• “Saygılaşım”

    “Saygılaşım”

    Ben hayvansever değilim!

    Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.

    “Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.

    Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce

    Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek!

    Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.

    Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim zarar görmemem için, dışımdakilerin zarar görmesini önlemek gerekiyor.

    Saygılaşım

    Bugüne kadar rastladığım tüm hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “saygılaşım“.

    Saygı nedir?

    Saygı’nın “ zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani  gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.

    Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var

    Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.

    Bu alt-tür insandan türemiştir

    İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.

    Büyük kapasiteli belleği (şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor) ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.

    Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulanamazlık) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.

    Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.

    “Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır

    Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.

    İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?

    Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.

    Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!

    Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: toplumumuz -ve de başka toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.

    Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.

    Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.

    İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.

    Esas irtica budur

    Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.

    Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!

    Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.

    İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.

    Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.

    Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.

    (Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “kendi türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?

    Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!

    İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var.

    Katil kavram: “zaten

    Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “zaten“.

    –          “Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum

    –          “A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz

    –          “Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin

    –          “Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir

    –          “Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz

    –          “Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz

    –          “Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var

    –          “Bizim zaten öyle projelerimiz çok var

    –          “Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var

    –          “Zaten öyle filmlerimiz var

    Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.

     

  • Merak ediyorum!

    Merak ediyorum!

    Ben gazeteci değilim, neyin “haber” olup olmadığı konusunda iletişim okullarında öğretilenleri de bilmiyorum. Ama en azından, filanca futbolcumuzun hangi mankenle seviyeli birliktelik içinde olduğu ile ilgili yazıların haber olmadığını, bunların cinselliğini terbiye edememiş bir kitleye gazete satmak, TV seyrettirmekten başka amacı olmadığını da süzebiliyorum.

    Şimdi, bu konuda eğitim almış, yazılı ve görsel medyamızı yöneten, onlara danışmanlık yapan kişilerden öğrenmek istediğim bir konuyu onlara soruyorum:

    ü       Bir terör örgütünün (herhangi birisi) yöneticileri oturup, yapacakları öldürme eylemleriyle ilgili ilkeler belirlemek isteseler bu çok anlaşılabilir bir amaç olurdu. Örneğin şöyle bir öneride bulunulsa, acaba ne denilirdi?

    ü       Öldürülecek kişileri trafik kazaları yoluyla yok edelim. Her gün farklı yerlerde, sıradan kazalarmış görüntüsü altında birer ikişer insanları yok edelim! Cevap: Katiyen olmaz. Zaten hergün onlarca kişi bu tür kazalarda ölüyor; bizim öldürdüğümüz neresinden belli olacak? Ayrıca, birer ikişer öldürmek de olmaz, infial yaratabilecek sayıda insan öldürmeliyiz.

    ü       O halde eylemlerin master ilkeleri: (1) Çok sayıda ölüm olacak, (2) Başka ölümlerden (maden kazası, trafik kazası vbg) ayırıcı net işaretleri olacak, (3) Ölümlerden haberi olmayan kimse kalmayacak şekilde propagandası yapılacak, (4) Propagandanın etkisini artırmak için ise medya organlarında uzun süreli işlenmesi sağlanacak ve en önemlisi, “herkeste, “benim de başıma gelebilir” duygusu yerleştirilecek şekilde magazin boyutlarıyla donatılacak.

    ü       Propaganda dehası Goebels de bu ilkeleri tasarlasaydı her halde bu 4 kuralı es geçmezdi.

    ü       Bir şehit ailesinin evinde, çektiği acı, yaşadığı şok nedeniyle ağlayan, yakınan insanların görüntü ve feryatları, iletişim okullarında öğretilen “haber” midir? Bunları görüp işitmek, acaba demokrasi açısından bir zenginlik mi yaratmaktadır?

    ü       Kayıp haberlerinin böylesine magazinleştirilerek verilmesi, hemen tüm medya organlarınca eksiksiz yerine getirildiğine göre acaba bu bir ulusal strateji midir?

    ü       Terörün teorik ve pratik amacı “korku ve yılgınlık salmak” olduğuna göre, bu stildeki haberler, terör örgütüne yardım değil midir?

    ü       Bu haberler, politik görüşü ne olursa olsun tüm medya tarafından benzer biçimde verildiğine göre acaba bütün görüşleri aşabilen bir yüksek irade mi bunları yönetiyor?

    ü       “Bu cinayetleri kimlerin yaptığını veya yaptırdığını biliyoruz” türü beyanlar acaba şu anlama mı geliyor: “Biliyoruz ama ne yazık ki bir şey yapamıyoruz, gücümüz, kozlarımız yetmiyor!” Bu tür beyanat acaba terör örgütünün arzuladığı bir ifade olabilir mi?

    ü       Terör mücadelesindeki en etkili silahlardan birisinin de iletişim olduğunu bilen ünlü iletişimcilerimiz acaba bu konuda bir uyarıda bulunmayı düşünmezler mi?

    ü       Her saldırıdan sonra standart biçimde:

    o        Teröristler kalabalık geldiler (yani en çoğu birkaç yüz kişi),

    o        Teröristler ağır silahlar kullandılar (yani en ağırı Doçka),

    o        Teröristler kalleşçe saldırdılar, 3 koldan saldırdılar (sanki haber vermeleri ve tek koldan gelmeleri gerekiyordu),

    o        Anında kalkan helikopterler (her defasında marka ve modeliyle birlikte) teröristleri ateş altına aldı (sanki dinleyenler helikopter almak için marka beğenemiyorlar),

    o        F-16’lar bölgeyi bombalıyor,

    o        Şiddetle kınıyoruz, terörle bir yere varılamaz. vs vs

    ü       Bu haberleri böyle verenler acaba ifadelerin tercümesinin şunlar olabileceğini düşünmüşler midir?

    o        Bizim binlerce kişilik güvenlik gücümüz var ama teöristlerin bir kişisi bizim onlarca askerimize bedeldir,

    o        Teröristler o denli beceriklidirler ki ellerinde bizim silahlarımız olsa Türkiye’yi teslim alırlar,

    o        Biz çatışmanın düello gibi olanına göre çarpışabiliriz, habersiz gelirlerse biz yokuz,

    o        Biz her defasında ancak şiddetle kınar ve bağırırız; çünkü Sorun Çözme Kabiliyeti‘miz yaklaşık 200 yıldır göçmüş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu nedenle yok oluyorduk; M.Kemal’in bir vizyon doğrultusunda harekete geçirebildiği toplum bilinci sayesinde bu topraklarda tutunabildik. Şimdi onu da kaybetmek üzereyiz, bağırıp çağırmamızın nedeni budur.

    ü       Şimdi bunlardan sonra bana sorulacak olanı duyuyor gibiyim: Ne yani ölümleri haber vermeyelim mi? Cevaba gerek yoktur.

    Sanılmasın ki bu habercilik beceriksizliği sadece terör haberlerine özgüdür. En basit polisiye olaylarında dahi failllerin nasıl bulunabildiği öylesine anlatılır ki, bu aslında şu demektir: Bundan sonra bu tür işlere kalkışacak olanlar lütfen güvenlik kameralarını dikkate alsınlar, tükürük izleri bırakmasınlar, izmarit atmasınlar vs.

    Gündelik polisiye olay haberlerini dahi suç işleme eğitimi’ne çeviren akıllar acaba terör gibi karmaşık olayları nasıl haberleştirebilir?

    Bir kül tablasına bakarak tüm evreni anlayabilirsiniz bir eski deyiştir. Burada kül tablasından çok daha fazla bilgi verebilecek bir olgu vardır. Terör olgusuna bakarak, Sorun Çözme Kabiliyetimizin nasıl bir toplumsal AIDS’e yakalandığını, varlığımızı savunmak ve sürdürmek için ihtiyacımız olan toplumsal bağışıklık sistemimizin (yani toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin) nasıl çökmüş olduğunu anlayabiliriz.

    Ve ancak bunu anlayabildiğimizde sorunları çözme yoluna girebiliriz. Yoksa daha çok bağırırız.

    Pazar, 20 Haziran 2010

  • Ceket yoluyla hamilelik ve güneydoğuya sürgün cezası!

    Ceket yoluyla hamilelik ve güneydoğuya sürgün cezası!

    Bir gazete haberi..

    Yıllar önce bir TV filminde, New York’ta bir gece yarısı ıssız sokakta işlenen bir cinayeti bir grup sokak çocuğu görüyor. Ertesi günkü gazetelerde maktülün bir trafik kazasında öldüğü yazıyor. Haberi okuyan çocuklar, aralarında tartışmaya başlıyorlar. Bir bölümü, gözlerinin önünde olan olayın trafik kazası olmadığına eminler. Diğerleri ise “gazete yazdığına göre doğrudur” yanlısı.

    Nihayet epey tartışmadan sonra birinci grup iddiasından vazgeçip, gazetenin yalan yazamayacağına ikna olup trafik kazası haberine inanıyorlar.

    18 Ekim 2009 tarihli gazetelerde bir haber var: Burdur Tarım İl Müdürünün, bir kadın çalışanı “hamile kalamıyorsun, çünkü bu işi bilmiyorsun; ben ceketimi üzerine örtsem hamile kalırsın” sözleriyle taciz ettiğini ve kadın çalışanın tokalaşırken “yeni gelin gibi” eline fazla sarıldığını ve de bütün bunları dairedeki diğer çalışanların gördüğü “yazıyor”.

    Gazete yazdığına göre doğru mudur yoksa biraz gerçek biraz abartı-komplo kokan bir durum var mıdır bilinmez, o yön gazetelerin ombudsmanlarının işi olsa gerek.

    Haberin bu kısmını geçelim..

    İşyeri tacizleri külliyatına girebilir haberin devamında, kamuoyumuzu tatmin edecek bir ayrıntıya(!) yer veriliyor: Yapılan soruşturmadan bir sonuç çıkmayınca, bakanlıktan yollanan müfettişler, suçlanan müdürün Güneydoğu bölgesini kapsayan 6.Bölge’ye tayini yoluyla cezalandırılmasını istemişler.

    Gerice yörelerimiz niçin geri kalmıştır?

    Bu soru’nun yanıtının tek olmadığını, sadece ceket yoluyla hamile bıraktıranların yol açtığı bir sorun olmadığını herkes tahmin edebilir. Ama kritik sorular, çeşitli -ve de bir kısmı gerçek bir kısmı uydurma- gerekçelerle Doğu ve Güneydoğu’ya tayin olgusunun ne kadar yıldır sürdüğü ve bu gerekçelerle tayin olunanların (yani sürülenlerin) sayısının, oralardaki kamu görevlileri içindeki payının ne olduğu sorularıdır.

    Soruna bu iki soru açısından bakıldığında net olarak görünen şu başlıklardır:

    o        Bir yörenin kalkınma ve gelişmesine etken öğeler tek değildir. Gelişme potansiyeli -ki çok sayıda alt bileşeni var- önemli bir etkendir. Ama en önemli etken, o yöredeki insan nitelik dokusu‘dur. Bu dokuyu tetikleyen birincil faktör (hatta yegane) ise oradaki kamu yönetimi kadrosu, daha da açığı “kamu yönetiminin nitelik dokusu“dur.

    o        Kamuoyunun uzun süreli belleği zayıf olduğu için, hangi yöreye giderseniz gidiniz, halkın kendisi ya da oradaki çeşitli örgütler, gelişmemişliğin nedeni olarak oralara yatırım yapılmaması vs gibi çok daha az etkili unsurları öne sürerler. Halbuki birincil neden, oralara niçin sürekli olarak şaibeli ve/ya küskün kamu görevlilerinin gönderilmiş oluşudur. Çünkü oraların yerel potansiyelleri açığa çıkaracak olanlar onlardır.

    o        Kelebek etkisi nedeniyle bazen bir defa yapılan bir yanlış bile olağandışı sonuçlar üretebilir. Gelişmemiş yörelerimiz açısından durum bu değildir. Bu yanlış sürekli olarak (asırlardır) tekrarlanmıştır. Küçük gibi görünen bu olgu o yörelerin geri kalmasının birinci derecede nedenidir. Nitekim, zaman zaman bilerek veya eğrisi doğrusuna denk gelerek ya da rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nun tayininde olduğu gibi “sürelim ama sürmüş gibi de görünmesin” formülü ile tayin olunanların o yörelerin gelişimine -kısa sürelerde- ne kadar katkıda bulundukları biliniyor.

    Bu bir kamu yönetimi geleneğimizdir ve asırlıktır..

    Cezalandırılmak istenilen kamu görevlilerinin “burunlarının sürtüleceği” koşullara sahip yerlere gönderilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri titizlikle korunan bir kültürel mirasımızdır.

    Milletvekilliği ve bir süre bakanlık yapmış bir dostum, bakan olduğu ilk gün tüm teşkilatına yayımladığı ve sonradan da israrla izlediği bir genelgesinden söz etmişti: “Kusur işleyen için prosedür uygulansın, fakat kesinlikle gerice yörelere tayin edilmesin“.

    Bunun ne denli önemli bir gelişim tetikleyici öğe olduğunu biraz düşünmeliyiz.

    18 Ekim 2009 Pazar

  • BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?

    BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?

    Transseksüel taklidi yapan, programa davetli olarak çağrılan kişilere inanılmaz terbiyesizlikte ve adilikte el ve ağız şakaları yapan kişilerin sunduğu birkaç TV programı var.

    Bu programları, bunları tasarımlayan, sunan, izleyip zevk alan kişilerin zihinsel kurgularını anlayabilmek için defalarca seyrettim. Ve sonunda şu yargılara vardım:

    1. Evet, bunları izleyenler vardır ve de reyting denilen o anlamsız ölçüye göre sayıları çok fazladır.

    2. Bu programları tasarımlayanlar -eğer o sunan kişilerle aynı değilse-, para için herhangi bir başka şeyi de yapabilecek yapıdadırlar. Bu programların, çocuk ve gençler üzerinde ne gibi olumsuz etkiler yaratacağını bilmekteler ve bunu bile bile yapmaktadırlar.

    3. Hanımefendi, beyefendi görünüşüyle o programlara katılan kişilerden, programın ortasında terkedip ayrılmayanlar varsa, onlar da bu aşağılayıcı muamelelere -kendilerine yapılmasa bile- müstahak kişilerdir.

    4. RTÜK denilen kuruluşun, görevini nasıl yapacağını bilmediği kesindir. Programları sansür etmek yerine, toplumun duyarlı kişilerinin olumlu ve olumsuz tepkilerini gösterebilmeleri için uygun ortam yaratmak gibi medeni bir görevleri olduğunu akıl edemeyen bir kuruluştur. Örneğin, her programın yayımlanması sırasında, ekranın bir köşesinde bir faks numarası gösterilmesini telkin etmek, bunu yapabilecek birkaç TV ile işbirliği yaparak yaygınlaşmasını sağlamak, vatandaşları, beğendiği ve beğenmediği programlar hakkında görüş bildirmesinin bir yurttaşlık görevi olduğu bilincini yayabilecek kampanyalar düzenlemek gibi önlemler, yayın durdurmaktan çok daha etkindir.

    Bu tür iğrenç programları izleyenlerin genellikle ot kökenli olmalarının, bilinçli insanlar için bir avantaj olduğu, birincilerin pasif, koşullanmaya teşne, nereye itilirse oraya giden kişiler olduğu bir gerçektir. RTÜK bu avantajı kullanarak bir yurttaş inisiyatifi geliştirmeyi düşünememektedir.

    Demokrasinin, yıllar boyunca ne olduğu konusunda söylenmeyen kalmadı. Ama yalın olarak, “vatandaşların, çeşitli sorunlar karşısında bir başkasından beklemeden üzerine düşenleri yapmak olduğu” bilinci yerleşmedi.

    Şiddetin, cinsellik sömürüsünün, bayağılığın, terbiyesizliğin adının “program” olamayacağını, bunları pazarlamanın adının “ticaret” değil bir “başka şey” olduğunu, bunları ses çıkarmadan izlemenin bunları onaylamak anlamına geldiğini bir kere daha düşünmeliyiz.

    Şimdi lütfen elinize kalem ve kağıdı alarak ya da bilgisayarınızın başına geçerek bu konudaki tepkilerinizi dile getiriniz ve böylece, ot kökenli insanlarımızla aynı geleceği paylaşmak istemediğinizi gösteriniz.

    Şimdiden elinize sağlık olsun.

  • Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Önce bir soru!

    Eğitimle herhangi bir düzeyde ilgilenen hemen herkes ezber konusu açıldığında görüşünü derhal söylüyor: “ben ezbere karşıyım; eğitim sorgulamaya dayalı olmalı!”.

    Hatta, eğitimciler arasında daha da ileri gidip, öğrencilerine hiç ezber yaptırmadığını, öğrencilerinden soru soranları katiyetle paylayıp susturmadığını, cevabını bilemeyeceği sorular karşısında bile soğukkanlılığını kaybetmediğini -gözünüzün içine baka baka-, ama ezbersiz eğitimin de olamayacağını, eğitimin zaten bir koşullandırma olduğunu -hemen birincisinin ardından- savunanlar çoğunlukta.

    Ben zaman zaman, rastladığım eğitimcilerle -yani herkesle- bu konuları konuşmaktan çok hoşlanıyorum. En sevdiğim konu ise, konuşması, tavrı, simgeleri vs yoluyla başkalarına dini, siyasi, ideolojik tebliğde bulunmayı bir görev sayanlara karşı -hem de iyice karşı- olanların, kendi doğrularını benimsetme konusundaki tutumlarının nasıl bağdaşabildiğini sormak.

    Sanki bütün bu kişiler tek merkezden eğitilmişler gibi benzer cevabı verirler: “ama akıl var mantık var, doğru tektir!”

    Eskiden, tebligat görevlilerine direnebilmenin hiç de zor olmadığını düşünürdüm, şimdi ise bunun göründüğü kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Eğer, bir tebliğ grubuna aitseniz mesele kolaydır; ama eğer “ben zihinsel bekaretimi korumaya kararlıyım; kimsenin köklerini bilmediği ve bilemeyeceği doğrularıyla aklımı koşullandırmasına izin vermeyeceğim” derseniz o zaman işiniz zordur.

    İşte bu nedenle bir süredir, bir çeşit can yeleği gibi zihin yeleği düşlüyorum. Zihinsel taciz veya tecavüz girişimlerine karşı zihinsel duruluğumuzu koruyacak, hatta mümkünse zaman zaman salgılayacağı bir çeşit durulayıcı ile belleğimize -koruyucuyu aşarak- bulaştırılmış dogmaları silecek.

    Bu fikrimi açtığım, çeşitli konularda icatları bulunan bir arkadaşım, kendisinin de dahil olduğu bir grubun düşüncelerinin bu koruyuculuğu sağlayabileceğini, tek koşulun grubun doğrularını sorgulamamak olduğunu söyledi. Güvendiği dağlara kar yağmak demek ki bu demekmiş!

    Ama ben henüz yılmadım, zihin yeleği konusunda aklına fikrine güvendiklerime danışmaya devam edeceğim. Eskilerin bekaret kemerine benzer bir zihinsel bekanet kemeri buluncaya kadar devam edeceğim.

    Ne dersiniz, bulabilir miyim?

    Aralık 13, 2008

  • Hasta Toplum-1

    Hasta Toplum!

    “Tüm yaşam sorun çözmektir”

    Karl Popper’in bu isimdeki kitabı dört sözcükle tüm canlıların yaşamlarının anlamlı bir özetini veriyor. Gerçekten de yaşanılan her an, nereden çıktığı bile belli olmayan bir sürü sorunla boğuşuyor, çözmeye çalışıyoruz; uzak durmak ya da sorunlardan kaçmak da yine çözümler içinde yer alıyor.

    İşin ilginç bir yanı var: Günlük yaşamımızda genellikle çabalarımız birer süre ile sınırlı ve de sonlarında genellikle ödüller var. Eğitim yaşamımız sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın sonunda not, diploma vs gibi bir ödül var.

    Çalışma yaşamımız da -hem günlük hem de emekliliğe kadarki zaman açısından- sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın da maaş ve emekli ikramiyesi gibi ödülleri var.

    Hal böyle iken tüm yaşamımızı saniye saniye dolduran sorun çözme çabalarının büyük çoğunluğunun bir sınırı yok, bir mezuniyet, bir emeklilik söz konusu değil.

    Software: Microsoft OfficeMaddeler kimyası olur da sorunlar kimyası olmaz mı?

    Ödülü yok ama cezası var. Eğer önünüze çıkan sorunları çözemiyorsanız, bir süre sonra sorun stokunuz giderek kabarmaya başlıyor. Yaşam başka kaynaklardan önünüze sorun çıkarmasa dahi, kendi çözemediğiniz sorunlar, yeni sorunların yapı taşlarını oluşturmaya başlıyor. Aynen maddeler kimyasında olduğu gibi bir “sorunlar kimyası” oluşmaya başlıyor.

    Bu bir çeşit “belirli bir sıcaklığa erişen alevin -tutuşturucu kaynak ortadan kaybolsa dahi- kendini idame ettirmesi” olgusuna benziyor.

    Medyayı izledikçe bu benzetmenin ne denli geçerli olduğunu görebilirsiniz.

    Ama bu durum dahi “en kötü durum” değildir!

    Çözemediğimiz sorunların kendi kendini beslemesi bir Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğidir ve biyolojik organizmaların hastalanmasına benzer biçimde toplumsal organizma hastalığıdır.

    Ama yine de her hastalıkta olduğu gibi olabilecek en kötü durum değildir. Eğer farkına varılırsa, SÇK’nin niçin arızalı olduğu anlaşılabilir ve gereken önlemler alınabilir.

    Şimdi bir de “5nci Kanun” gerektiğini anlıyorum.

    Olabilecek en kötü durum, hastalığın farkına varılmayışı, sorunlu durumların “normal” olarak görülmeye başlanmasıdır.

    Bu konuda esaslı bir uyarıcı işaret almama karşın uyanamadığım için ancak şimdi anlayabiliyorum ki, toplumsal organizmamızdaki SÇK yetmezliği hastalığı 5nci kanun uyarınca kendini unutturmuştur. Aklına fikrine, eğitimine, deneyimine, dünyayı bilirliğine güvendiğim bir arkadaşım, SÇK konusunda “başkaları sorunlarını ne kadar çözebiliyorsa biz de o kadar çözüyoruz” diyerek durumun hiç de bir hastalık gibi görülmemesi gerektiğine işaret etmişti.

    Sokaktaki insan niteliğindeki milyonlar için ise -bu durumda- hiç ümit yoktur. Onlar için sorunların sebepleri bellidir. Ya “bizi yönetenler”dir, ya “dış güçler”dir ya “şanssızlık”tır ya da öyle bir şeylerdir.

    Bu toplum hastadır!

    Lütfen herhangi bir ön-yargıya kapılmadan boğuştuğumuz sorunlara ve onlara karşı geliştirdiğimiz çözümlere bir bakınız. Ama en basit bireysel sorun ve çözümlerden en karmaşık toplumsal olanlarına kadar. Bu toplumun SÇK’nin kronik düzeyde sorunlu olduğunu göreceksiniz.

    Şaka ile karışık birer “kanun” olarak adlandırdığım “genellenmiş gözlemler”den 5ncisine açıklayıcı eklentiler yapmak gerekirse, sorunların kendini unutturması sonunda doğan boşlukların bir takım “sanal sağlık ürünleri” ile doldurulduğu görülecektir. Sürekli şikayet, silkinip ayağa kalkma rüyaları, olmayacak dualar gibi sanal ürünler..

    Bence bu hastalık onulmaz görünüyor. Nasıl olup da hasta olduğumuzu kabul edeceğiz? Cevap aranılması gereken sorun budur.

    22 Temmuz 2009

  • Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    (Bu metin Değişken Derinlikli Yazım yöntemi (Patent No: TR 2005 03764 A2) ile yazılmıştır. Sadece anaf fikri okumak için kalın siyah yazıları okumanız yeterlidir. Ayrıntılar için Bkz. www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Öz


    Ayrıntı Düzeyi

    1.düzey

    2.düzey

     

    Bir yandan otomasyon, insanın yaptığı kimi işleri elinden alırken, bir yandan da şirket birleşmeleri ve diğer ölçek büyütme yöntemleri küçük işletmeleri tasfiye ederek daha yüksek rekabet güçleri yaratıyor; ama bir yandan da istihdam edilenlerin sayısı azalıyor.

    Bu iki olgunun bileşik etkisi altında, dünyada edilen tüm insani sözlere rağmen son tahlilde kuruluşlar giderek çalışan sayısını azaltma eğilimi içindeler ve bu eğilim giderek de güçleniyor.

    Bir an için, tüm mal ve hizmetlerin tam-otomasyon yardımıyla ve hepsi birleşmiş tek kuruluşça yapıldığı varsayılsa, herhalde insanların büyük bölümünün işsiz kalacağı kolayca tahmin edilebilir. Halen işi olan insanlar varsa, bunun nedeninin şu 3 kısıt olduğu söylenebilir: Enerji kaynaklarının sınırlı oluşu, otomasyon teknolojilerinin eksikleri ve firmaların yerel ve/ya küresel ölçekte birleşmelerini sınırlayan çeşitli öğeler.

    Yarınlarda, yeni ve çok ucuz enerji kaynakları geliştirilip bir yandan da otomasyon teknolojileri iyice geliştiğinde, bugün insan çalıştırarak yapılan çoğu işlerin -hatta çoğu beyaz yaka işlerin- neredeyse sıfır maliyetle yapılabileceğini, bu eğilimin önünde de kolay kolay kimsenin duramayacağını tahmin etmek güç değildir.

    Eğer bir de bunun üzerine, küreselleşme önündeki engellerin tamamen kaldırılması bindirilirse, istihdam edilecek sıradan insanların sayısının neredeyse sıfıra düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

    Bu sorun kimler içindir?

    Çizilen bu gelecek resmi genel olsa da her toplum ve o toplumlardaki her kesim için etkileri aynı olmayacaktır. Mal ve hizmet ihtiyaçlarını bol ve ucuz enerji + yüksek otomasyon + yüksek birleşmişlik düzeyindeki kuruluşlar eliyle karşılayan ülkelerde bu sorun daha büyük ölçeklerde ortaya çıkacaktır.

    Bunun doğal sonucu olarak işsiz kalacak insanların tepkilerini dindirmek için, bir yandan bu insanların dünya hakkındaki algılarını sınırlarken, başka ülkelerin mal ve hizmet ihtiyaçlarının, kendilerince üretilecek düşük maliyetli ürünlerle karşılanması yoluna gidilecektir. Bu mücadele sürecinde yerel ölçekli-küresel yaygınlıklı çatışma-savaşlar ise yine bu tablonun kaçınılmaz yan ürünleri olacak gibi görünüyor.

    Türkiye’deki istihdam ve işsizlik rakamlarına bakıldığında tam olarak görünen de budur.

    Korunulabilir mi, nasıl?

    En az üç cepheden korunabilmek gerekiyor: (1) Yukarda açıklanan otomasyon / ölçek büyütme nedeniyle ucuzlayan ürünlere, yüksek gümrük duvarları nedeniyle kaçakçılığı özendirmeyecek bir korunma yönetimi yapabilmek cephesi, (2) İç pazardaki oyuncuların otomasyon / ölçek büyütme girişimlerini yönetebime cephesi ve (3) Ucuz ürün istilasının çatışma boyutundan korunabilme cephesi.

    Bunlardan ilki ve ikincisinin birlikte yönetilmesi gerekiyor; çünkü birbiri ile etkileşim halindeler. İç pazardaki oyuncuları dış pazar oyuncularından ayırdedebilmek neredeyse imkansız olduğuna göre tek çare, bazı sağlam ilkelerin koruyuculuğundan yararlanmak.

    Cephelerden üçüncüsü için ise bir sorun çözme aracı koz yönetimi olmak zorunda.

    Bu ilke(ler) ne olabilir? Ticari Soykırım yasağı.

    Buna göre, “kendini istihdam eden bireyler (tek kişilik firmalar) ve benzeri çok küçük ölçekli kuruluşları bütünüyle ortadan kaldırıcı ticari kuruluşlara izin verilmez” şeklindeki bir kural gerekiyor.

    Bakkaları, eczaneleri, seyyar satıcıları, küçük dükkan sahiplerini ve benzeri küçük esnafı ortadan kaldıran, AVM’ler ve süper/hiper marketlerin, çalışma alanları, süreleri, yerleri ve diğer koşulları bir yasa ile düzenlenmeli, çok küçük istihdam odaklarını yoketmeleri tamamen önlenmelidir.

    Bir başka ilke: Büyük firmalara küçük işleri kapatın!

    Pahalı bir otomobil edinip sonra da onu sadece semt pazarına gidip gelmek için kullanmak akıldışıdır. Akıldışılık bir yana, toplumsal hasılanın kötü kullanımı dolayısıyla -yasal engel olmasa da- ahlaki de değildir.

    Benzer biçimde, büyük sermaye birikimini biraraya getirebilmiş, bu haliyle toplumun ihtiyacı olabilecek yüksek karmaşıklık düzeyli mal ve hizmet üretimi, teknoloji geliştirme, araştırma gibi işlerle uğraşabilecek kabiliyete sahipken, bunları bir yana bırakıp seyyar satıcıların ailelerini geçindirmek için yapabildikleri -ayrıca da başka bir iş yapamadıkları- işlere girerek ticari soykırıma yol açılması -yasaklayarak olmaz ama- en azından ayıp ilan edilmeli ve bu yolla caydırılmalıdır.

    Bir diğer ilke: İl bakanı peşinde koşmayı bırakın!

    Aşağıda, büyük kentlerimizin birisinin belediye başkanının, kentteki işsizlikle ilgili yakınlamaları görülüyor. Aynen şöyle:

    “X Büyükşehir Belediye Başkanı XXX, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ilk kez açıkladığı illere göre işsizlik oranları sıralamasında X’nın Şırnak’tan sonra ikinci sırada yer almasının hiç de sürpriz olmadığını belirtti. XX, yaptığı açıklamada, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yıllardan bu yana X’nın en büyük sorunu işsizliktir vurgusu yaptığını hatırlatarak, Türkiye genelinde yüzde 11 olan işsizlik oranı X’da yüzde 20’yi aştıysa, bu vahimin de ötesinde sosyal bir felakettir dedi.

    “XX’NIN 30 YILDIR YATIRIMCI BAKANI YOK” XX’nın 30 yıldır hükümette yatırımcı bir bakanı olmadığını kaydeden Başkan X şunları söyledi: Komşu kentler XX ve YY değişik hükümetler döneminde yatırımcı bakanlıklar aldı ve sonuçları ortada. Maalesef Türkiye’de işler böyle yürüyor; yatırımcı bakanınız varsa devletin imkanları kentinize akıyor, eğer yoksa Ankara’nın vicdanına kalıyorsunuz.”

    Buna göre ikinci ilke, işsizlikle mücadelede bu çok yaygın, acayip ve o derecede de etik dışı yaklaşımı milletçe bırakıp, il bakanı[1]anlayışına son vermektir.

    Bİr başka ilke: Seyyar satıcılara dokunun, ama kaldırmayın.

    Özellikle büyük kentlerde belediyeler oldum olası seyyar satıcılarla mücadele eder. Bu mücadele, kovalama, tezgah kırma, geceyarısı han basma gibi soft sayılabilecek yöntemlerden, at arabasını (atı ile birlikte) denize atma gibi ölümcül yöntemlere kadar uzanır.

    Bundan kesinlikle vazgeçilmeli, bu insanların gelir sağlayıp yaşamlarını sürdürdükleri araçlar tahrip olunca, ya gasp, hırsızlık vb ya da herhangi amaçlı bir suç örgütü üyeliğine sapacakları idrak edilmelidir.

    Seyyar satıcılar açısından yapılacak olan, onların sağlık kurallarına uygunluk başta olmak üzere bir dizi (ve az sayıda) kuralla düzene sokulmasıdır.

    Bu ilkeler şimdilik Türkiye ve benzeri ülkeler için geçerli zannedilebilir. Fakat son derece kısa sayılabilecek -mesela birkaç yıl- içinde başta A.B.D. olmak üzere, kapitalizmi ehlileştirememiş tüm ülkelerde gündeme gelecek ve küçük güzeldir tekrar ve bu defa esaslı olarak bir ilke haline gelecektir.

    Mart 10, 2010

  • Tarih kırımlarla doludur ama?.

    Tarih kırımlarla doludur ama?.

    İster bir ırkı yoketme, ister etnik arındırma, ister savaşlardaki kırımlar olsun, binlerce yıldır çeştli kılıklar altında süregelen -hatta giderek artan- bir vahşet türü, öldürmek olsa gerek.

    En büyük çok taraflı kırımlardan birisi sayılan II Dünya Svaşı’nda 50 milyon asker ve 47 milyon sivil öldü.

    Günümüzde ise son 20 yılda, 1nci Körfez Savaşı’nda sadece Irak’ta ölen insan sayısının 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Eski Yugoslavya’nın parçalanması sırasında etnik temizlik nedeniyle öldürülen insan sayısı 312,000, Darfur’da ise 300,000. Şimdilerde daha ekonomik olduğu için yerel savaşlar tercih ediliyor.

    Kısacası insanlar öldürüyor, öldürüyor ve her birine de uygun gerekçeleri ya icedediyor ya da oluşturuyorlar.

    Bu resim için bir soru akla gelebilir: Acaba ölenler ve öldürenler arasında bir haklı-haksız ayrımı yapılamaz mı; örneğin çatışmalara herhangi bir şekilde katıl(a)mamış sivillerin durumlarında bir belirsizlik var mıdır? Kuşkusuz onlar tartışma dışıdır ve deyim yerindeyse kimvurduya gitmişlerdir.

    Eğer yeterince geçmişe gidilirse -mesela birkaç bin yıl-, bu mazlum kesimlerin dışında kalanların birbirlerinden alacak veya borçları olmadığı görülür.

    Rockefeller’e ait olduğu söylenen, “ilk milyonumun hesabını sormazsanız geri kalanlaı kuruşuna kadar açıklayabilirim” sözü, günümüzde hesap soran ve sorulan tüm toplumlar için geçerlidir. Yunus’un “mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” sözü, aslında herkesin (toplumsal ölçekte) sahip olduklarının başlangıcının öyle ya da böyle bir zora, onun da öldürmeye dayalı olduğuna işaret ediyor.

    Bunu herkes bildiğine göre, nasıl oluyor da dünya yüzünde daima birileri diğerlerine hesap soruyor?

    Birkaç yıl önce, kurban bayramlarında hayvanlara uygulanan vahşet sahnelerini eleştirdiğim  bir yazıma bir arkadaşımdan, Danimarka’da -yine tamamen dinsel bir gerekçeyle- balinalara uygulanan daha vahşi bir tören örneği gelmişti. Belki aradaki fark oralarda o vahşete karşı çıkabilen insanların varlığıdır.

    Her toplumun benzer “uzun geçmiş sicilleri“ne rağmen, kimi toplumların hesap sorabilir konumda olmalarının nedeni, hesap soranların daha temiz olmları değildir. İddia edilen “tarihiyle yüzleşmek” gibi öneriler geçmişi yıkayan bir temizleyici değil, sadece kendisinden hesap sorulmaya kalkışıldığında kullanılablecek basit bir akıl karıştırıcıdır.

    Hesap soran ve sorulanları ayıran en önemli özelliği T.Roosevelt ünlü büyük sopa[1] ilkesiyle -çok veciz biçimde ifade etmiştir. Hesap sorabilenler daima haklı oldukları için değil, sorun çözme yetenekleri daha yüksek olduğu için sormakta, sorulanlar ise mazlum oldukları için değil sorun çözme kabiliyetleri düşük olduğu için sorulmaktadırlar.

    1915 olaylarının -adına ne denilirse denilsin- bu denli sistemli biçimde üstüne gidilmesi yerine pekala iki toplum bir şekilde üzgün olduklarını ifade edip, enerjilerini gelecek nesillerinin nefretten uzak yerişmeleri için kullanabilirlerdi.

    Bu yoğun ve sistemli eylemler, Ermenistan’ın elinde bulunan büyük sopa nedeniyle değil, Türkiye’nin elinin boş olması, daha da doğru deyimle koz yönetimi ilkesini sorun çözme araçları dağarcığına sokamamış olması nedeniyle, bunun farkında olan ticari, siyasi, ideolojik vd “rakiplerinin” -düşman deyimi yanlış deyimdir- kendi işlerine yarayabilir koz üretme eylemlerinden başka bir şey değildir.

    Tarih birbirini rahatça dengeleyebilecek kırımlarla doludur. Mesele, bunları “işe yarar”(!) birer suçlama haline dönüştürebilecek koz yönetimi anlayışına sahip olmak ya da olamamaktır.

    21 Mart 2010

     

     

  • ELİNE SAĞLIK KOÇUM!

    ELİNE SAĞLIK KOÇUM!

    Hiçbir kazanım bedelsiz değildir. Pazılarını, içinde yumurta varmış gibi şişirenler onları yalnız arzularıyla değil, çile çeker gibi çalışmalarıyla yapabilmişlerdir. Tüm sporcular böyledir. Onların göz kamaştıran başarılarının altında ter, sıkıntı, mahrumiyet hatta zaman zaman gözyaşı vardır.

    Bireysel kazanımların bu bedelleri gibi toplumlar da çeşitli faturalar ödeyerek bir şeyleri elde ederler. Örneğin bağımsızlık böyledir. Binlerce evladını kaybetmeden bağımsızlığını kazanabilmiş toplum var mıdır?

    Genelleştirerek denilebilir ki her beceri, onun bedelini mutlaka ödemeyi gerektirir. Bu tartışılmaz doğrulukta bir yargıdır. Ama bu bedelin ne kadar olması gerektiği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Eğer söz konusu olan kişiyse bu onun “bireysel aklı”na, böyle değil de bir toplum söz konusu ise onun “kollektif aklı”na bağlıdır.

    Bireysel aklı çok gelişkin kişilerden oluşan bir toplumun kollektif aklı da gelişmiş olabileceği gibi, hiç gelişmemiş de olabilir. Bunları bir kenara yazalım.

    Diğer yandan, bir gazetemiz tüm okurlarına bedava TV vereceğini vaadetmişti. Aradan bir süre geçtikten sonra veremeyeceği anlaşılınca da diğer gazetelerde büyük bir gürültü koptu. Vatandaşın kandırıldığı, baştan gazete fiyatının artmayacağı söylenip arkasından kırkbin liraya çıkarmanın ahlaksızlık olduğu filan yazılıp söylendi.

    Birçok vatandaşımızın bu olaydan üzüntü duyduğu, devletin bu işe el koyması gerektiğini düşündüğü, özellikle de bedava TV bekleyen uyanık vatandaşlarımızın daha da bir kızgın oldukları gibi haberler basına yansıdı. Hatta savcıları göreve çağırıp bu gazetenin cezalandırılmasını isteyenler oldu.

    Önce şu iyi bilinmelidir ki, bu işi kim düşündüyse o kişiye ulusça minnettar olunmalıdır. Ancak, 60 milyon nüfusa sahip kalabalık bir ülke için böyle bir kişiler yetmez. Her ne kadar diğer alanlarda da bazı bireysel girişimler varsa da, ülkemizde böyle toplu bir eğitim ikinci defa yapılmaktadır. Daha önceleri bankerlerimiz aracılığıyla benzer bir eğitimden geçmiş olan toplumumuz, eğitimin sürekli olması ilkesi gözardı edildiği için kazandığı beceriyi sürdürememiştir.

    Evet, bu bedava TV işini düşünen vatan evladına minnet duyulmalıdır. Nitekim, büyük bir olasılıkla bir süre sonra kendisi de kamuoyuna bu vicdan borcunu hatırlatacak ve yaptığının bir sahtekarlık değil bir “toplumu üçkağıtçılara karşı uyandırma eğitimi” olduğunu açıklayarak belki de bir ücret talep edecektir

    Günde onbin liradan bir yılda yaklaşık üçbuçuk milyon liralık bir ödemenin, gazete basımı ve dağıtımı için gereken masraflar çıktıktan sonra geriye kalabilecek yaklaşık iki milyon lirasıyla bedava TV alabileceğini düşünen yaklaşık 1 milyon vatandaşımızın bulunduğu bilinmektedir.

    Ülkemizdeki okur-yazarlık oranının her ne kadar %90’lar dolayında olduğu söylenirse de bunun doğru olmadığı bu olaydan anlaşılmaktadır.

    Buna göre, 1 milyon vatandaşımızın üstelik de parasını kendileri vererek bir eğitimden geçirilmeleri, geleceğimizin ne kadar aydınlık olduğunu göstermektedir. Her fırsatta her şeyi devletten beklediğini gösteren toplumumuzun artık yavaş yavaş bedava yemek olmadığını anlaması ve kendi eğitiminin parasını kendisinin vermesi ve üstelik bunu gönüllü olarak yapması fevkalade sevindirici bir olaydır.

    Artık hiç kimse bu 1 milyon vatandaşımızı bedava TV yoluyla kandıramaz. Ama geriye 59 milyon vatandaşımız daha kalmaktadır. Onların da aşılanarak bağışıklık kazanmaları iyi olur. İşte bunun için de karalanmayı, sahtekar damgası yemeyi göze alabilecek fedakar vatan çocuklarına ihtiyaç vardır.

    Ama merak edilmesin, bu toplum daha nice eğitmenleri içinden çıkarabilecektir. Yeter ki biz eğitime hazır olalım.

    Bu hızda ve bu azimle devam edilirse, mesela 2500 yılındaki Türkiye’yi göz önüne getiriniz. Bedava TV yoluyla toplum eğitimi yapanlardan daha kimbilir kaç yüzlercesi Dünya’nın dört bir yanına dağılacaklar ve ülkemizin şöhretini nasıl yayacaklardır. Daha şimdiden gurur duymamak mümkün mü?

    Pazartesi, 13 Kasım 1995

  • ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER !

    ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER !

    Televizyonlarımızın zeka geliştirici yarışma programlarından birisinde, telefonla erişilen hanıma bir soru(!) soruluyor: “3’ü mü açayım 6’yı mı?”.

    Öbür taraftaki ses, ağlamaklı yanıt veriyor: “Abi n’olur biraz ipucu ver!”. Arkasından da, bu yakarışının gerekçesini açıklıyor: “Bilsen ne güç durumdayız. Bu paraya mutlaka ihtiyacımız var!”.

    Yaklaşık 15 saniye kadar süren bu konuşma, tüm utançları sırtınıza yüklemeye yeterlidir.

    Bu program nedir? Seyirciye ne vermeyi amaçlamaktadır? Adi bir barbut oyunundan farkı var mıdır? Bu kadını milyonların önünde böylesine aşağılanmış bir duruma düşürmekten utanılmamakta mıdır? Fakir ama onurlu olmayı unutup onursuz para sahibi olmayı bir toplumsal histeri haline getirmek eğlence midir?

    Bir topluma uzun vade içinde kurulabilecek en melun tuzak, onun bireylerini aptallaştırmak, zevklerini adileştirmek, kainatın bir parçası olan insanı, o sisteme aykırı olan yaltaklanma, yalvarma gibi davranışlara alıştırmaktır.

    Bunun adı özgürlük, iletişim devrimi, demokrasi ya da medya egemenliği olamaz. Bu, başka birşeydir. Ve yalnız insan değil hiçbir canlı böyle bir muameleye muhatap olamaz, olmamalıdır.

    Buna karşı tek yapılabilecek olan, bu programları seyretmemek, bunları hazırlayanları, sunanları tek başlarına bu çirkinliklerle başbaşa bırakarak onları cezalandırmaktır.