• VAKİT YA DA İLGİ YETMEZLİĞİ MÜMKÜNDÜR, AMA…

    Yıllardır bende bir takıntı haline gelen, “bayram-seyranda, toptan kutlama mesajı yollama” konusunu sizlerle paylaşmak ve böylece -eğer mümkün olursa- bu takıntıdan biraz olsun kurtulmak istiyorum.

    Takıntımın epey geçmişe gittiğine ilişkin bir kanıtı, ’80’li yıllarda yazdığım aşağıdaki yazıdır:

    TEBRİK ALDATMACASI

    Kişilerin seyrek de olsa tanıdıklarına, dostlarına iyi dileklerini iletmesi ne kadar güzel bir adetse, bunu, bilgisayarlara yüklenmiş adresler arasındaki otomatik tebrikleşme komedisine çevirmek de o denli yakışıksızdır.

    Matbaada, ya tam basılan ya da bazı yerleri ……… bırakılıp, bayram çeşidine göre doldurulan kartların üzerinde ne yazarsa yazsın taşıdığı mesaj  şudur: “Benim sana ayıracak zamanım yok. Ya da sen, iki-üç kelime yazmama değer bir kişi değilsin. Ama bu kartları yollamak adet olmuş, o sebeple sekreterim (hatta bilgisayarım) bu angaryayı yapıyor.”

    İş sadece “yakışık” konusu da değildir. Konunun bir de “aldatma” boyutu vardır.

    İçerdiği mesaj, yukarıdaki olduğundan şüphe bulunmayan tebrikler dolayısıyla doğabileceği tahmin edilen kızgınlık ve alınganlığa yol açmamak için son yıllarda keşfedilen bir yöntem, el yazısıyla yazılmış ve de kasıtlı  silintiler içeren tebriklerin, aslından ayırdedilemeyecek bir şekilde matbaada basılmasıdır.

    Bazısı matbaa yazısının altında, sanki yollayan tarafından dolmakalemle imzalanmış gibi imza taşıyan, bazısı da bütünüyle dolmakalemle gibi yazı taşıyan tebrikler (!) tek kelime ile rencide edicidir.

    Bu tekniklere aşina olmayan köylü vatandaşlarımızı, “bak bana filancadan  kendi el yazısıyla tebrik geldi”  yanılgısına düşürmeyi amaçladığından şüphe olmayan bu tebrikler, karşısındakileri cahil yerine koymanın Türkçesidir.

    İş yaptığı müşterilerinin tümüne  tebrik yollaması, birlikte çalıştığı beşinci sınıf reklam ajansı tarafından tavsiye edilen bir genel müdür pekala, “ben bu kadar insana tek tek nasıl yazabilirim” diyebilir.

    Bu işin  “yakışıklı” kuralı basittir: Eğer bir kişiye 5-10 kelime (yaklaşık 15 saniye) yazamayacak kadar değerli bulmuyorsanız ya da bu iş için ayırabileceğiniz zamanın, değerli bulduğunuz insan sayısına bölümü 15 saniyeden daha küçükse bu defa hiç yazmayınız.

    Buna karşı mesela bir gazeteye ilan vererek, “tüm müşterilerimizin (tabii her zaman müşteri olmayabilir, başka şeyler de olabilir!) mübarek bayramlarını tebrik eyleriz” şeklinde işi kısa kesmek daha dürüstçedir.

    Doğrusu ben, bu tür aldatma motifi içeren tebrikleri kati surette cevaplamıyorum. Diğerlerine ise vaktimin elverdiği ölçüde 2-3 kelime de olsa kendi elimle bir şeyler yazıyorum.

    Tebrik bir zorunluk, bir iş gereği, bir yatırım değildir. Bir gönül almadır. İçine aldatmaca karıştırılmamalıdır.

    Yaklaşık 20 yıl içinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da gelişmeler oldu ve işin içine internet girdi, şimdilerde insan aldatmak daha kolay.

    Bilgisayarınızın posta programına yüklü adres defterinden seçtiğiniz -bu da bir defa yapılıp otomatik hale getirilebilir- onlarca / yüzlerce adrese, hattâ istenilirse sadece size yazıldığı izlenimi verebilecek şekilde- çok (multiple) anlamlı kutlama mesajları yollamak mümkün hale geldi: “Bu mutlu günde en içten dileklerimi(zi) sunuyorum(z)” mesajı; resmi ve dini bayram, nişan, düğün, sünnet, terfi, seçim veya maç kazanma, sevgililier günü ya da yeni ürünün lansmanı münasebetiyle yollanabilir.

    Kutlama, kişisel ya da çok dar kapsamlı (aile gibi), duygu boyutu çok ağırlıklı bir “insani” işlevdir ve hiç kaybedilmemesi gereken öz-içeriği, “bu özel münasebetle, senin özel duygusal gereksinimlerine … iyi dileklerimi yolluyorum“dan ibarettir.

    Bunun, listeler halinde yapılması, “sen bir sürünün, bence hiçbir farkı bulunmayan üyesisin; bu mesajı da sana senin için değil, bu kadar çok kişiye istediğim anda erişebileceğimi, bilgisayar sahibi olduğumu, bu işlerden anladığımı anlatmak için yolluyorum” demektir, “saklı içerik” budur.

    Evet, başkaları ne düşünürse düşünsün, bana bu şekilde “sürü üyesi” muamelesi yapanlara cevap vermiyorum. Pahalı bir kartın içine birkaç tane kartviziti koyarak güya vazife ifa eden kutlama(!) mesajlarını doğrudan çöpe atıyorum.

    Gelin 2003’ü bireyler olarak karşılayalım, birbirimize sürü muamelesi yapmayalım.

  • Milli Eğitim Bakanına açık mektup

     Cuma, 10 Ocak 2003

    Sayın Bakan,

    Size bu mektubu yeni görevinizde başarı dilemek ve eğer arzu edilirse, olası katkılarım hakkında düşüncelerimi iletmek için yazıyorum.

    Ama bir yandan da, bu tür önerilerin -belki biraz da fazlasıyla- aktığını ve bir çeşit öneri kirliliği yarattığını da tahmin ediyorum.

    Sanırım ki J. F. Kennedy de benzer bir öneri akımı altında şu ünlü deyişi üretmiştir: “her başkana binlerce öneri gelir; iyi başkan, bu kalabalık içinde kulak verilmesi gerekenleri sezebilendir“.

    Sizin bu yöndeki sezginize güvenerek, önerilerimi kısa başlıklar halinde sunacağım. Eğer arzu edilirse, bunların ayrıntıları üzerinde konuşabiliriz:

    • Bugün mevcut olan sorunlar, onlara yol açmış yaklaşımlar sürdürülerek çözülemez. Bugün çözüm önerenlerin, bizzat sorun yaratan yaklaşımların sahipleri olduğu unutulmamalıdır.
    • Herkes eğitim “sistemi”nden yakınıyor. Halbuki “sistem” denilen şey, bu işin paydaşlarını -veli, öğrenci, öğretmen, idareci, akademisyen, bürokrat, politikacı, asker, basın, sanatçı, sponsor, sivil toplum kuruluşu vd- oluşturan birey ve kesimlerin, birbiriyle uzlaşmaz isteklerinin toplamından ibarettir.

    Dolayısıyla sorun “sistem”de değil, bir sistemden bu denli farklı isteklerde bulunan, üstelik de bunları mutlak doğru zannedip israrla savunan ve fırsat bulduğunda fırsat bulduğu kadarını uygulayan toplumdadır.

    Eğitimden neler beklenmesi gerektiği konusunda bir zihinsel netliğe kavuşmadan bu kargaşanın çözülmesi imkânsızdır.

    Eğitim alanındaki paydaşların sayısı çok ve statüleri birbirinden farklıdır. Bunları bir araya getirebilecek ve böylece ortak akıl üretebilecek en etkili araç “Ağ Temelli Yaklaşım”lardır. Tüm Avrupa ülkelerinde neredeyse norm olan bu yaklaşım (Sokrates, Leonardo vb ağlar) Türkiye’miz için de etkili bir yoldur. Bu yolda geçen yıl atılan bir adım, sizin girişiminizle hayata geçebilir.

    Bu tür bir ağın ilk faaliyeti olarak bir arama konferansı yapılabilir ve eğitim konusundaki stratejik çerçeve çizilebilir.

    Cumhuriyetin ilk yıllarında, 10 milyon kadar nüfusu okur-yazar yapmak ve savaştan çıkmış bir ülkeyi kalkındırmak için gereken yurttaş tipini yaratmaya yönelik yaklaşım o gün için doğru sayılabilir.

    Yanlış olan, 21nci yy.’ın karmaşık ilişkiler dünyasının getirdiği neredeyse sonsuz öğrenme ihtiyaçlarını ideolojik indoktrinasyon yaklaşımıyla gerçekleştirmeye çalışmaktır.

    Bugün bu kalabalık ve genç nüfusun ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışlar ancak kişinin kendisinin “öğrenmesi” yoluyla mümkündür. İşte bu nedenle de “öğrenme” (learning) kavramı bütün dünyada giderek ön plâna gelmektedir.

    Eğitim fakültelerimiz ise halâ B. F. Skinner’in (1904-1990) hayvan deneylerinden mülhem “davranış şekillendirme” elemanları yetiştirmekle meşguldür. Halbuki “öğretme” yoluyla davranış şekillendirme artık neredeyse bir “zihinsel taciz” sayılmak durumundadır.

    Devletin bu bağlamda yapması gereken 2 önemli işlev vardır:

    1. Kişilerin, kendi öğrenme ihtiyaçlarını, kendi keşfedecekleri öğrenme profillerine göre özgürce belirleyip giderebilecekleri ortamların hazırlanmasına “yardımcı olmak”. Bu bağlamda, elinizdeki iletişim imkânlarını kullanarak kamuoyunu ikna edip, tüm Türkiye’yi bir öğrenme ortamı haline getirebilirsiniz. İnsanlar, doğuştan sahip oldukları olağanüstü öğrenme yeteneklerini unutup, okulun, çevrenin, özellikle medyanın etkisiyle öğrenemeyeceklerine ikna edilmişlerdir. Ama bu kalıcı bir kayıp değildir. Tekrar uyandırılabilir. Tüm insanların çevrelerindeki tüm imkânları kullanarak ihtiyaçlarını öğrenme yoluyla karşılamaya başladıkları bir Türkiye’yi hayal edebiliyor musunuz?
    2. Kişilerin öğrenme ihtiyaçlarının ancak ve yalnız kendilerince belirlenmesi ve de giderilmesi demek olan “öğrenme özgürlüğü” ortamını zedeleyebilecek her türlü indoktrinasyon girişimini kesin olarak caydırmak.

    Bugün, yeni işe başlayan bir bakan olarak sizi bekleyen en ciddi birkaç tehlike -tabii ki kanaatimce- şunlardır:

    •  Sıradan bürokratik işlerin akışı içine çekilmeniz ve mevcut sistemin bir parçası haline gelmeniz,
    • Çeşitli bahanelerle statükonun muhafaza edilmesi gerektiğine ikna edilmeye -hattâ hafifçe dayatılmaya- çalışılmanız,
    • Birkaç ay sonra da artık sistemi savunur hale gelip her türlü dış eleştiriyi bir saldırı olarak görmeye zorlanmanız.
    • Ama bu tehlikelerden daha da ciddisi, bugünkü “davranış şekillendirme”ye yönelik indoktrinasyon temelli eğitimin bizzat kurbanı durumunda olanların olası tepkileridir. İnsanlarımız “öğretilme bağımlısı” haline getirilmişler, bir öğretici olmadan hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerine inanmışlardır. Bu nedenle, bu yeteneklerinin varlığını ancak kararlı ve uzunca süreli bir uygulama sonunda tam olarak hatırlayabileceklerdir.

    Size, bu yoğun çabalarınızın gerektireceği bir zaman ve sabır ortamı gerekecektir. Bunun için ise daha kısa vade içinde sonuç verecek uygulamalara ihtiyaç vardır. Bunlardan 2 tanesini şöylece önerebilirim:

    (a) Onur Sistemi’ne göre sınav: Maliyeti sıfırdır. Kısa dönemde prestij kazandırır; uzun dönemde ise yaşamsal önemdedir.

    En önemli insan hakkı ihlali sayılan “potansiyel suçlu” kavramının temeli, ilkokuldan üniversitelerdeki sınavlara kadar yaygın şekilde uygulanan “kopyaya karşı gözetim” ile atılmaktadır. Bir sınav sırasında öğrencinin başında bekleyen gözetmen, öğrencinin potansiyel hırsız (kopyacı) olduğunu varsaymaktadır. İşin acı yanı, -eski Sovyetlerde olduğu gibi- öğrenci de “potansiyel suçlu” olduğunu kabul etmekte, buna karşı bir tepki verememektedir.
    Gözetim olsa da olmasa da kopya çekme eğiliminde olanların oranının %10 dolayında olduğunu bizzat gözlemledim. Bunlar her koşul altında kopya çekebiliyorlar. Ama kazanç, bu yöntemle onurlu olduklarına güvenildiği gösterilecek olan %90’dır.
    Bu insanlar yarınlarda, yaptıkları yasaları, yönettikleri insanları, hizmet ettikleri üstlerini “güven” esasına göre değerlendireceklerdir. Günümüz Türkiyesi’nin 1 numaralı sorunu kimsenin kimseye güvenmemesi değil midir? Bunun temellerini biz okullarımızda inşa ediyoruz.
    Mevcut yapı -öğretmenler, idareciler, hattâ bazı öğrenciler-  gözetimsiz sınav uygulamasına karşı çıkabilecek, gözetim olmazsa kopya çekileceği tehdidinde bulunacaktır. Bunlara karşı önlemler vardır, yeter ki uygulanmak istenilsin.
    (b) Müfredat sistemindeki her “doğru”nun göreceli olduğunun öğretmenlerce anlaşılması ve derslerin buna göre işlenmesi.
    Sayın Bakan,
    Sadece Cumhuriyet tarihimizin değil, Osmanlı’dan bu yana tarihimizin en kritik varsayımı, “doğrular, iyiler ve güzellerin tek oldukları”dır. Doğru-yanlış’lar akıl ve bilimin; iyi-kötüler ahlâk ve dinin; güzel-çirkin’ler ise estetik ve sanatın konularıdır. Bunlar tek ve mutlak değillerdir ve içinde bulunulan koşullara “göre”dirler.
    • 5×5 yalnızca 10 tabanlı sayı sisteminde 25’dir,
    • İki nokta arasındaki en kısa uzaklık yalnızca durağan koordinat sistemleri için bir doğru parçasıdır,
    • Bir üçgenin iç açılarının toplamı yalnızca düzlem üzerine çizilmiş üçgenler için 180o‘dir.
    • Bir metindeki noktalama işaretlerinin doğru kullanılması yalnızca, anlatılmak istenilenlerin açıkça anlaşılmasının istendiği hallerde geçerlidir. Şifreli metinler için bunun tam aksi geçerlidir.
    • Yalan söylemek eğer bir yuvayı yıkılmaktan kurtaracaksa mübahtır.

    Bunların sayısı istenildiği kadar artırılabilir. En güzide okullarımızda ya da bir mezra okulundaki öğretmenimiz eğer isterlerse yarın sabahtan itibaren doğruların göreli olduğunu kavrayabilir ve derslerini böyle işlemeye başlayabilir. Bunun da maliyeti sıfırdır. Bunun kısa, orta ve uzun dönem yararları tahmin edilemeyecek kadar çoktur. Bugün toplumumuz çok sayıda iki kutuplu kesime ayrılmış, kamplaşmıştır. Türkler ve Kürtler, laikçiler ve şeriatçılar, Aleviler ve Sünniler, çalışanlar ve çalıştıranlar, AB’ne yandaş ve karşı olanlar ve daha birçoğu..

    Bu  insanlarımızın bunu idrak etmelerini sağlamak zorundayız: Doğru olarak bellediğimiz ve uğrunda ölmeye ve öldürmeye hazır olduğumuz doğrular-iyiler-güzeller hep görecelidirTek gözetmek durumunda olduğumuz gerçek, evrenin gerçeklerinin çok az bir bölümünü biliyor olduğumuzu “zannetmemiz”den ibarettir. Her doğrunun içinde biraz yanlış, her iyinin içinde biraz kötü ve her güzelin içinde biraz çirkin vardır. Hattâ denilebilir ki, yaşamımız hep gri tonlardan ibarettir. Tam siyah ve tam beyazlar yoktur.
    Öğretmenlerimiz başta olmak üzere toplumumuzda rol modeli olan herkesin bu gerçeği anlaması ve kendi doğrularını ölesiye ve öldüresiye savunmaktan vazgeçmesi gerekiyor.
    Batılıların kendi geçmişlerinde olmamasına karşın akıllarıyla buldukları bu gerçek bizim kültür köklerimizde (tasavvuf) vardır. Bu yüzden biz çok da şanslı sayılırız.
    Toplumsal barışın, bugünkü dayatmacı metotlarla sağlanması imkânsızdır. Çeşitli inanç ve ideoloji sahibi kişi ve kesimlerin şunu farketmelerini sağlayabilmeliyiz: Kendi doğru, iyi ve güzel’lerimizin geçerlik sınırı, başkalarının sınırlarında biter. Onları etkilemeye çalışmak doğru değildir, zorlamak ise asla kabûl edilemez.
    Toplumsal barışı ancak ve yalnız, doğruların göreli olduğu gerçeğini benimseterek sağlayabilirsiniz.
    Bilim ve sezgi, aklın, birbirlerinden koparılmaması gereken araçlarıdır. Toplumumuz bu iki alanı ayırmış ve her birinden yana olanlar (laikler ve olmayanlar) kamplara ayrılmışlardır. Her iki kesim de birbirinin varlığını kabul etmemekte, diğerini  -mümkünse- yok etmeye çalışmaktadır. Halbuki tüm keşif ve icatlar, tüm sanat eserleri, tüm sosyal abideler, hepsi bu iki alanın ayrılmaz bütünlüğü ile inşa edilmişlerdir.
    Bu nasıl bir iştir ki, tüm Batı medeniyetini oluşturan bu bütünlük bizde ıska geçilmiş, bununla da kalınmayıp toplumu birbirine düşman hale getirmiştir. Bunun nedeni, doğruların tekliğidir. Bilim alanındakiler de sezgi alanındakiler de kendi doğrularından kuşkulanmamakta, onu egemen kılmak için kıyasıya enerji tüketmektedirler. Aslında ise tüketilen öz yaşam enerjimizdir. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz. Bunu birilerinin farketmesi, bu ahmakça çatışmayı durdurup, bilim ve sezginin sinerjisini sağlaması gerekiyor. Bu “birisi” niçin siz olmayasınız?
    Sayın Bakan,
    Kısa diye başladığım sözlerimi daha çok uzatmak istemiyorum. Sizden ricam, bu konulara derinlikli bakmanız ve insanlarımızın içine itildiği çaresizliklerin köklerini görebilmenizdir.
    Bilvesile saygılarımı sunuyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sağlıcakla kalınız.

     


    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz:

    http://www.beyaznokta.org.tr

    Teşekkür ederim :-))
  • BİR “SAKLI İÇERİK”: KAR TATİLİ

    “Saklı içerik” kavramının kimi okurlarımıza yabancı gelebileceği nedeniyle kısaca hatırlatmak gerekiyor.

    “İçerik” ya da eski deyimle “müfredat”, okullardaki eğitim-öğretim faaliyetinin resmi haritasıdır. Okulda -ana okulu ya da üniversite- nelerin öğrenileceği, hangi tutum ve davranışların kazandırılacağı, bu okulların bağlı bulundukları resmi kurumlarca -Milli Eğitim Bakanlığı veya YÖK- belirlenir ve okullara tebliğ edilir.

    Bu resmi içerik, resmi kurumlarca belirlenmiş “doğrular”, “iyiler” ve “güzeller” çevresinde, eğitimcilerce tasarımlanmıştır.

    Akıl (doğru-yanlış), ahlâk (iyi-kötü) ve estetik (güzel-çirkin) boyutlarının eğitim-öğretime yansıması da denilebilecek “içeriğin” böylece, ders kitapları, öğretmen söylemleri, okul-veli işbirlikleri, velhasıl okul ile ilgili her alan için şaşmaz birer yol gösterici olduğu kabul edilir. Bu nedenle bu içeriğe “resmi içerik” denilmesi doğru olabilir.

    Zaman zaman resmi içerik eleştirilir. Ama bu eleştiri içerik kavramına değil, akıl-ahlâk-estetik değerlerin içerikteki temsil şeklinedir. Yoksa herkes bir “resmi içerik” bulunması konusunda uzlaşı içindedir.

    Buraya kadar işin kitabî yanıdır. Bu noktada sorulması gereken, bu “resmi içerik”in öğrencilerin -ana okulu ya da üniversitelerde-  gerçekten de bilgi-beceri-tutum ve davranışlara yansıyıp yansımadığıdır. Eğer yansımıyor ise de, çocuk ve gençlerin bilgi-beceri-tutum-davranışlarını şekillendiren başka bir içeriğin bulunup bulunmadığı ve varsa onu kimlerin tasarımladığıdır.

    İşte “saklı içerik” bu soruya verilen cevap dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Evet, çocuk ve gençlerimiz resmi içerikten değil, ortada görünmeyen -ama gizli olmayıp sadece saklı olan- içerikten öğrenmekte, tutum ve davranışları “saklı içerik” yoluyla şekillenmektedir.

    Örneğin, öğrenim yaşamı boyunca girdiği sınavlarda kopya çekmesi olasılığına karşı başında gözetmen bulundurulan bir öğrenciye sürekli biçimde “sen potansiyel bir hırsızsın, şimdi kopya çekmiyor olabilirsin, fakat bu çekmeyeceğin anlamına gelmez” mesajı verilmekte, bir anlamda koşullandırılmaktadır. Bu tür bir koşullandırmanın etkileri, resmi içerik uyarınca yapılan eğitimden daha derin ve daha kalıcı değil midir?

    Saklı içerik, öğrenilmesi istenilerek, öğrenilip öğrenilmediği sınav ve not yoluyla denetlenerek öğretilmez, örnekler (rol modelleri) yoluyla öğrenilir. Ama, saklı içeriğin öğrenilmesindeki derinlik ve kalıcılığın nedeni bu değildir. Esas neden, öğrenci üzerinde görünür bir zorlama olmaması, doğrudan bilinç altına hitap edilmesi ve bu işlemin uzun süreler boyunca tekrarlanarak kalıcılık kazanmasıdır.

    Saklı içerik yoluyla olumsuzlar kadar olumlular da öğrenilebilir. Örneğin, bir öğretmenin adil davranışları, bir yöneticinin hoşgörüsü, arkadaşlar arası dayanışma ya da sportif konulardaki tatlı rekabet hep saklı içerik ürünleridir. Saklı içerik işte böyle bir şeydir.

    Peki ya kar tatili yoluyla öğrenilen nedir?

    Hemen her kar yağışında okullar tatil edilir. Nedeni açıktır ve her şeye itiraz eden insanlarımız tarafından dahi kabullenildiğine göre çoğunluk tarafından da onaylanmaktadır.

    Hattâ bu kar tatili işi o denli tutmuştur ki, okulların dışına çıkmış resmi dairelere de yaygınlaşmıştır. Zaman zaman hava çok karlayıp soğuduğunda kamu kuruluşlarının tatil edildiği görülmektedir.

    Zaten her fırsatta tatil yapan, onunla da yetinmeyip ardından gelen -kaç gün sonra gelirse gelsin- hafta sonlarını da ekleyerek yıllık izin kadar uzatabilen insanımızdan da bu beklenirdi.

    Kar tatili yoluyla verilen saklı içerik şudur: «Sevgili çocuklar ve gençler -ve onların velileri-; Yaşam, sıkıntısız olmalıdır. Bu sıkıntılar herhangi kaynaklı olabilir. Kar da bunlardan birisidir. Okula ulaşımınızı güçleştirir, okulda ısınmanızı güçleştirir, yollarda üşüyüp hasta olursunuz. Zaten sizler kendi kendinizi idareden aciz, daima başkalarının kollamasına muhtaç kişilersiniz.

    Sizleri götürüp getiren servis araçları da bu tür havalarda hareket edemezler. Şoförleri beceriksiz, tedbirsiz ve tembeldir. Onların görevi sorunsuz ortamlarda para kazanmaktan ibarettir.

    Özet olarak böyle güçlükler sizi de bizi de aşar. Siz ancak sorunsuz ortamlarda yaşayabilirsiniz. O tür ortamları sağlamak da bizim değil “bizleri yönetenlerin” görevidir. İnsan zaten dünyaya niye gelir ki? İki günlük ömrümüzde bir de kar kış sorunlarıyla mı uğraşacağız?

    Yabancı soğuk ülkelerdeki insanlar alışmışlardır, biz onlarla bir olamayız, bizler ana kuzularıyız. Onlar -20 derecede de okula ya da işe gidip gelirler, en fakirleri dahi ortam koşullarına göre giyinmeyi bilir. Bizler ise bilmeyiz, ama biz de padişahlarımızın doğum tarihlerini, ölüm nedenlerini -pardon onu bilmeyiz-, ülkelerin darı ve yulaf üretimlerini filan biliriz, onlar da bunu bilmezler.

    Şimdi gidin ortam sorunsuz hale gelene kadar evlerinizde oturun, sorun kalmayınca tekrar ortaya çıkarsınız

    Bu kar tatili fikrini icadeden kimdir bilinmez. Fakat eğer melânet mühendisliği diye bir disiplin varsa o dalda uzman olduğundan kuşku yoktur.

    Bir toplumun sorun çözme kabiliyetinin gelişmesine imkân sağlayabilecek bu kadar basit -ama etkili- bir durumun kullanılabilmesini dahi bu insanların ellerinden almış, üstelik bunu kimseyi ürkütmeden yapabilmiştir.

    Her fırsatta eğitimin önemini başımıza kakanlar, her kar yağdıkça okulları tatil edenler şunu akıl edememektedir: «Öğrenme ancak gerçek yaşam senaryoları yoluyla olur. Bunun dışındaki “şeylerin adlarını belleyip ezberlemek” ile öğrenmenin bir ilgisi yoktur, o sadece dostlar alış-verişte görsün diye yapılan öylesine bir iştir. Zaten eğitim denilen şeyi görenlerin bir işine yaramayışı da bunu gösteriyor.

    Gerçek yaşam senaryoları ise mutlaka sorunları içerirler. Çünkü yaşamın temeli sorun çözmek ve-bireysel, ailesel, kurumsal, toplumsal ve de türsel- varlığını sürdürebilmektir.

    Çocuk ve gençleri sorunlu durumlardan uzak tutmak onların ve onlardan oluşan toplumun varlıklarını sürdürme şanslarını ellerinden almak demektir.

    O halde biz erişkinlere düşen görev, sorunlu durumların yönetimidir. Yani, o durumla gerçekten başa çıkamayacak olanları -bebekler, çok yaşlılar, hastalar ve ölüler- korumak, diğerlerini ise kontrollu olarak zorluklarla temas ettirmek ve böylece en güç koşullarla dahi başa çıkabilme yetisi kazanmalarına yardımcı olmaktır. Eğitimin gerçek anlamı da budur

    Bu saklı içerik, kar tatili gibi masum görünüşünü terketmiş bir tümör gibi toplumu sarmıştır.

    Artık iş işten geçmiş, saklı içerik çoğunluğun bilinç altına şu şekilde yerleşmiştir: “Yaşam sorunsuz olmalıdır; sorunlar olmaması gereken şeylerdir; ama olursa birilerinin -bizleri yönetenler- sorunları çözmeleri gerekir. Bizler, sorunsuz ortamlarda kebap yapıp yemekle meşgulüz!”

    Eğer birileri gerçekten bir şey yapmak istiyorsa, tüm illerin valilerine şu 4 kelimelik emri versin: “okullar hiçbir nedenle kapatılmayacaktır”. 20 Şubat 2003

     

     

     

     

  • ESKİ OYUN BİTTİ!

    Yaklaşan -ya da öyle gösterilen- ABD-Irak savaşına Türkiye’nin -bir şekilde- dahil olup olmaması uzunca süredir gündemde ve öyle kalacağa da benziyor.

    Ta başından beri konu iki uç noktadan birisini seçme sorununa indirgendi ve kamuoyu, birisi kalabalık ve etkisiz diğeri ise seyrek fakat etkili iki uç görüşü savunur hale geldi: savaşa hayır yanlıları ve (örtülü) savaş yandaşları.

    Bu görüntü, tüm sorunlar karşısında hemen çift kale maç yapmaya hazır toplumumuza ve özelde de okur-yazar kesimimize gayet uygun bir duruştur. Türbandan yana ve karşı olanlar, laikler ve olmayanlar, Türkler ve Kürtler, çalışanlar ve çalıştıranlar, Aleviler ve Sünniler vd..

    Toplum gerçekte böyle net siyah ve beyazlardan mı oluşmaktadır? Kuşkusuz ki uçların aralarındaki gri tonların toplamıuçlardaki siyah ve beyazlardan daha fazladır.

    Ama bu tür konuları modellemek -adı konulmasa da yapılanın teknik adı budur- durumunda olan okur-yazar kesimimizin çoğunluğunun benimsediği düşünce biçimi ancak iki durumlu mantık olduğu için bu kalabalık ara tonlar hangi uca yakınsa o uca dahil edilir.

    Toplumumuzun inanç profilini tanımlamaya çalışanların sık sık “%99.5’u müslüman” diye başlayan betimlemeleri de yine böyle bir “iki durumlu mantık” ürünüdür. Tam müslüman olanlarla müslümanlıkla sadece nüfus kağıdı bağı olanlar arasında kalan gri çoğunluk, istek sahibinin meşrebine göre genellikle tam müslüman sayılır. Ama bu büyük gri çoğunluk yeri gelince de bu defa tam aksi uca itilir ve geride kalanlar “inananlar” adlı özel gruba dahil edilirler. Yani duruma göre hangi uç gerekiyorsa oraya dahil etme. Buna da herhalde “dinamik lojik”(!) demek gerek.

    Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu iyice tanımlayabilecek bir benzetme “iki ucu değil tamamı kirli değnek” olabilir. Rest çekip “bu benim savaşım değil” dese yarınki oluşumlardan zarar görebilecek; ben de varım dese hem komşusu ile bozuşacak hem de bir insanlık suçuna katılmış olacaktır.

    Bu açmaz durum aslında ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını da içinde barındırıyor. Ne ekonomik, ne diplomatik ne askeri ve ne de bir başka açıdan direnebilme gücü -toplumsal bağışıklık sisteminin gücü denilebilir- bulunmayan Türkiye’nin, bu durumunun farkına varması için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Çünkü, bundan evvelki toplumsal belâlar tek tek geliyor kâh ekonomik kriz, kâh deprem, kâh etnik terör ya da Kıbrıs sorunu ile boğuşmak zorunda kalıyorduk.

    “Bireysel belâlı durumlar” denilebilecek hallerin bir bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli dışavurumları olduğu ise çok az kişi istisna edilirse dile getirilmiyor ve eğer o anki sorun çözülürse düze çıkılacağı varsayılıyordu. Tek arzusu “sorunsuz yaşamak” olan geniş halk toplulukları için de bundan daha uygun bir beklenti olamazdı.

    Bu defa durum değişiktir. Cumhuriyet tarihimizin en köklü krizi ile karşı karşıyayız. Bu duruma bir talihsizlik, bir felâket olarak bakmak mümkündür ama daha iyisi, bunu bir “iyi şans” olarak görmektir.

    Sağlığını ihmal etmiş, yapılmaması gereken ne varsa hepsini yapmış bir insanın bir kalp kriziyle hastaneye kaldırılması ailesi açısından benzer bir felâket sayılabilir. Ama akılcı düşünce bunun bir şans olduğunu, bütün yanlış yaşam alışkanlıklarının muhasebesini yapmak için zorlayıcı bir neden ortaya çıktığını söylemektedir.

    Türkiye, elindeki kartlarla kimseye rest çekebilecek durumda değildir. Bunu herkes -hattâ belki kendi de- bilmektedir. Çeşitli vesilelerle duyduğumuz kükreme sesleri, orman hayatını biraz bilenlere yabancı değildir ve tamamı korkudan çıkarılan seslerdir.

    Ancak bu önemli -ve çok yararlı- gerçeği bildikten sonra neler yapılması gerektiği düşünülebilir.

    Sorun ABD değil düşük olan “toplumsal bağışıklık gücümüz”dür. Nitekim bu yetersizlik sık sık farklı kılıklarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ, her yıl bir savaştaki kadar yurttaşımızı yitirdiğimiz trafik terörü de, yılda bir Kıbrıs kadar toprak kaybetmemize yol açan erozyon da, her yıl çeşitli okullarımızdan mezun ettiğimiz çocuk ve gençlerimizin özgüvenlerini yokedip kendilerini “potansiyel hırsız” olarak kabul etmeleri sorunu da bu bağışıklık gücü yetersizliğinin farklı görüntülerinden ibarettir.

    O halde yapılması gereken, sorun çözme kabiliyeti yetersizliği olarak her fırsatta ortaya çıkan bu bağışıklık sistemi yetmezliğini gidermektir.

    Bunun nasıl yapılacağının tartışılacağı ortam bir yazının kapsamı dışındadır. Ama önemli olan, bu tanıda birleşebilmektir. Sorun çözme kabiliyetinin bileşenlerinin neler olduğu ve onların nasıl olup da hiç tartışılmadığı kuşkusuz böyle bir tanı birliğinden sonra konuşulabilir.

    Sorun çözme kabiliyetinin geliştirilmesi orta-uzun vadeli çözümleri içerebilir.

    Karşı karşıya bulunduğumuz çoğu uluslararası nitelikli belâlarla başa çıkabilmek içinse daha kısa-orta vadeli çözümlere ihtiyacımız vardır.

    Bu bağlamda ise bir kavramsal buluşçuluğa ihtiyaç var. Bugüne kadar ve de halen uluslararası ilişkilerimize esas oluşturagelmiş kavram “Doğrudan Güç Kullanımı” ya da “Doğrudan Koz” denilebilecek bir konsepttir. Bu, bir isteğimizi yaptırmak istediğimiz ya da bir isteği karşısında pazarlık edebilecek durumda bulunmak istediğimiz bir ülkeye karşı sahip olduğumuz doğrudan koz(lar) ve o ülkenin Türkiye’ye karşı sahip olduğu koz(lar) demektir.

    Osmanlı İmparatorluğu, bu konsepte dayalı pazarlık gücü yetersiz olduğu için dayanamamış, parçalanarak yok olmuştur.

    Ondan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadar, Osmanlı’yı parçalayan dış dinamiklerin kendi içindeki dengesi nedeniyle varlığını sürdürebilmiştir.

    Şimdi artık o denge bozulmuş -ya da daha iyi deyimle değişmiş-, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden öğeler ortaya çıkmıştır.

    Dünya enerji kaynaklarının %35’ine doğrudan komşu, yavaş yavaş ekonomik olmaya başlayan petrol rezervlerine ise doğrudan sahip -ki Türkiye’nin rezervleri kayaçlar içinde olup klasik madencilik metotları ile işlenebilecektir- bir ülkede bulunmamız, artık doğrudan tehdit altında olmamızın başlıca nedenidir. Ve, geleneksel uluslararası ilişkiler konsepti -Doğrudan Koz konsepti- ile bu tehditlere karşı koymamız mümkün değildir. Bunun da bilinip üzerinde tanı birliğine varılması, çözüm yolunda önemli bir adım sayılmalıdır.

    Yeni kavram: Harekete Geçirilebilir Güç

    Yeni kavram “Harekete Geçirilebilir Güç” olarak adlandırılabilir. Türkiye, sadece doğrudan ilişkide bulunduğu değil, ilişkide bulunduklarının ilişkide bulundukları, onların da ilişkili oldukları, ilh. ülkelerin birbirlerine karşı tüm kozlarını bilmek, ihtiyaçlarına göre bunlardan oluşan yeni etki güzergâhları oluşturabilmek zorundadır.

    Geleneksel konseptin en büyük dayanağı, yıllardır her şeyi sadece iki boyuta (siyah ve beyazlar, evet ve hayırlar) indirgemiş mantık sistemimizdir. “Savaştan yana mıyız karşı mı” kıskacından kurtulabilmeli, “gevşek mantık” (bulanık mantık, fuzzy logic)  uyarınca hem bu durum hem de gelecek durumlar için neler yapmamız gerektiğinin hesabını yapabilmeliyiz. Kuzey Irak’a girip çıkamamak kötüdür, ama daha kötü olan bu ikili (evet-hayır) mantık kıskacıdır. İlk kurtulunması gereken, bu düşünsel cenderedir.

    Bunun da nasıl yapılacağı bir yazının kapsamı dışındadır, ama önemli olan yine tanı birliğidir.

    En kısa vadeli sorun ise olası savaş karşısındaki tutumun ne olması gerektiğidir.

    Bugün ortaya çıkmış bulunan kamuoyu duyarlığı ve onu dikkate alma konusunda olabildiğince dikkatli davranmaya çalışan idare, eli son derece zayıf bir oyuncunun yapabileceklerini yapmaya çalışmaktadır.

    Bilinmesi gereken, bugün ne yapılmak gerektiği değil, bugünleri kullanarak yarınlardaki benzer durumlarda elimizi nasıl güçlendireceğimizdir.

    Bu el ile hiçbir oyun kazanılamaz. Eski oyun bitti.

    26.02.2003

     

     

     

     

     

     

     

  • BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!

     

    Değerli okurlarım,

    İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.

    «…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….

    Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……

    Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»

    Değerli kardeşim,

    Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.

    Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.

    ·       Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    (1)     Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,

    (2)     Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),

    (3)     İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.

    İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.

    ·       “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.

    ·       Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.

    ·       Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.

    ·       Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan  tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.

    ·       Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.

    ·       Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.

    ·       İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.

    ·       Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:

    (1)     İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.

    (2)     İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.

    (3)     Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:

    a.        Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.

    b.        Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.

    Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.

    ·       Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.

    ·       Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.

    ·       Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.

    ·       İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:

    İlke 1.  Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.

    İlke 2.  Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.

    İlke 3.  Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.

    İlke 4.  Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.

    İlke 5.  Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.

    İlke 6.  Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.

    İlke 7.  Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).

    İlke 8.  Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.

    Değerli kardeşim,

    Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.

    Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.

    Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.

    Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.

    Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.

    Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!

    Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,

    İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.

    23 Mart 2003

     

  • PİŞMİŞ GİRİŞİMCİNİN BAŞINA GELENLER !

    Üç kareli bir karikatür vardı. Birincisinde, çok yaşlı bir hanımla gençten bir adam bir odada uygunsuz durumdalar. İkinci karede oda kapısı açılmış ve yaşlı bir general olan, hanımın kocası bu uygunsuz durumun üzerine gelmiş. Generalin göğsü madalya dolu. İki aşık şaşkınlıkla, koca ise hem hırs hem de şaşkınlıkla kısa bir süre bakışıyorlar. Nihayet son karede koca, korkudan titreyen genç adamı tutup, göğsündeki madalyalardan birisini ona takıyor.

    Türkiye’deki girişimcilerin hepsine böyle birer madalya takmak lazım. El birliği ile tüm sistem onların girişimciliğini öldürmeye uğraşsa da onlar yılmadan çabalıyorlar.

    Girişimcilik nasıl özendirilip desteklenebilir? Bu, bu köşenin hacmini çok aşar. Merak edenlere önerim, Müteşebbisler Kulübü (Ayazağa asfaltı, 3ncü yol, Maslak-İstanbul) tarafından hazırlanmış bir raporu (Girişimciliğin Özendirilmesi) okumalarıdır. Raporda bu konu iyice incelenmiş.

    Benim, okurlarıma ayrı bir önerim var: Ülkemizde girişimciler, bürokraside öyle işlerle karşılaşmışlardır ki, bunları bir editör bir araya toplasa, hem girişimciler ve hem de girişimciliği özendirmek isteyebilecek yetkililer (KOSGEB, İş ve İşçi Bulma Kurumu, İstihdamdan Sorumlu Devlet Bakanlığı, Üniversiteler vbg) için son derece değerli bir “vaka kolleksiyonu” (case collection) ortaya çıkar.

    Girişimciler birbirlerinin başlarına ne geldiğini, devlet de onların başlarına neler getirdiğini öğrenir ve bakarsınız birileri bunları düzeltmeye çalışır.

    Şimdi ben bu köşe aracılığıyla bir çağrı yapmak istiyorum. Kendisini “müteşebbis” olarak adlandıran kim varsa onlara bir çağrı: Başınıza gelen ve girişimcilik açısından ilginç olduğunu düşündüğünüz “vaka”ları bana yazınız. İsterseniz adınızı saklı tutalım, isterseniz adınızla birlikte yayımlayalım. Bu işin editörlüğünü yapmayı ve sonra da bastırmak için bir sponsor arayıp bulmayı ben üstleniyorum.

    Eğer bu kitap olur ve hele de satarsa, tüm gelirini Müteşebbisler Kulübüne bırakalım. Böylece o kuruluş da çalışmalarını daha iyi yürütebilir. Bana herhangi bir yolla (BAROMETRE ya da TBMM) ve GİRİŞİM VAKALARI rümuzuyla yazabilirsiniz.

    Ne dersiniz?

  • SORULAR YANITLARDIR!

    ·         Sorular cevaplardır..Yeter ki doğru sorulsunlar.

    ·         “Soru sormak” ile ilgili kimi sözler:

    • Kişi, sorabilmek için okumalıdır. Franz Kafka
    • Doğru soruları bulunuz. Cevapları icadetmenize gerek kalmayacak, mevcut cevapları bulacaksınız. Jonas Salk
    • Sorma eğilimi edinmiş kişiler ve sorma kültürü yaratabilmiş kurumlar başarılı olacaklardır. Anonim
    • İş idaresi okulları ve sayısız kitap, istatistik, örgütlenme, değişim yönetimi gibi konuları öğretirken, soru sorma sanatı hakkında çok az işe yarar görüş kazandırılar. Anonim
    • Aşikar olanın irdelenebilmesi için çok sıradışı bir akıl gerekir. A.N.Whitehead
    • Önemli olan sorgulamayı kesmemektir. Merak, varoluş için kendinin sebebidir. A.Einstein
    • Bilmemek kötüdür, bilmeyi arzu etmemek daha da kötüdür. Nijerya atasözü
    • Sağduyulu bir soru bilgeliğin yarısıdır. F.Bacon
    • İyi sorular kolay cevaplardan üstündür. P.Samuelson
    • Etkili lider doğrudan emir vermez soru sorar. Dale Carnegie
    • Cehalet asla soru üretmez. B.Disraeli
    • Hiç kimse, sormayı durdurana kadar gerçek bir aptal olmaz. Charles Steinmetz
    • Akıllı bir kişinin soruları, yanıtların yarısını içerir. Solomon Ibn Gabirol
    • İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil bir soru olarak anlaşılmalıdır. Niels Bohr
    • Bir insanın zeki olup olmadığını yanıtlarından anlayabilirsiniz. Onun bilge olup olmadığını ise sorularına bakarak söyleyebilirsiniz. Naguib Mahfouz
    • Yanıtlarım için sorularınız var mı? H.Kissinger

    ·         I.Q.Q.= Intelligent Questioning Quotient… Artık “zeka” yerine, Soru Sorma Zekası kavramı kullanılıyor..

    ·         Doğru soruların neler olduğunu bulabilmek hemen hemen sorunu çözmek demektir.

    ·         Bir soruna nasıl yaklaşacağımızı bilemediğimiz zaman ilk yapmamız gereken, cevaplarını bilebileceğimiz bazı basit sorular bularak ilerlemeye çalışmaktır.

    ·         Çünkü, soruların yanıtları kendi içlerinde saklıdır. Sorular sorarak onları ortaya çıkarabiliriz.

    ·         Hattâ diyebiliriz ki: sorular yanıtlardır!

    ·         İşte size bazı sorunlar ve doğru sorulmamış -kısır- sorular:

    • “Bu işin sonu n’olacak?”
    • “Ben şimdi n’apim?”
    • “Bu işin çaresi nedir?”
    • “Sorunlarımı kim çözer?”
    • “Nasıl iş bulurum?”
    • “Bana kim iş verir?”

    ·         “Kısır” sorular yol kaybettirir; “yol açıcı” sorular yol buldurur..

    ·         “Yol açıcı” soruların 3 ortak özelliği şunlar olmalı:

    • Tekil (singular) olmalı; Yani, birbirinden farklı cevapları olabilecek sorular birleştirilmemeli
    • Belirli (definite) olmalı; Yani, muğlâk -açılmaya muhtaç- kavramlar kullanılmamalı.
    • Net (clear)  olmalı; Yani, ne söylenip yazıldığı tam anlaşılmalı.

    Salı, 4 Haziran 2002

  • KÖKÜ DERİNDE BİRHASTALIK

     

    1996 yılında yazmış olduğum bir yazıyı, içeriğindeki soru, varsayım, gözlem, yargı ve önerileri ayırarak aşağıdaki gibi yazınca, ne denli çok varsayım ve onlara dayalı yargıda bulunduğumu ve ne denli az soru sorduğumu anladım. Köşe yazılarını, TV tartışmalarını, doğruluğundan kuşku duymadan sorunlara çözüm önerenleri böyle bir sistematikle izlemek çok ilginç oluyor. Deneyin göreceksiniz. Pazartesi 24 Haziran 2002

     

    sıra

    Sorularım

    Varsayımlarım

    Gözlemlerim

    Çıkarım, tahmin ve
    yargılarım

    Önerilerim

    1

     

    Ülkemizde 35 milyon erişkin var. Bunların
    yalnızca 10 milyonunun  her gün 1 saat Türkiye sorunları
    üzerinde konuşup kafa yorduğunu varsaysak,  harcanan toplam
    kaynak her yıl 150 milyon adam.gün eder.

     

     

     

    2

     

     

     

    Bu müthiş bir rakamdır. Bir kişinin yarım milyon
    yıl ya da yarım milyon kişinin bir yıllık beyin enerjisine karşılık
    gelir.

     

    3

     

    ülke sorunlarına kafa patlatan bu insanların bir
    bölümünün konuşmalarının dedikodu düzeyini aşmadığı varsayılsa
    dahi……

     

     

     

    4

     

     

     

    ……mertebe o denli büyüktür ki,
    yararlanılabilir beyin enerjisi yine de muazzamdır.

     

    5

     

    Ama, bu büyük potansiyel çeşitli nedenlerle pek
    işe yaramaz.

     

     

     

    6

     

     

     

    Çünkü bir defa, bu enerjiyi harcayan akıllar
    bir  “ortak akıl” durumunda değildir.

     

    7

     

     

     

    İnsanlar, toplu halde -örneğin toplantı, panel,
    seminer gibi- bir konu üzerinde çalışsalar dahi ortak akıl
    üretemeyebilirler.

     

    8

     

    Herkes tek tek, bir diğerinin ürettiği bir fikri
    daha ileri götürebilecek biçimde fikir üretmediği
    sürece,……..

     

     

     

    9

     

     

     

    ……..iki kişinin ortak çalışmasından, iki
    kişilik akıldan daha büyük bir “ortak akıl” ortaya
    çıkmaz.

     

    10

     

    Harcanan beyin enerjisinin önemli bir yarar
    sağlayamamasının…….

     

     

     

    11

     

     

     

    ……….bir diğer nedeni ise, düşünme
    biçimimizin neden-sonuç ilişkilerine değil, evvelce belirlenmiş
    bulunan kalıplara  dayalı oluşudur.

     

    12

     

    Ama bütün bunlardan başka bir neden daha
    vardır….

     

     

     

    13

     

     

     

    ……..ki işte o, üretilen düşüncelerin büyük
    ölçüde kirlenip işe yaramaz hale gelmesine neden olmaktadır.
    Düşünceleri enfekte eden bu neden, değer ölçülerimiz içindeki
    “virütik değerler”dir.

    Bunlar, ilk anda fark edilmeyen, fakat birlikte
    kullanıldığı “sağlam” değerleri bozup dejenere eden değer
    ölçüleridir. “Bana ne“, “sana ne“, “hele önce …
    düzelsin
    “, “ama o benim hemşehrim – okuldaşım – meslektaşım
    – partilim
    “, “idare ediver“, “bu defalık
    oluversin
    “, “esas mesele“, bu tip değer ölçülerine
    birkaç örnektir.

     

    14

     

    Bunların ortak özelliklerinden biri, düzgün değer
    ölçüleri kümesine göre imkânsız olanı mümkün kılmalarıdır. İkinci
    ortak özellikleri ise, düzgün değer ölçülerinden, hiçbir yolla
    türetilemeyişleridir.

     

     

     

    15

    Bu virüsler, düşünce sistemimize nasıl
    girmiştir? Bunları temizlemesi gerekirken bunu yapamayan
    sistem(ler) hangileridir? Bunların düşünsel kirleticilik yaratma
    derecesi nedir?  Bunlardan nasıl kurtuluruz?

     

     

     

     

    16

     

     

     

    Bu ve bunlar gibi bir dizi soru,
    yanıtlanmalıdır.

     

    17

     

    Değer ölçülerimiz içine bulaşmış olan bu
    virüsler,…………

     

     

     

    18

     

     

     

    …….yalnızca düşünsel
    enerjilerimizi emen, onlarla daha yüksek düşünce ürünleri
    üretmemize engel olan ögeler değildir.

    Bunlar, gündelik yaşamımızdan devlet idaresine
    kadar geniş bir alana etkileri olan, çoğu olumsuzluğun içine ana ya
    da yardımcı madde olarak karışmış unsurlardır.

     

    19

     

     

    Resmî bir bayram tatili ile hafta tatili arasına
    sıkışmış 1 günlük bir çalışma gününü “idari izin” saymayı makul
    gören binlerce memur ve idare,………..

     

     

    20

     

     

     

    “idare et” adlı düşünsel virüsün yaşamı
    kolaylaştırıcılığından yararlanmaktadır.

     

    21

     

     

    Tüm ülke hizmeti için kullanması gereken
    kaynakları, seçilmiş olduğu il için kullanan bir bakan ve o ildeki
    yurttaşlar,…

     

     

    22

     

     

     

    …….bu defa “ama o bizim hemşehrimiz”
    virüsünü kullanmaktadır.

     

    23

     

    Sabancı cinayeti içinde rol alan kızın güvenlik
    açısından fazla irdelenmeden işe alınmasındaki neden
    de….

     

     

     

    24

     

     

     

    ……yine bu “ama o bizim hemşehrimiz”
    değeridir.

     

    25

     

     

     

     

    Sorunlarımızı çözmeye başlamamız, değer
    ölçülerimizi berraklaştırmaya, sonra da onları kirleten virüsleri
    fark etmeye (ve daha sonra da ayıklamaya) başlamakla mümkündür.
    Salı, 16 Ocak 1996

     

    .

     

     

  • “BİR DİRHEM ETİK BİN AYIP ÖRTER!”

    Etik kural Kuralın kötüye kullanımı örnekleri

    Kötüye kullanımı önlemek için

    Mevzuat yoluyla yapılabilecekler

    Mevzuat hükümlerinin uygulamasının olası sonuçları

    Zamanındalık

    Randevulara gecikmeyi adet haline getirmek. Bu bağlamda örneğin:

    • Toplantılara geç kalmayı adet edinmek:

      • Kamu kesiminde

    Devlet Personel Yasasının ilgili yönetmeliklerinde, bu ve benzer gecikmeleri tanımlayan ve her birini önleyici hükümler konulabilir. Örneğin, gecikenlere ceza verilmesi vb..

    1. Kural kirlenmesi (regulation pollution) artar,

    2. Gecikmenin “adet edinilmesi” ile “zorunlu gecikme” ayrımı üzerinde tartışmalar doğar,

    3. Uygulamalardan doğan haksızlıklar için idari mahkemelere başvurulur,

    4. Çalışan-çalıştıran ilişkileri gerginleşir,

    5. Yalan söyleme yaygınlaşır,

    6. Gecikmelerin daha objektif yollarla saptanması için elektronik vd çareler uygulanır ve bunlar:

    • gereksiz masrafa yol açar,

    • yeni haksızlıklara neden olur ve bunların giderilmesi için ek mevzuat düzenlemeleri gerekir ve bu süreç bitmez.

      • Böylece oluşan labirentler içinden yol bulmayı kendine iş edinmiş tipler doğar,

      • Yöneticiler, zamanlarının önemli bir bölümünü bu konulardaki çatışmaları çözmeye harcarlar.

    SONUÇ

    • Kişilerin değer sistemleri içine yerleşmiş bir etik norm yerine, beklenen souçların mevzuat yoluyla elde edilebilmesi güç, çoğu zaman da imkânsızdır. Üstüne üstlük, bu yararsız mevzuatın yarattığı sorunlar da ek mevzuat ihtiyaçları yaratacaktır.

    • Türkiye, ülke ve çeşitli kurumları olarak sorunlarını sürekli olarak mevzuat -anayasa, yasalar, tüzükler vbg- yoluyla çözmeye çalışmaktadır. Bu ise zaman içinde bir kural kirliliği ortamı yaratmıştır. Bu kirlilik ortamının kendisi -bir başka neden olmasa dahi- durduk yerde sorunlar üretmektedir.

    Tınaz Titiz, Etik Güvence (EG) sözleşmesini (https://www.tinaztitiz.com/hizmet.php?i=1) imzalamış bir yönetim danışmanıdır.

  • KREDİ FAİZİ PARANIN

    FİYATIYSA !

    Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.

    Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.

    Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.

    Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.

    Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.

    Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.

    Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.

    Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.

    Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.

    Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.

    İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.

    Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.

    Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.

    Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.