliliği ortamı yaratmıştır. Bu kirlilik ortamının kendisi -bir başka neden olmasa dahi- durduk yerde sorunlar üretmektedir.

    Tınaz Titiz, Etik Güvence (EG) sözleşmesini (https://www.tinaztitiz.com/hizmet.php?i=1) imzalamış bir yönetim danışmanıdır.

  • KREDİ FAİZİ PARANIN

    FİYATIYSA !

    Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.

    Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.

    Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.

    Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.

    Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.

    Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.

    Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.

    Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.

    Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.

    Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.

    İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.

    Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.

    Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.

    Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.

  • İKİ MEKTUP!

    Sayin Titiz,

    Gonderdiginiz yazilari keyifle okuyorum. Son gonderdiginiz yaziyi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=553) okuduktan sonra acaba nerede yanlis yapiyoruz sorusunu bir kez daha kendime sordum. Aslinda bu ezber ya da sorgulamadan ogrenme konusunda ne kadar haziriz sorusu galiba tum egitimcilerin sorusu ve sorusu olmali, ayrica aykiri dusunenleri hazmetmeyi de bilmemiz gerekiyor. Ne mi demek istiyorum, size bunu bir ornekle aciklamak isitiyorum:

    Son gunlerde YOK’un de destekledigi akreditasyon isi butun dunyada cig gibi buyuyor. Aslinda temel amacina bakinca kalitenin yukseltilmesi dusunuluyor, bende katiliyorum bu fikre ama is uygulmaya geldiginde? Niye mi! Bizim bu akreditasyondan anladigimiz ISO belgesi almak gibi, bunu daha sonra, bakin biz akredite olmus bir kurumuz onun icin herseyimiz iyi korumasinin arkasina saklanip gene ayni tas ayni hamam bu ogrencileri yetistirmeye devam..

    Akreditasyonda istenenler acaba bu cagin insanini yetistirmek icin olmazsa olmaz seyler mi? Bir ornek: akredite olacak bolumlerde verilen butun derlerin icerikleri, sinavlari, sinav sorulari, bolumun imkanlari vs. akredite edenler tarafindan incelenir. Ve dersler verilirken bu dersin iceriginin donem basinda acikca duyurulmasi, her konu icin hedef davranislarin belirlenmesi ve amaclarinin acik olmasi filan istenir.

    ………………. Universitesi, ………………. Yuksek Okulu’nda …… yil izni icin bulunuyorum burada da benzeri cabalar var ve gecenlerde Ingiltere’den gelen bir gurupla bunlari konusuyorduk (ben misafir ogretim uyesi sifati ile katildim toplantiya ve su soruyu sordum bu kadar her seyi benzer hale getirirseniz, bunun sonucunda nasil “yeni bir sorunla karsilastiginda cozum bulabilen”, “kendi kendine yatebilen” ve dusunen insanlar yetistirebilirsiniz cunku bu onerdiginiz sistem birbirinin benzeri hatta eslengi olan dusunmeyen insanlar uretir dedigimde, bana verilen cevap su oldu “evet biz de bu konular uzerinde tartisiyoruz“.

    Yani adamlar Ingiltere’de bunu tartisirken cevabini bildikleri ve dogru oldugundan suphe duyduklari seyi bizlere oneriyorlardi. Sonucta bir daha beni o toplantilara cagirmadilar galiba yakinda akredite olurlar.

    Sistemin akredite olmasi/olmamasi cok onemli degil son gunlerde hemen hemen cogu universite ogretim uyesi degerlendirme formlari veriyor ogrencilere her donem sonunda. Bu uygulama ODTU’de de vardi burada da var. Ve sorular 5 olcekle sa, a, n, d, sda seklinde sorulup cikan sonuca gore o ogretim uyesinin o donemki performansi ile ilgili bilgi ediniliyor. Sorular bu hedef davranislara gore yani davranisci ekole gore hazirlandigi icin bunu tam olarak uygulayanlar mutlu mesut donem sonunda notlarini aliyorlar.

    Yillardir ogrencileri ezbercilikten baska hicbir yere goturmeyen bu sistem simdi bu yolla daha da pekistirilmis oluyor yanibutun ders verenler bunu uygulamak zorundalar yoksa kotu not alip ortalamalarini dusurme riski var. (ha simdi tam burada nereden biliyorsun, elinde bir kanit var mi diyenleri duyar gibi oluyorum. Evet var, bir tanesi yurt disi bir kaynak size bu maille birlikte gonderecegim, digeride benim burada yaptigim bir calisma). Evet ben ne yaptim bu tutarsiz ve guvenirliligi test edilmemis araci kullanarak yapilan degerlendirmelerin ne kadar guvenilir oldugunu gostermek icin.

    Buraya geldigimde benden vermem beklenen ………….. dersini tamamen bu formata uyarak hazirladim ve istenen herseyi yerine getirerek yani sorulari elime aldim ve mufredati tam orada istenen gibi duznleyip verdim. Bu arada ben ogrencilere hala acaba grup calismasi yaptirabilirmiyim diye bir kisisel bir de grup projesi yaptirmaya calistim amacim geleneksel ve problem tabanli ogrenme yontemlerinin bu yapi icerisinde kullanilip kullanilmayacagi idi ayrica

    ikinci donem sadece bu yontemleri kullandigimda iki calismanin tutarli olmasi icin boyle strateji izledim. Donem sonunda simdiye kadar verdigim donemler boyunca ogrencilerin hazirladigi en kotu ogrenci projeleri uretildi benim acimdan ama ogretim uyesi degerlendirme formlarinda bolumdeki en ust ortalamaya sahip bir kac kisinin arasina girdim. En yuksek olanlar 4.00 iken benimki 3.66 oldu. Yani ogrenciler bu yontemden ve dersin verilis seklinden cok memnundular. Bolum baskanimiz bununbenim egitimci olmamla iliskili oldugu seklinde bir yorumda bulundu.

    Bu yontemde bilgiden-probleme gidis vardi ve ogrenci gak dedikce su guk dedikce et ile beslenmekte sadece ve sadece notlari ve verilen tasklari bilmesi yeterli olmakta sonucta hic dusunmeyen ve hatta dusunmek bile istemeyen ve sorulan her turlu soruya eger konu dahilinde ise cevap verebilen birbirinin ayni dusunen insanlar elde edebiliyorduk ve sistem calisiyor ve olculebiliyordu bundan iyisi Sam’da kayisi oluyordu herhalde. Ama ben mutlu degildim cunku ogrencilerim ilk kez bu kadar kotu ve birbirinin ayni web projeleri uretmislerdi hemen hemen hepsi birbirinin benzeri ve yaraticiliktan nasibini almamis projeler.

    İkinci donem ise derste yontemi coklu ortam destekli-problem tabanli ogrenme tabanli vermeye karar verdim. Burada yanliz kucuk bir yontemsel degisiklik yaparak tamamen problem tabanli ogrenme degil belli bir olcude de geleneksel yontemi kullanmaya calistim. Yani ikisinin karisimi bir yol izledim dersin kapsami tamamen ayni kaldi, geleneksel olarak kullandigimiz, dersle ilgili butun ders notlari ve hersey acik sekilde web sayfamda bulunabiliyordu (halbuki problem tabanli ogrenmelerde ogrencinin bunu kendisinin bulmasi ve bu konuda karar vermesi ozendirilir) yani hem bilgiden soruya ve hemde sorudan/problemden bilgiye gidilebilecek bir yontem kullanmaya basladim.

    Dersin ilk kisminda ogrenciler benim ve ders notlarinin yardimi ile kisisel birer web sayfasi yaptilar. Ve kendi baslarina calistilar. Dersin geri kalan kisminda ise 4-5 ogrenciden olusan gruplar olusturarak kendi belirledikleri konu uzerinde calismalari ve proje uretmeleri isendi. Bu sirada grup calismalarinda kullanilmak uzere grup chat ve grup forum olanaklari saglandi. Yani sadece kendi gruplari icinde konusup tartismalarina imkan saglandi ama ogrencilerin tumu ile birlikte donem boyunca birlikteligimiz devam etti bu birliktelik sirasinda normal ders anlatimi yerine olusan problemlerin cozumune yardimci olmaya calistim sonucta tam 18 proje olusturdular.

    Bence iclerinde bayagi iyi olanlar var. Evet bu ders icinde gene kalsik ogretim uyesi degerlendirme formu dagitildi ogrencilerime ve ortalamam ne yazik ki 2.60 olmustu yani neredeyse tam 1 deger dusus vardi. Bence bu cok sasirtici bir durum degil di cunku benzeri bri degerlendirme size bu mail ile gonderdigim

    ….’in hikayesinde de var. Ozellikle paper son kismi ders niteliginde bence. Evet simdi ne yapmak gerekiyor sorusuna donecek olursak hepimiz ayni sekilde ders vermeye devam edelim derim 🙂 o zaman degerlendirme sonuclari hic sorunsuz oluyor ve kimse sizin aleyhinize kullanamiyor (….. oyle soyluyor benim de kisisel tecrubelerim bu yonde)

    Evet tercih kimin ??? ben hala bu sorunun cevabini bulmaya calisiyorum. Ne zaman bu akreditasyon bu hali ile ise yaramaz standart tipler olusturur desem bir suru dusman kazaniyorum.. sizce ben ne yapmaliyim.

    Hic bunlara kafayi yormadan iyi egiticiler arasindaki yerimi koruyarak birbirinin ayni insanlar yetistirme faliyetine mi devam edeyim yoksa ogrencilerimi bu tur degisik yontemleri kullanarak kendi kendilerine yeten insanlar haline mi getirmeliyim.

    Evet sayin Titiz; siz olsaydiniz ne yapardiniz?

    Saygilarimla

    5 Nisan 2002

    (isim ve adres)

     

     

    Sevgili  ……. bey,

    Çok az mesaj sizinki kadar derin düşüncelere dalmama yol açmıştır, bunu  hemen belirtmeliyim.

    Son 1-1.5 yıldır,  çok çeşitli alanlarda -sanayi danışmanlığı, ezbersiz eğitim, bilim egemenliği vbg- çalışma sonunda, bugüne kadar sorgulamadığım kimi kabullerimi tekrar masa üzerine koyup her birini tekrar tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyuyorum.  Bütün bu karmaşa içinde “very basics” denilebilecek şeyleri aramaya başladım. Ve her defasında, sorgulamadığım  varsayımlarımın ne derin yanılgılara yol açabildiğini gördüm. Buna benim bireysel ezberim diyebilirim.

    Gerek sizin gerek ……’ın yazılarınızı birkaç defa okudum. Her ikisinin de sonu,  benzer dilemmalar karşısındaki  karar  durumlarını yansıtıyor. Muhtemelen  birçok insan aynı çelişkiler karşısında karar vermek durumunda kalıyordur.

    Bu durumun -her şeyde olduğu gibi- tek doğru yanıtının bulumadığını düşünüyorum. Verilecek karar tamamen bireyseldir ve hemen hemen tek parametreye bağlıdır:  Bu parametre, “ben ne istiyorum?” sorusunun yanıtıdır.

    Bu soru, bir kişinin tüm ömrü boyunca hergün, karşılaştığı her  “yeni durum”dan sonra,  sanki evvelce hiç sorulmamış gibi sorulup cevabının tekrar  verilmeye çalışılması gereken bir soru. Sorunun zorluğu,  sıradan cevaplara çok açık olmasından ve bir ölçüde de kavramların içlerinin boşalmışlığından geliyor.

    Mutlu olmak istiyorum“, “insanca yaşamak istiyodrum“, “başkalarına yararlı olmak istiyorum“, “dünyayı tanımak istiyorum“, “düşük olup basılmamak, yüksek olup asılmamak gibi bir orta yol istiyorum“, “lider olmak istiyorum“, “kendi çıkarlarımı korumak istiyorum”  ve benzeri onlarca cevabın, gençlik yıllarımızda birer ideolojik doğru gibi yol gösterici göründüğünü hatırlıyor ve bunların  daha sonraları hemen hiçbir şey ifade etmediğini -bana- şimdi şimdi anladığımı -ya da bir farkındalık sürecinin ilk işaretlerini algıladığımı-  görüyorum.

    Dolayısıyla, “başkalarının takdirini kazanmak” pekalâ bir  misyon olarak edinilebilir ve bir ömür bu misyonu izleyerek tamamlanabilir. Çevresinde saygın, hatta yararlı birçok insanın bu tür bir misyonu olduğunu görüyoruz. Bunun aksi ucunda da, “dünyayı ben mi kurtaracağım” misyonuna sadık milyonlar var. Onlar da yaşamlarını sürdürüyor ve sonunda göçüyorlar.  Bunların hangisinin doğru olduğu gibi, geleneksel  yargılama temelli düşünce sisteminin -ki bu düşünce sistemine göre her şey iki şeyden birisidir ya da fuzzy’dir, ama mutlaka hakkında bir yargıda bulunulmalıdır, hiçbir şey as it is olamaz- mutlak zorunluğuna kapılmayacağım. Siz hangisini doğru buluyorsanız odur.

    Burada bir soru akla gelebilir: bu konularda düşünen ve evrensel açıdan doğru sonuçlara -eğer öyle sonuçlar varsa- varmış birileri, bu soruların cevaplarını verse de herkes düşünüp yanlış yollara sapmaktan korunsa!

    Bunun mümkün olamayacağını sanırım açıklamaya gerek yoktur. Çünkü, herhangi bir misyonu -ne olursa olsun- edinmek, elbise giymek gibi eğreti bir şey  olamaz. Misyon -her ne olursa olsun- bir dizi uygunluğun üzerine oturabilecek bir üst değer olmak zorundadır. Filan misyonu ediniyorum denildiğinde, onun gereklerini yerine getirmeksizin o misyon benimsenmiş olamaz. Burada bir tehlikeye işaret etmek isterim. O da,  bir misyonun, üzerine oturacağı temellere sahip olmaksızın ona ait özelliklerin adlarını söylemek hastalığıdır. Çevremde yüzlerce böyle insan görüyorum ve bunların büyük bölümü “eğitimli”. Bir özelliğe katiyen sahip olmaksızın, o özelliğin takıştırma kısmını -hem de en parlak ifade, postures,  gestures  vs  ile-  kopyalamak.

    Eğitim sistemimiz bunun özel durumlarıyla doludur. Bir şeyin aslını bilmeden onunla ilgili çok şey bilmek!

    Bu açıklamayı, ezbersiz eğitim konusunda kendime biçtiğim misyonumun sadece benim için doğru -o da şimdilik- olduğuna işaret etmek, siz, …. ya da bu konularda düşünen bir başkasının yine kendileri için doğru misyonlar edinebilmesinin mümkün olduğuna işaret etmek amacıyla  yaptım.

    İnsan, aynı ana ve babayı paylaştığı kişilerle dahi belirli bir  noktadan daha ilerisini konuşamayabiliyor. Sizinle ise bunları konuşabileceğimi hissediyorum. Bu yüzden -şimdilik- benimsediğim yaşam ilkesinin “büyük bütünle uyum içinde olmak” olduğunu söyleyebiliyorum. Bunun içinde insan-hayvan-bitki ya da taş-toprak-hava ayrımı yok; insanın şerefli mahluk olduğu -dolayısıyla da birçok cürümü işleyebileceği icazeti- yok; akıl’ın çok önemli bir şey olduğu yok;  birilerinin birilerine bir şeyler öğretmesi gerektiği yok; değer ölçülerimizin doğru olduğu  inancı yok.

    Sevgili …… bey,

    Son 1-1.5 yılda birdenbire gözümü açan olaylar oldu. Belki de bunlar olup duruyordu, ama ben öyle bakmıyordum. Şimdi, tüm varlıkların en önemli -hatta başlıca- özelliklerinin müthiş  öğrenme yetenekleri  olduğunu iyice anlıyorum. Bunun nedeni basit. Öğrenme yetenekleri yüksek türler ve o türler içindeki bireyler -insan, hayvan, bitki vs- varlıklarını sürdürebiliyorlar, diğerleri ise öyle ya da böyle yok oluyorlar. Bunda da bir haksızlık yok.

    Bu denli katı olarak öğrenmeye programlanmış olmanın ilginç dezavantajları da -eğer gerçekten dezavantaj iseler- var:  o denli kolay öğreniliyor ki, öğrenilenin ne olduğuna bakılmıyor, doğru-iyi-güzel’lerin yanısıra ve aynı etkililikte yanlış-kötü-çirkin de öğrenilebiliyor.  Bilimin, ahlâkın ve sanatın bu değerleri içinde her gün yüzlerce örneğini görüyoruz.

    Varlıklar survival yolunda her şeyi öğrenme kaynağı diye kullanmaya  genetik olarak programlı oldukları için, bunu farkeden bazı hemcinsleri -hatta başka cinsler de ileride olabilecek ve örneğin bazı hayvanlar insanları koşullandırıp kendi çıkarları yönünde kullanabilecek, bu yakındır-  diğerlerine  kendi misyonları doğrultusundaki şeyleri “öğretebiliyorlar”. Bunun, devlet denilen resmi ve büyük örgüt -bazı yerlerde şirket deniliyor-  eliyle yapılanına “eğitim” adı veriliyor. Bence bunların hiçbirisinin bir diğerinden farkı yoktur.

    Böyle bir misyon, ezber, proje temelli öğrenme ya da çevre koruma gibi alanlarda çeşitli  yaşam senaryoları ortaya çıkaracaktır. Ben -yine şimdilik- başkalarının gözünde nasıl göründüğümü, onlardan takdir alıp almadığımı  dikkate almıyorum. Hattâ bunlar, yaşamımda epey  maddi ve manevi güçlük de yaratıyor.  Ama bunları yargılamıyorum ve seçtiğim yolda rastlanması gerekenler olarak  yorumluyorum.

    Bu arada dikkatimi çeken, çok büyük bir kesimin, “öğrenme” yetileri ve de bunu farkeden hemcinslerinin onlara bir şeyler öğretme -sokuşturma- çabaları sonunda, hayvanların çoğunda -ve yeni doğan bir  bebekte- var olan saflığı kaybettiği, ortaya aptal, ahmak ve ahlaksız bir “şey”in çıktığı oldu. Bu ortaya çıkan “şey”in ne olduğunu tanımlayamayacağım.  Bunlar  bildiğimiz  canlı-yarı canlı-cansız sınıflandırmasına  giremeyen özel “şey”ler. Canlı olup olmadıkları tartışmalı. Anatomik ve hukuki açıdan canlı sayılmaktalar. Ama, doğal uyum yeteneklerini -öğretildikleri ve de uyumlarını zedeleyebilecek şeyleri öğrendikleri için-  kaybetmişler, bence ölü hale gelmişlerdir. Çevremiz böyle yüzbinlerce cesetle çevrili. Bir şeyi merak etmeyen -merak ediyormuş gibi yapan-,  kulaktan dolma kalıplarla sürekli yargı, tartışma, niza, iddia  -ve bunlara bağlı arogance– üreten cesetler!

    Çeşitli kurumlarda, komisyonlarda, gönüllü kuruluşlarda ve de her  rütbede cesetle birlikte yaşamanın, yaşamınızı sürdürme yolunda onlarla bir çeşit nekrofili içinde bulunmak başlangıçta kabul edilemez gibi görünüyor. Ama  varlıkların uyum yeteneği burada da imdada yetişiyor ve birlikte bulunmayı “öğreniyor”sunuz. Bu insanlar ya müşteriniz ya patronunuz ya da iş arkadaşınızdır, komşunuzdur. Bir şeyleri birlikte yapmak zorunda olduğunuz alt ya da üst komşunuz, ya da trafikte kazaya uğramamak için birlikte yaşamak zorunda olduğunuz kişilerdir.

    Bu durumu anladığınızda akla gelen soru şu oluyor: bu durum da büyük sistemin ürünlerinden birisidir, dolayısıyla “yanlış” değil; o halde değiştirmeye çalışmak yerine zarar vermeden ve de zarar görmeden yaşamaya çalışmak gerekir.

    Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu takdirde “durumdan vazife çıkarmak” cinsinden şöyle bir gereklilik ortaya çıkıyor: benzer durumda olanlarla yardımlaşmak. Bu, kendini korumanın bir gereği olarak ortaya çıkıyor, yoksa  geleneksel  ahlâkın kalıplarından birisi olan “başkalarına yardım etmek” gerektiği için değil. Ha belki de, bütün dinlerin -ve din olmayan öğretilerin- ortak emri olan yardımlaşmanın altında bu evrensel gerçek bulunuyordur.

    Şimdi, bu yardımlaşma konusuna gelince bir sorunu anlayıp çözmemiz gerekiyor. O da, kiminle ne yönde yardımlaşacağınız ve bu konuda ne ölçüde çaba harcamanızın doğru olacağıdır. Bu sorunu çözebilmek için, mevcut tümör gibi yapının iyi anlaşılması  gerekiyor.

    Ben uzunca zamandır, bir yargıya kendimi kaptırıp da, anlayışımın önüne kendi kendime set çekmemek için gözlem yapıyorum.

    Bu denli akıl dışılığa kendini kaptırmış, hemen hemen doğru-iyi-güzel denebilecek hiçbir değerini koruyamamış ve de yenisini üretememiş, sürekli yakınan, suçlayan, nefret eden bir topluluk nasıl oluşabilir. Canlılar da dahil bütün canlıların temel özelliği olan saflık ve uyum nasıl olup da bu denli kaybolabilir?

    Böyle bir yapının neresine müdahale edilerek düzeltilebilir; yoksa hiç ellenmeyip kendi kendini tasfiye etmesi mi beklenmeli?

    İşte yavaş yavaş anlamaya başladığım şu oldu: O.R. disiplininin Markow Chain yaklaşımını bilirsiniz. Bu yaklaşımın özü, her deneyin sonucunun, kendinden sonraki deneylerin sonuçlarını belirleyeceği‘dir.

    Benzer biçimde, kendini olumsuz değişimlere karşı koruyabilen, uyum yeteneğini sürdürebilen bir insan topluluğu, insan ömrüne göre çok uzun sayılması gereken yaşam sürecinin bir noktasında, herhangi bir nedenle güçlü sosyal virüs(ler) ile karşılaşır-ki buna biraz aşağıda değineceğim- ve sosyal bağışıklık sistemi -yani sorun çözme becerisi- bu virüs(ler)i alt edemez ise- bir dizi zincirleme olay dizisi başlamaktadır.

    Bu olayların başlıcası, bu virütik çekirdeğin (core) etrafında, onunla uyumlu sosyal kurumların ve o kurumlara uygun -ya da en az aykırı- insan tiplerinin toplanmaya başlamasıdır. Sanırım benzer bir süreç biyolojik organizmalarda da olabilir. Bunu kızıma soracağım, o biyolog olduğu için bilir. Bir süre içinde bir mutasyon ile, bu tipolojiye hiç de uygun olmayan insanların da uygun hale gelmesi, gelmemekte direnenlerin ise tasfiye olduklarını düşünüyorum. Böylece, insan ömrü için uzunca, ama toplum ömürleri için kısa bir süre içinde, güçlü bir çekirdek ortaya çıkabilmektedir.

    Şimdi bu çekirdek açısından en önemli mesele, kendini, çevredeki -iç ve dış dünya- değişim akımlarına karşı koruyabilmesidir. Çekirdek de,  kendini oluşturan bireysel elementlerle benzer yetenekte bir öğrenme yeteneğine -yani varlığını sürdürme yollarını bulup öğrenmeye- sahip olduğu için bunu kolayca yapabilecek çeşitli yollar bulabilmektedir.

    Bunlardan en yaygın olanı “değişim neyi zorluyorsa onu söylemek, hattâ o yönlerde bayraktarlık yapacak kadar söylemek” tekniğidir. (Nitekim, epey gecikerek de olsa Türkiye’deki Atatürk karşıtları, karşıt söylemleri bırakıp karşıt eylemlere hız vermişler, ama diğer yandan da Atatürk’ü övme konusunda bir tür yarışa girmişlerdir. Atatürk yandaşı kişilerin çoğunluğunun Atatürk yandaşlığı da sadece söylem düzeyinde olduğu için, artık kimse kimseye Atatürk düşmanı diyemeyecektir. Doğanın bu çok yaygın tekniğini biz “dahi” anlayıp uygulamaya koymuş bulunuyoruz.)

    Burada, cevaplanması gereken birkaç soru daha olabilir. Bir tanesi, bu çekirdek içinde, onun normları ile tam bağdaşmayan, hattâ tam aksi özellikte ama tasfiyeden de kendini koruyabilen -belki benzer aldatma yöntemleri ya da gözden kaçma gibi nedenlerle- kişilerin ne sıklıkta bulunabileceğidir.

    Bu soru önemlidir. Çünkü, eğer çekirdeğin -sosyal tümör- iyice küçültülüp sosyal bünye için bir tehdit oluşturamayacak şekilde çevresinin sarmalanıp öylece kontrol altında tutulabilmesini mümkün kılabilecek bir strateji varsa bu, mutlaka o aykırı elementlere dayalı olacaktır.

    Eğer bu aykırı elementlerin sayısı belirli bir kritik kütle oluşturamıyor ya da sayıları yeterli ama aralarında yeterli bir etkileşim sağlayamıyorlarsa bu takdirde bu “tümör küçültme” işini büyük Tanrısal düzene bırakmaktan başka çare olmayabilir.

    Gözlemlerime göre -maalesef- bu tür elementlerin hem sayısı çok az, hem de aralarındaki etkileşim çok zayıftır. Bu, çekirdeğin uzun süreli gelişim süreci boyunca uyguladığı tasfiye yöntemlerinin bir sonucu olsa gerekir.

    Milyonlarca çocuk ve gencimizin  tabi oldukları  aile, okul ve medya tabanlı eğitimlerin bu olağanüstü düşük “aykırı element sayısı” olgusundaki payı büyüktür.

    Burada bir parantez açarak bu yıl içinde gözümü açan olaylardan birisini size aktarmak istiyorum: 300 kadar “eğitim etkini” denilebilecek kişinin adresine -içlerinde öğretmen, idareci, eğitim akademisyeni, sanayici, yazar, düşünür, eğitim bürokratı, politikacı gibi kimseler var-  birer kişisel mektup yazarak şunu önerdim:

    «Eğitimde büyük reformlar yapmanın büyük yatırımları gerektiği söyleniyor. Bu belki doğru olabilir. Benim size 2 ucuz önerim var. O denli ucuz ki, bir mezra okulundaki öğretmen dahi isterse, hiç kimseden izin almadan bunları uygulayabilir. Yeni yasa yapmaya, anayasayı değiştirmeye, dış finansman bulmaya vs ihtiyaç yoktur.

    Bu iki önerimden birisi, her ne öğretiliyor ise -öğretilenlerin lüzumunu tartışmıyorum-, bunların mutlak doğrular olmadığını,  doğrulardan yalnızca bir tanesi olduğu vurgulansın ve örnekler verilsin. 5 kere 5’in ancak 10 tabanlı sistemde 25 olduğu, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın sadece durağan koordinat sistemlerinde geçerli olduğu, iç açıları toplamı 1800 olan üçgenlerin sadece düzlem üzerine çizilenler olduğu, düzlem denilen şeyin ise dünya yüzeyinde fiilen bulunmadığı, ancak zihinsel -soyut- olarak mevcut olabileceği, yeni çağın başlangıcının bize göre İstanbul’un fethi, başkalarına göre Amerika’nın keşfi, matbaanın icadı ve İstanbul’un fethinin olağanüstü biçimde bir araya gelmiş olması vs vs vs..

    Diğeri ise, ana okullarından üniversitelere kadar yapılan her türlü sınavda uygulanması adet haline gelen “kopyaya karşı gözetim” yönteminin terkedilip “onur sistemi” denilen yöntemin uygulanması ve bu yolla:

    1.       “Siz güvenilmez bir kişisiniz, gözetim olmazsa çalarsınız”,

    2.       “Siz güvenilmez olduğunuza göre arkadaşlarınız da öyledir. İnsanlar güvenilmezdir. O halde yarın mezun olduktan sonra her ne iş yaparsanız yapın -işportacılık, yasa yapıcılık, savcılık, yargıçlık ya da ticaret-, yaptığınız işleri daima güvensizlik üzerine kurun”,

    3.       “İnsanlar doğuştan kötüdür, potansiyel suçludurlar” vs vs

    mesajlarının durdurulması.»

    Bu iki önerime, YÖK üyelerinden, üniversite rektörlerinden, yazar, düşünür, düşünmez, öğretmen, hattâ, yabancı ülkede okurken kendisine bu tür onur sistemi uygulanan akademisyen,  velhasıl her kesimden çeşitli yanıtlar geldi. İşte bunların, gözümü açan özeti:

    (1)     Birinci önerinizin uygulanması çok basit, zaten çoğu öğretmen de uyguluyor. (ben bugüne kadar uygulayan 1 -sayı ile bir- tane  öğretici görmedim),

    (2)     İkinci öneriniz ülkemizde uygulanamaz. Çünkü:

    a.        Kopya hırsızlık değildir, her öğrenci yapar,

    b.        Bizim çocuklarımız buna itiraz ederler, çünkü onlar kopyaya alışmışlardır,

    c.        Böyle bir uygulama öğrenciler ve bölümler arasında karışıklık yaratır, ben kötü kişi olurum,

    d.        Onur sistemi -ve genelde onur- ancak ekonomik sorunlarını çözebilmiş toplumlar için söz konusudur ve bizim için lükstür,

    e.        Kopya, öğrencilerin mevcut sisteme karşı bir protestosudur, dolayısıyla önlenmesine gerek yoktur,

    f.         Ben öğretmen olsam, bana ancak yazılı emir verirlerse bunu uygularım. Çünkü öğrenci, veli, Milli Eğitim vs ile başımın derde girmesi ihtimali vardır,

    g.       Eğitim sisteminin tüm sorunları çözüldükten sonra böyle bir uygulama yapılabilir, yani sorunlar hiyerarşisinde aşağı sıralarda yer alır.

    Bu sonuçları genelliyerek 440,000 öğretmen, 25,000 öğretim görevlisi ve üyesi gibi bir kitleye teşmil etmek istemem, ama örneklediğim kitlenin de gerek sayısı ve özellikle de nitelikleri itibariyle sıradan olmadığını, eğitim anlayışımızı temsil etmede epey önemli olduğunu da düşünürüm.

    ……. bey,

    Bu sonuçları -abartmaksızın- dehşet verici buluyorum. Bu yargıya varmamın nedeni, bu kitle içinde hasbelkader ünvan sahibi olmuş, bir yerlere gelmiş kişilerin yanısıra, gayet parlak kariyerler yapmış, genç yaşında önemli ünvanları -muhtemelen hakkı ile- almış, konuştuğu zaman, yukarıda değindiğim “aykırı” elementlere dahil olduğunu zannedebileceğiniz, sürekli olarak eleştiren, yol gösteren insanların da bulunmasıdır. Bu durum, tümör küçültme işinin -göründüğü kadarı ile- oldukça güç olduğunu gösteriyor.

    Bütün bunlar, benim şu andaki kanaatim. Ama bir şans, bu gözlemlerimin içinde, sonuçtaki yargılarımı değiştirebilecek hatalıların bulunması olasılığıdır.

    İşte bu yüzden, işi Tanrısal düzene bırakma alternatifini benimseme hakkını kendimde -ve varlık nedeni olarak büyük düzene uyum sağlamak olarak tanımlayan hiç kimsede- göremiyorum.

    Bu yüzden, bir arkadaşınız olarak, benimsediğiniz ve uzun süredir değiştirmediğiniz yolunuzu korumanızı, bir yandan ne olup bittiğini anlama çabalarımızı sürdürürken, bir yandan da bu tümör yapının nasıl küçültülebileceğini -gürültülerden rahatsız olmaksızın- düşünüp uygulamaya devam etmenizi öneriyorum.

    Selam ve sevgilerle,

    Cuma, 12 Nisan 2002

    M. Tinaz Titiz

  • KREDİ FAİZİ PARANIN

    FİYATIYSA !

    Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.

    Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.

    Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.

    Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.

    Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.

    Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.

    Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.

    Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.

    Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.

    Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.

    İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.

    Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.

    Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.

    Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.