• “İŞ”İNYENİ PARADİGMASI: BİR ÖRNEK

     

    Bir kuruluşa zamanının tamamını satmak anlamına gelen “belirli bir ücret karşılığında o kuruluşun bordrosunda yer almak” paradigması yerini hızla bir yenisine bırakıyor. Bu yeni paradigma “katma değer satma”dır. Bir eğitim kurumundan mezun olan gençler artık, aşağıda mektubunu okuyacağınız Özge gibi yaratabileceği katma değeri pazarlıyorlar.

    Birçok gencin israrla iş aramasına karşın bulamayışları kuşkusuz işsizlik denilen ve çeşitli nedenlerin bir bileşimi olan olgudan kaynaklanıyor ise de, önemli ölçüde bu paradigma değişiminden kaynaklanıyor.

    Bu dönüşümün işveren ve işgören açısından anlamlı birer açıklaması var. İşverenler, bir kişinin zamanının tamamını satın alıp, kişinin o zaman içinde çeşitli katma değerler üretebilmesi için çabalıyor ve bunda ancak kısmen başarılı olabiliyor. Bu yeni paradigmada ise böyle bir sorun yok. İşgören, ürettiği -ya da üretmeyi taahhüt ettiği- katma değeri, sınırları çok belirli biçimde tanımlayıp ortaya koyuyor. İşveren bu katma değere ihtiyacı olduğunu düşünüyor ise fiyat konuşuluyor ve el sıkışılıyor.

    İşgören açısından ise durum şöyle: bilgi ve becerilerini “götürü” biçimde satmak yerine, o bilgi ve becerileri kullanarak üretebileceği mal veya hizmet ürünlerini (katma değer) daha yüksek fiyatla satmak ve aynı zamanda kendi zamanının yönetimine sahip olmak.

    Bu aynen, bir minerali -örneğin bor- ham olarak satmak yerine, ona katma değer ekleyerek satmanın daha yüksek getiri sağlamasına benziyor.

    Ancak burada kritik bir nokta var: Bu mekanizmanın böyle işleyebilmesi için işgörenin bir katma değer üretebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olması ya da öğrenmeyi öğrenmiş ve dolayısıyla da ihtiyaç olan bilgi ve becerileri kısa bir süre içinde öğrenebilir durumda olması gerekiyor.

    İşveren açısından da bir koşul var: Yüksek derecelerle diploma sahibi olmuş kişileri bordrosuna alıp ne yaptıracağını tam bilmeden onların katma değer üretmesini beklemek yerine, beklediği katma değerin sınırlarını tam çizebilmeleri gerekiyor.

    Aşağıya, böyle bu anlayışla yazılmış bir mektubu aynen alıyorum:

    «Merhaba, ben Özge Yalçıner,

    Bu yıl, Sakarya Üniversitesi Geyve Meslek Yüksek Okulu bilgisayar programcılığı bölümünü bitirdim. Bir kuruluşta ücretli olarak çalışmak yerine, çeşitli kişi ve kuruluşlara “zaman satmayı” düşündüm. Böylece, hem o kişi ve kuruluşlar, hem de kendim için daha yüksek katma değerler yaratabileceğim.

    Sahip olduğumu düşündüğüm -ve denemesini yaptığım- çeşitli becerilere, sizin şahsen ya da kuruluşunuzun ihtiyaçları olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahminimi, bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım mentor’um da doğruladı.

    Bu mektubu, bu tahmin üzerine, siz veya kuruluşunuzla bir sinerji yaratma olanağını aramak için yazıyorum.

    Bana / bize ne gibi katma değer yaratabilirsin?” gibi bir sorunuz olabileceği varsayımıyla, mevcut olasılıklardan -sadece düşünebildiklerimi- sıralamak istiyorum. İlkesel olarak böyle bir “alış-veriş” size/kuruluşunuza anlamlı geliyorsa, üzerinde görüşerek çeşitlendirebiliriz. Anlamlı geldi fakat sizin açınızdan şu an için uygulanması mümkün görünmüyor ise, yakın tanıdıklarınıza beni tavsiye etmeniz benim için yine değerli olacaktır.

    Aklıma gelen katma değer başlıkları şunlar:

    ·        Bilgisayar kullanan hemen herkesin bir yedekleme (back-up) sorunu vardır. Sizin de, disketlerde, bilgisayarınızın içinde ya da başka ortamlarda, çoğu zaman düzensiz ve arandığında bulunamayacak back-up’larınız olduğunu tahmin ederim. Bunları hem düzene sokar hem de belirli aralıklarla gelerek güncellerim.

    ·        Yıllar boyunca kitaplıklar ve evrak dolapları şişer. Hem yer ihtiyacı artar hem de aradığınızı bulamazsınız. Size bu bağlamda 4 tür hizmet verebilirim:

    (1)     El altında bulunmaması, ama atılmaması da gerekenleri ayırmak ve göstereceğiniz yerlere yerleştirmek,

    (2)     Gereksizleri atmak,

    (3)     Geri kalanları düzenlemek,

    (4)     Aradıklarınıza kolay erişmenizi sağlayacak -bilgisayar destekli ya da bilgisayarsız- bir arşiv sistemi oluşturmak.

    Bunlardan bir veya birkaçını seçebilirsiniz.

    ·        Kuruluşunuz veya sizce üretilen mal ve hizmetlerle ilgili, internet üzerinde (Türkçe) araştırma yapar sonuçlarını size rapor ederim.

    ·        Belirli konularda iletişim kurmak istediğiniz kişi ve kurumlarla, internet üzerinden sizin adınıza iletişim kurar, gereksiz mesajları süzer, sadece işinize yarayacak olanları size iletirim.

    ·        Trafiğini kontrol etmek istediğiniz cep veya sabit telefonlarınıza ait ayrıntılı listeleri inceler, sonuçları hakkında derli-toplu bilgiler üretirim.

    ·        Birden fazla kişinin katılacağı toplantıları organize etmek, uygun zamanlarını çakıştırmak çok güç ve zaman alıcıdır. Bu tür toplantıları organize ederim. Toplanmak istediğiniz kişileri ve uygun tarih aralıklarırzı bana bir yolla iletmeniz kafidir.

    ·         Zaman içinde çok sayıda kartvizitinizin biriktiğini ve halen de birikmekte olduğunu sanıyorum. Bunlarla ilgili olarak şunları yaparım. Bu kartvizitlerin muhtemelen bir bölümünün iletişim bilgileri değişmiştir. Bunları kontrol edip güncellerim.

    ·        Bu kartları aldığınız zaman, aldığınız kişiyle ilgili -ve kart üzerinde yazılı olmayan- bazı önemli bilgiler vardı. Bunların bir bölümünü şimdi hatırlamıyor olabilirsiniz; bir kısmını ise düşünerek hatırlayabilirsiniz. Bunları bilgisayar destekli bir sisteme kaydeder ve istediğiniz anahtar sözcüklere göre arama yapabilmenizi sağlarım. Örneğin, “Kardeşi yargıtay üyesi / bir kogrede tanıştım / kule tipi inşaat yapar /…..” gibi bir ipucu, aradığınız kişiyi bulmanıza yarar. Bu tür bir arama sistemi ile desteklenmeyen kartvizit defterleri bir anıdan fazlaca bir değer taşımıyor. Size böyle bir sistem kurarım.

    ·        Tek olarak kapasitemi aşan konu veya hacimdeki işler için, benimle aynı standartta iş yapabilecek elemanlar bularak size yine tek olarak muhatap olmaya devam edebilirim.

    Yukarıda da belirttiğim
    gibi bu listeyi daha da çeşitlendirmek mümkündür. Burada karar
    verilmesi gereken 2 nokta var:

    (1)    
    Bu tür hizmetlerin,
    sizin / kuruluşunuzun verimini ne ölçüde etkileyeceği konusunda
    ikna olup olmadığınız,

    (2)    
    Bu hizmetleri bu
    şekilde (outsourcing) ya da sabit ücretli elemanlar eliyle sağlamak
    konusundaki kararınız.

    Mektubumu okumaya,
    cevaplamaya ya da güvendiğiniz kişilere tavsiye etmek için
    harcadığınız zamana şimdiden teşekkür eder, kişisel yada kurumsal
    zaman kazandırma konusundaki önerimi olumlu değerlendireceğinizi
    umarım.

    Saygılarımla,

    Özge Yalçıner

    Tel: (0216) 478-2019

    GSM: (0535) 316-7719

    ozgeyalciner@hotmail.com»

  • ÇUVAL = DAYAK YİYEN POLİS

    “17 Temmuz 2003 günü, polisin dur ihtarına uymayan bir oto hırsızı-gaspçı, polisle girdiği çatışmada öldü.”

    Olayın sonrası televizyonlarda ayrıntılarıları ile saniye saniye görüntülendi; ölen zanlının yakınları ve akrabaları, çelik yelekli polisleri milyonların gözü önünde evire çevire -tekme, tokat- dövdü, polis arabalarını da tahrip etti. Polisler yerlerde sürünerek kaçıp canlarını kurtarabildiler.

    Daha sonra, habercilerin “mülâkat” yaptığı maktülün babası aynen şunları söylüyor: “…devlet bunların (polislerin) cezasını verirse ne alâ, ama vermezse biz veririz…”

    Bu ve benzeri olaylar sık sık medyada yer alıyor. Yukarıdaki olayın bir istisna olmadığı da zaten bu tekrarlardan anlaşılıyor. Birkaç ay evvel, bir polisin gözü önünde, bir adam karısını sokak ortasında yere yatırmış hırsını almak üzere bıçaklıyor, polis de birkaç adım öteden -yani güvenlik mesafesinden- olayı seyrediyordu.

    Çeşitli adliyelerde dava sonrası arbedelerde dayak yiyen polisler ise sıradandır.

    Sivas’ta 37 kişinin yakıldığı olayda da, barikat kuran polislere sille-tokat girişen kalabalık hiçbir direnç gösteremeyen polisi yaklaşık 15 saniye içinde ekarte etmişti. Bu olaya ait video kayıtlarını izleyen birisi olarak bunu birinci elden gördüm.

    Geçmişte ve bugün, yeri, zamanı ve senaryosu değişik olmakla birlikte tekrarlanan bu olayların ortak yanı tektir: toplumu, adi, ideolojik, etnik, dini ve benzeri kabadayılardan koruyacağı, yasaların yaptırım gücünü sağayacağı varsayılan ve buna göre silahla güçlendirilen, eğitildiği sanılan polis, sıradan sokak kabadayılarınca dövülebilmekte ve hem de hiçbir dövüş tekniği filan kullanılmadan sille-tokat dövülmektedirler.

    Polisler bunu bilmekte ve olabildiğince bu tür olaylara karışmayıp efendi efendi seyretmeyi tercih etmektedirler. Eğer uygun bir yer ve zamanda birileri ellerine geçerse, kabadayıların kırdığı onurlarını telafinin (!) çarelerini arayabilmektedirler.

    Geçtiğimiz günlerde Süleymaniye’de askerlerimizin başlarına çuval geçirilerek itilip kakılmaları, tüm toplumun en derindeki insanlık onurunun çiğnenmesine yol açtı. Çoğu kimse, böyle bir olayın nasıl olup da yutulduğuna, üstüne üstlük bir başarı haline getirildiğine pek akıl erdiremedi.

    Polislerle ilgili olarak verdiğim birkaç örnek, bu “onur çiğnenmesi” olgusuna zaman içinde nasıl alıştığımızı gösteriyor.

    Dünyanın medeni bilinen herhangi bir yerinde polisle tartışmak kimsenin aklına gelmez. Hele hele fiziksel olarak itişmek, polisi tartaklamaya kalkmak intihar ile eş anlamlı sayılır. Aslında, fiziki olarak karşı koyulanın polis değil, yasalar olduğu bilindiği için bu derece toleranssız davranılır ve en cahil insanlar dahi bunun farkındadır.

    Sadece basit bir hız yapma nedeniyle durdurulan bir arabadaki sürücünün ellerini direksiyon simidinin dışında bir yerlere koymaya kalktığı anda nasıl bir muameleye maruz kaldığını herkes bilir.

    Şimdi soru şudur. Tüm toplumsal sistemlerin kilit taşı, o sistemler içindeki kurallara uyulması ya da uyulmuyor ise “polis” denilen örgüt tarafından “uygun bir zor kullanılarak uygulatılması”dır. Bunu beceremeyen bir polis gücü neye yarar?

    Evet soru budur. Her fırsatta maaşlarının düşüklüğünden yakınan -hattâ çevik kuvvetin yaptığı gibi koruyacağı insanlara silah gösteren- bir polis gücüne güvenerek hangi yargıç korkmadan hüküm verir, hangi belediye görevlisi mafyaya pabuç bırakmaz?

    En ilkel kavimler bile medenileşme yoluna “kuralların yaptırımı” (law enforcement) ilk adımı ile girmişler, bunu akıl edebilmişlerdir.

    Toplumumuz ise bunu henüz akıl edememiş, ama bunun yerine sürekli olarak kural üretmektedir. TBMM’nin çalışkanlığı -ne demek ise- çıkardığı yasa sayısının çokluğu ile ölçülür hale gelmiştir. Halbuki yaptırım organı korunmaya muhtaç ise, her çıkarılan yeni yasa, çeşitli kabadayı türlerine yeni imkanlar sunmaktan başka işe yarayamaz. İşte bu yüzden en çok okunan gazete resmi gazetedir ve en çok okuyanlar da çeşitli türlerin kabadayılarıdır. Çünkü neyi çiğneyip hortumlayacakları orada yazmaktadır ve buna ilk kademede engel olabilecek polis gücü “korkmakta” olduğu için yoktur.

    Bu yazıya gelebilecek tepkileri tahmin edebiliyorum. Polisimizin fedakarlığı, ne güç koşullar altında görev yaptığı vs anlatılacaktır. Konu üzerinde edilen her gereksiz söz, işin özünü biraz daha gölgede bırakır. Ortada cevaplanacak tek soru vardır: toplumu fiziki kabadayılardan koruyacağı varsayılan polis, bu işlevini yapabilecek bilgi, beceri, cesarete sahip değildir. Sokaktaki rastgele bir serseri, kendi ufacık aklı ile ürettiği “doğru”su uyarınca, polisi en aşağılayıcı biçimde tokatlar, gerekirse başına çuval da geçirir. Şimdiye kadar geçirmedilerse bundan sonra onu da yaparlar.

    Eğer bu olaydan ders alır, aksine bir övünme vesilesi yapmaz isek, polis örgütümüzün eğitimi adına yapılanların ve bu işlere harcanan bütçelerin hiçbir işe yaramadığını da görebiliriz. Eğitim daireleri adı altında hemen her kamu kuruluşunda bulunan birimlerin yazlık kamp işletmek ve toplu nasihat seansları düzenlemekten başka bir işe yaramadığını görmemiz çok hayırlı bir ilk adım olabilir.

    Polisin yüzüne tokat atıp yere yuvarlayan, onunla da yetinmeyip, sürünerek kaçmaya çalışan polisi tekmeleyerek daha da aşağılayan gaspçının babası -ve diğer “baba”lar- aslında bizi uyandırma işlevi görmektedirler. Ama eğer biz uyanmak istiyorsak! Temmuz 22, 2003

     

     

  • YABANCI DİL KARGAŞASI

    Okullarımızda Türkçe dışında ikinci – bazen iki ve üçüncü- dil öğretimi konusundaki yaklaşık 100 yıllık serüven -ki gerçekten de bir maceradır- sonunda geldiğimiz nokta -büyük resim açısından- kocaman bir “hiç”tir. Özel yetenek ve/ya çabasıyla bu resim dışına çıkabilenler bu acı  gerçeği değiştirmez. Bozuk telâffuzla da olsa Türkçe’yi kısa sürede ve yüksek içerik değerinde öğrenebilmiş yabancılar ile, uzun yıllar boyunca ünlü okullarda yabancı dil öğretilen insanlarımızın düşük içerikli Türkçe ve yabancı dil becerilerini karşılaştırınca bu yargının hiç de haksız olmadığı görülecektir.

    En yaşamsal ulusal çıkar müzakerelerinde hiç olmazsa bir nebze daha hakim olduğu düşünülebilecek Türkçe yerine, pratik İngilizcesini kullanmaya çabalayan, bunu da, “anlamazsan çok anlamış tavrı takın” ilkesiyle aşmaya çalışan insanlarımız bir genel hastalığın belirtisidir.

    İnsanlarımız, bütün alanlardaki başarısızlığının ve bunu gideremediğinin farkındadır. Buna karşı, “her neyi yapıyorsan onu iyi yapıyormuş taklidi yap” reçetesini benimsemiştir. Hastalık budur.

    Hastalığın neden(ler)i içinde Türk ırkına özgü bir yeteneksizliğin olması çok küçük bir olasılıktır. Benzer genleri taşıyanlar içinde az da olsa bu karakteristiklere uymayanlar olduğuna göre bu bir ırk özelliği olamaz.

    Sorunun kök nedenlerinden birisi -belki de başlıcası-  insanımızın  -çoğunun-  Türkçe’yi bilmemesi, ama  reçete uyarınca “biliyor gibi yapması ve de sanması”dır.

    Bu yargının kanıtı Tofita reklamındaki iğrenç Türkçe, BBG sakinlerinin düzeysiz dilleri ya da bilmem hangi VJ’ in -ayıp olmasın diye onlara böyle deniliyor- nece olduğu belli olmayan Türkçeleri değildir.

    Onlara takılıp “değerlerimiz aşınıyor” ya da ” televole kültürü bizi yok edecek” teşhislerine kapılmak sorunu hiç ama hiç anlamamak demektir.

    Televole, BBG vs. gibi öğeler, sorunun anlaşılmasını güçleştiren, perdeleyen, saptıran unsurlardır. Köken orada değildir.    O tür rezillikler, dil öğesini yüzyıllardır bir  “stratejik araç”  olarak kullanagelen anglo-sakson toplumlarında dahi misliyle yaygındır.

    Sorunu görmeye çalışalım

    Bir yabancı şöyle diyor: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimiz ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir

    Uluslararası alanda çıkarlarımızı savunurken, Türkçe dilini kullanıp,  bu dile daha hakim profesyonellerden yardım almayı akıl edemeyenleri – ve bunu akıl ettiremeyenleri- gördükçe nasıl bir zafiyet içinde olduğumuz daha iyi anlaşılıyor.

    Evet işin kökü Tofita-BBG alanında değildir. Sorun, en iyi okullarda -dahi- Türkçe dışında 2 yabancı dil öğretilen “elit” kesimin, ağzından çıkan sözcüklerin ne anlama geldiğini bil(e)memesi, kendisine ezberden belletilen kalıpları değiştire değiştire kullanarak konuşup  yazmasındadır. Böylece dış görünüşü Türkçe’ye benzeyen, içeriği son derece düşük düzeyli ( bkz. Değerli İçerik, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=554 ) bir ifade biçimi doğmaktadır.

    İşin ilginç yanı insanlarımız bu zafiyetlerinin farkındadır. Konuşmalar sırasında şu 2 kalıbı sık duyarız:

    –          beni yanlış anladınız

    –          kendimi tam ifade edemiyorum

    Bu ” kendini ifade yetmezliği” Türkçe ve yabancı dillerde şu metotlarla giderilmeye çalışılır:

    –          Tavır taklidi: Yabancılara özgü tavırları taklit ederek “bende öyleyim” telafi çabası.

    –          Sürekli itiraz (futbolcularımız da hakeme sürekli itiraz ederek yetersizliklerini  telafiye çalışıyorlar.)

    –          İkna edici ses tonu “taklidi”

    –          “Maymuncuk” ifadeler kullanmak: “ne gibi?”, “yani nasıl?”, “aa öyle mi?”, “çok ilginç”,  “evet anladım” vb.

    Lütfen çevrenizde şu 10 kelimelik -isterseniz artırın- küçük testi uygulayın ve her birisine niçin öyle denildiğini sorun: “efendi, tornavida, hipotenüs, tetanoz, ayna, ezber, mıknatıs, Manisa, repo, eğitim.”

    Ağızdan çıkan bu -veya diğer- sözcüklerin ne gibi somut ve ortak karşılıkları olduğunu -ya da olmadığını- görünüz. Bu insanlar ikinci, üçüncü ya da onuncu dil öğrenseler ne ifade eder?

    Peki yabancı dilin bu denli düşük düzeyli öğrenilmesi niçin bu denli önemseniyor / özendiriliyor?

    Soru’nun yanıtı çok basit ve o düzeyde de aşağılayıcıdır. Özellikle Anglo-sakson dillerini konuşan  toplumların zenginliklerinin kaynağı, sahip oldukları teknolojileri içeren ürünlerin sahip olmayanlara satılmasındır. Bunun için çatpat düzeyinde yazıp konuşan halk yığınları ile, biraz ileri çatpat düzeyli yazıp konuşan elite ihtiyaç vardır. Onlar teknoloji üret(e)meyecekleri için sadece kullanma kılavuzları, proforma faturalar vb. belgeleri anlayacak düzeyde yabancı dil bilmeleri yeterlidir.

    Ayrıca Türkçe’yi doğru dürüst kullanamamaları gerekir. Çünkü onu becerirlerse yabancı dili de “anlayarak kullanmaya” kalkışabilirler.

    Bu denli basit bir strateji halk arasında büyük bir -kabuk- yabancı dil tutkusuna yol açmıştır. Çünkü gerçekten de, çatpat bilenler, çatpat bilmeyenlere göre daha kolay iş bulmaktadırlar. Hattâ istihdam edecek olanların ihtiyaçları pek belli olmasa dahi.

    Yabancı dil nasıl konumlanmalı?

    Bir dil, ait olduğu kültürün  üretim ve yayım aracıdır. Bir dilin bilinmesi aslında o kültürün bilinmesi demektir ve her kültürün de kendine özgü yüksek ve düşük değerleri olması da doğaldır.

    Bir dili öğrenmenin stratejisi buna göre, o kültüre ilişkin çerçöp değerlerin, gelgeç deyimlerin değil, yüksek düzeyli, medeniyet yolunu açıcı değerlerin -ve onlara ait kavram ve sözcüklerin- alınması olmalıdır.

    Yabancı dilin konumlanmasında ikinci bir nokta, Türkçe ile birlikteliğinin tanımlanmasıdır. Bugün birçok dilde bu birliktelik bir “füzyon” şeklinde gerçekleşmiştir. Singlish, Japlish, Russlish, Deutschlish,  Swinglish  vb. olarak adlandırılan diller Singapur’ca,  Japonca, Rusça, Almanca ve İsveç’cenin İngilizce ile “füzyon”undan böylece doğmuştur.

    Türkiye’de yabancı dille “öğretim” yapan kurumlarda oluşan Turklishde benzer bir hibrittir. Kanımızca bu bir zenginleşme değil bir fakirleşmedir. Bu olgu “teknolojiyi üreten adını da koyar” yazısız kuralının bir sonucu değildir. Dil milliyetçiliği ile  ünlü Fransızlar dahi İngilizce (chip) sözcüğünü olduğu gibi alıp (Le chip) şeklinde kullanıyorlar. Benzer milliyetçiliğe sahip Almanlar software, computer, flipflopve benzer terimleri aynen kullanıyorlar.

    Füzyon yoluyla yozlaşma bunlardan tamamen farklıdır. “Beni andırestimeyt etme”  gibisi bir söz ise bir teknoloji  dolayısıyla dilimize girmemiş, dil öğrenmedeki başarısızlığımızı telafi(!) için uydurulmuş onlarca kalıptan sadece birisidir.

    Buna göre, Türkçe’nin korunup geliştirilmesi, yüksek kültürel ve teknolojik terimlerin katılmasıyla zenginleştirilebilmesi için, neredeyse “ikinci dil” olarak tanımlanabilecek şekilde iyi öğrenilmiş yabancı dillere ihtiyaç vardır.

    İngilizceyi iyi öğrenemeyip bunun acısını Türkçe’yi yozlaştırarak çıkaran insanlarımızın önüne iyi bir ikinci -mümkünse üçüncü- dil “öğrenme teknolojisi”nin konulabilmesi, hem Türkçe hem de yabancı dille “kendini ifade etme”de  bir eşiğin aşılmasını sağlayacaktır.

    Peki yabancı dilleri niçin öğrenemiyoruz?

    Bu soru’nun yanıtı ile şu iki soru’nun yanıtı muhtemelen aynıdır.

    (1)      Eğitim sözünün bu denli sık kullanmasına, her sorununun getirilip getirilip eğitime bağlanmasına karşın, acaba eğitim işini niçin beceremiyoruz?

    (2)      Bilim, en vahşi kabile insanlarının bile sorunlarını çözmede yardımcı oluyorken, acaba niçin toplumumuzda sadece makale yazıp para kazanmaya, ya da ünvan şişirmeye yarıyor, niçin yüzlerce sorunumuzun çözüm yolunu bulmada kullanılmıyor?

    Soruların olası yanıtı şudur:  Eğitim ve de bilim, insanlarımızın somut ihtiyaçlarının giderilmesinde bir katkı yapabilecek içerikte anlaşılıp kullanılmıyor. Bu içerik zafiyetini giderebilecek olan “elit” (seçkin) kesimin büyük çoğunluğu da -maalesef- bu hastalıktan muzdariptir. Soru sormaya devam edilirse sıradaki şudur: Peki, eğitim ve bilim, toplum yaşamımızdaki çeşitli ölçekteki sorunların çözümüne niçin somut bir katkı sağlayamıyor?

    Bunun olası yanıtı ise, geleneksel sorun çözme kültürümüzün yerleşik araçlarında, bu yerleşik araçlara olan bağımlılığımızda yatıyor olabilir. Yabancı dil eğitimindeki olağanüstü başarısızlığın nedeni buna göre bu “işe yaramazlık”ta yatıyor.

    İngilizce öğretim yapan bir kolejin İngilizce öğretmenlerine sorulan “niçin İngilizce öğretiyorsunuz?” ve öğrencilere sorulan “niçin İngilizce öğreniyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, net ve somut yarar(lar)ın neler olabileceğinin hiç düşünülmediğini göstermektedir. (bkz. “Yabancı dil”, sh 303, Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası, 3.basım, PEGEM Yayınevi, Ankara veya www.tinaztitiz.com).

    Epey ilerlemiş yaşına rağmen bir elinde -çok kullanılmaktan- parça parça olmuş bir sözlük, öbür elinde Türkçe gazete, yakın ve orta-yakın gözlüklerini ikide bir değiştirerek Türkçe gazete okuyan bir ABD büyükelçisi -kişisel gözlemimdir- somut sorunların çözümünde yabancı dilin nasıl kullanıldığına ibret verici bir örnektir.

    Bir diğer ibret örneği de, eğitim fakültelerimizin  ezberci geleneği altında yetişmiş öğretmenlerimizin, gencecik beyinlere “the”  sözcüğünün okunuşunda dilin alt ve üst dişler arasına nasıl sokulacağını öğretmeye çalışması, bunun ne işe yarayacağını hiç düşünmemiş olmasıdır.

    Peki sorun çözmeye yaramıyorsa bu denli yabancı dil merakı nedendir? Bu yalnızca eğitim sistemimizin değil, seçkinlerimizin, ailelerin, tüm toplum kurumlarının, bu soruyu sormayan herkesin ortak ayıbıdır.

    Özelde yabancı dilin, genelde eğitimin ve bilimin birer sorun çözme aracı olamayışları, onların ancak süs, övünme aracı, yüzeysel farklılıklar yaratma gibi amaçlarla kullanımına yol açmıştır.

    Kişiler -ve kurumların- sorunlarını çözmekte kullandıkları araçlar, dil, yabancı dil, eğitim ve bilim değil, onların bağımlılık yaratmış alternatifleridir.

    Nedir bu bağımlılık yaratmış sorun çözme araçları?

    –          Bir tanıdığın -veya tanıdığın tanıdığının- tanışıklığını istismar etmek“,

    –          doğrudan ve/ya dolaylı rüşvet vermek”, 

    –          yasal ve/ya ahlaki kuralların etrafından dolaşmak“,

    –          istemeye istemeye sineye çekmek“,

    –          kader olarak kabul etmek“,

    –          bir başkasına ihale etmek“,

    –          görmezden gelmek“,

    –          sorundan uzak durmak

    ve bunların çeşitli ton ve bileşimleri, bilgi -ve onun araçları olan dil, yabancı dil, eğitim ve bilim- ile sorun çözmenin “daha ucuz” alternatifleridir.

    Bir kural gibi genelleştirmek doğru mudur bilinmez ama, ” bir sorunun çeşitli çözüm yolları içinde en  kolay olana yönelinir ve bu yol zamanla bağımlılık yaratır” gibi bir doğa yasası var gibi görünüyor.

    Bu “kolay” ve “alışılmış” yollardan vazgeçilmedikçe, “zor ve alışılmamış” konumdaki araçlar devreye giremeyecek, suretâ kullanılıyor (gibi) yapılacaktır.

    Alışkanlık yaratmış bu yolların her biri, değerler sistemimiz içinde dallanmış birer sosyal tümördür (bkz. www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=561). Bu tümörlerin yok edilmeleri ancak sistemli ve yaygın bir çabayla olabilir.

    Bu yollar toplumun önce seçkin tavırlı kesimlerince, sonra da çoğunluğunca “ayıp” olarak kabul edildikçe onların yerlerini, bilgi, eğitim, bilim gibi yüksek değer alanları almaya başlayacaktır.

    Kimilerince “toplum mühendisliği” sayılabilecek bu yaklaşım, “toplum değerlerinin tümörlerden arındırılması” olarak özetlenebilir ve kötü kullanımlara da pekalâ açıktır.

    Birileri, kendi kafalarındaki dünyaları, yine aynı yaklaşımla -değerlerin tümör sayılanlarından arındırılması- gerçekleştirmeye çalışabilirler ve bu zaten insanlık tarihi boyunca hep olagelmiştir.

    Ama görünen o ki başka bir çıkış yolu da yoktur. Hasta toplumlar (R.B. Edgerton, Sick Societies, 1992, The Free Press) ya yok olacaklar ya kendilerini iyileştirecek yolları kendileri bulacaklardır. Toplum müh. nin -haklı olarak- aşağılanan “dıştan müdahaleci” değerler sistemi yeniden yapılandırma girişimleri ile, hasta toplumlara özgü bir demokrasi yolunun arasındaki fark işte budur. Bu süreci kimin başlatacağı, kimlerin destek vereceği, bütünüyle toplumsal dinamiklerin çıktılarıdır. Ama neredeyse kesin olan, bu sürecin, sıradanlığın (bkz. Tragedy of Commons) eseri olamayacağıdır. Seçkin tavır sahibi ve aralarında dayanışma ağları kurabilen yurttaşlara sahip olup olamamak bir toplumun kaderini belirleyecek gibi görünüyor.

    Eğitim açısından ne yapalım?

    Ailesi içinde “merak” duygusu çeşitli -masum- yollarla köreltilip, okulun bilgi pompalayıcı eleyici mekaniğine terk edilen çocuklarımız için yapılabilecek şeyler ne yazık ki çok azdır.

    En küçük yaşlardan itibaren belirli -ve kaldırabileceği- sorumluluklarla yüklenen ve sayılan “kolay” sorun çözme yolları kapatılan bir çocuk, doğanın kendine hediye ettiği merakı -eğer özel yollar ile öldürülmez ise- nedeniyle “bilgi yoluyla sorun çözmeyi”yi bir alışkanlık olarak edinecektir. Araştırmak ve öğrenmek, böyle bir çocuğun-hiç farkında bile olmayacağı- doğal özellikleri haline gelecektir.

    Eğitim sürecinin aile ayağında yapılması gereken budur:  Sorumluluk ver; ucuz yolları kapa; merakını öldürme!

    Aile içinde bu şansı kaybetmiş olanlar, aynen bedensel veya zihinsel engelliler gibidir ve ancak özel ilgi ile bilgi yoluyla sorun çözmeye yöneltilebilirler. Bunu hedeflemiş bir okul sisteminin nasıl olması gerektiği ayrı bir konudur (bkz. Okulda Yeni Eğitim, Aralık 2000, Beyaz Yayınları, İstanbul).

    Her iki grup açısından da yabancı dil eğitiminin çerçeve çizgileri şöyle çizilebilir:

    –          Okul yaşındaki çocuklar -özellikle de ana ve ilköğretim- yabancı dil yoluyla sorun çözme gibi bir hedefe sahip değillerdir. Zorlama (tehdit, ceza, ödül) ile ancak ezbere bellerler ve bu yolla ancak bir papağan kadar katma değer yaratabilirler.

    –          Bu yaşlardaki çocukların yabancı dil öğrenmeleri için, gerek aile, gerek okul ve gerekse kitle iletişim araçları  yoluyla “ağzından / kaleminden  çıkanın farkında olmaya yönlendirilmeleri  gerekir. Ana dillerinde kullandıkları masa, sandalye, kardeş vb. sözcüklerin “ne demek”  olduğu şu demektir: Bunların, duyu organlarımızın somut olarak algıladığı duyularla bağlantısının tam olarak farkına varmak. 

    Yabancı dil öğreniminin temeli, Türkçe’nin (ana dilinin) bu yüksek hakimiyet düzeyinde kullanılması; daha ileri sınıflarda (orta, lise) ise, Türkçe dili içinde mevcut diğer kökenli (Arapça, Farsça, Yunanca, Latince gibi) sözcüklerin Türkçe’de ne anlama geldiğinin farkına vardırılmasıdır.

    Orta okuldan itibaren, termometrenin sıcaklık ölçer, kalorimetrenin ısı ölçer, kalorifer’in ısı yayan demir vbg. olduğunun farkında olan çocuklar ile, bunları birer “ses”  olarak -aynen papağan gibi- tekrarlayan çocuk ve gençler arasındaki farkı düşünebiliyor musunuz?

    TV haberlerinde ve hava raporlarında hava sıcaklıkları yerine ısrarla “ısı derecesi” diyen eğitimliler yerine ağzından çıkanı bilen insanlar böyle yetişebilir.

    Akılda az şey tutup, ihtiyaç oldukça bu az şeyden türetmek, çocukların çok sevdiği -ve de en doğru- bilgi saklama yoludur.

    Yabancı dil konusunda normal olarak henüz pek bir hedefi olmayan çocuklara yabancı dilin kalıpları, grameri, okunuş incelikleri gibi saçmalıkları öğretmeye çalışmak yerine, yabancı ve kimi Türkçe sözcüklerin yapılarındaki az sayıda ön ve ard ekleri vererek, bunlardan ne çok sözcük üretilebileceğini göstermek onlar için heyecan verici olmaktadır ( bkz. Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası sh. 322)

    Okul kurumunun yabancı dil konusunda vermesi beklenen, anlamını tam bilmediği, ne işine yarayacağı konusunda net olmadığı “sesler çıkarmayı öğretmek” değildir. Bir ana okulundaki 3-5 yaşındaki çocukların 1’den 10’a kadar  yabancı dilde saymaları ya da basit gündelik konuşmalara alıştırılmaları bir papağanın sayı saymasından farklı mıdır?

    Hattâ, ana dili Türkçe olan bir çocuğun 1’den 10’a  sayması ve bunlar üzerinde 4 işlem yapması “denklik” kavramı oluşmamış ise ne değer taşır. Bunları bir başka dilde yapması bir değer taşır mı?

    Yabancı dil konusunda, kişi sayısı kadar özgün hedef olabilir. Bu denli farklı hedef, tek tip bir öğretiyi ezbere belleterek öğretilemeyeceğine göre, çocuk ve gençler açısından öncelikle yapılması gereken, bu farklı hedeflerin, üzerinde yapılanabileceği bir temel inşa etmeye çalışmaktır.

    Bu temel, yabancı dil kitaplarının (introduction) ciltleri içindekiler kesinlikle olamaz.

    Ben Aritmetiği niye öğreneyim?” sorusuyla “yabancı dili niye öğreneyim?” sorularının temelleri aynıdır. İkisinde de ilk göze çarpan -ama pek işe yaramayan- yanıtlar vardır.

    Gündelik yaşamında hesap gerektiren durumlarda kullanmak” ilk bakışta aritmetiğin varlık nedeni (bkz. Misyon, www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=131) gibidir. Ama bir işe yaramadığı da hemen görülebilir. Çünkü bu yanıtın ardından  ” ee peki öyleyse ne yapalım?” gibisinden bir çıkmaz sokak gelir.

    Halbuki şöyle bir temel neden daha anlamlıdır: Tüm yaşam, ihtiyaçlar ve imkânları denkleştirme çabasıdır. Aritmetik bu çabanın aletidir. Yabancı dil için de böyle bir temele ve bu temelin çocuk ve gençlerce benimsenmesine ihtiyaç vardır.

    Yabancıdil neye yarar?

    Turistlerle konuşmak“, “roman okumak“, “iş ilanlarının talebini karşılamak“, “arkadaş edinmek” gibi hedefler bir dili lâyıkıyla -hem de zevkle- öğrenmeye yeterli itici gücü sağlayamaz. Bunlar “çatpat” düzeyli hedeflerdir.

    Ana dilin gündelik yaşam için  gereken basit kavramları ve o kavramlar için gereken birkaç yüz sözcüğü  dışındakiler fazlaca işine yaramayan bir çocuk veya gence yabancı dil öğretilemez, öğretmek için çaba da harcanmamalıdır. O çaba, daha yüksek hedefleri olan ya da daha yüksek hedefleri sahiplenebilecek olanlardan çalınmış bir çaba olacaktır.

    Ana dilini bir sorun çözme aracı olarak kullanma becerisi edinen bir kişi, öğreneceği yabancı dilin, ana dilinde bulunmayan daha yüksek değerli kavramları yoluyla yaşamını kolaylaştıracak, zenginleştirecektir. Ama bunun ön koşulu, ana dilindeki konuşma açısından, “ses çıkarma” düzeyinden “bir anlam ifade etme” düzeyine geçiştir.

    Çocuk ve gençlerimiz ile erişkinlerimizin içinde bu geçişi yapabilmiş olanları bulup, yabancıdil öğretme çabalarımızı -ki artık o öğretme değil onların öğrenme çabalarına katkıdır- oralara yönlendirmeliyiz.

    Okullarda yabancı dil öğreniminin hedefi, “dili çözülmüş papağanlar” yetiştirmek olmamalıdır. Dil çözülmesi ancak somut hedefler edindikten sonra olabilir. Öyle bir durumda ise istenilse dahi öğrenmesine engel olunamaz. Okulun yapması gereken bu sürecin kolaylaştırılması için hazırlıktır.

    Sözcük kökenlerinin (etimoloji) heyecanlı serüveni, ön ve ard ekler ve kökler yoluyla sözcük türetme, Türkçe’de bulunmayan  kavramların heyecanını tatmak, Türkçe’de kullanılan birkaç bin dolayında Latince kökenli sözcüğü fark etmek ve bu gibi unsurları içeren bir yaklaşım bu hazırlığı oluşturacaktır.

    Bu tür yetişmiş çocuklar okulda İngilizce, Almanca  ya da Fransızca konuşamayabilirler. Ama yaşamlarının bir noktasında gerek duyarlarsa -ihtiyaçları nedeniyle- İspanyolca ya da Çince öğrenebilirler. O halde önce biz kendimize şu soruyu -derin bir iç sessizlik hali içinde- soralım: “biz ne yapmak istiyoruz?”

  • TARIM MI SANAYİ Mİ?

    Çocukken sorulan “anneni mi yoksa babanı mı çok seviyorsun?” sorusunun, çocuğun yeni gelişmeye başlayan aklına ne kalın bir pranga vurduğunu yıllar sonra idrak ettim.

    Çok boyutlu olaylar dünyasını tek boyuta indirgeyen bu ilk yapı taşı yıllar geçtikçe çoğalıp, “sağcı mısın solcu mu?”, “terörün sebebi nedir?”, “benden yana mısın karşı mısın?” ve daha yüzlerce öldürücü yanlışa götürüyor. Bu zincirden kurtulup, olayların tek nedenli olmadığını, sağcılığın da solculuğun da insanları esir etmenin iblisçe bir yolu olduğunu idrak etmek ise her zaman mümkün olmayabilir.

    İşte bu düşünsel esaretin bir örneği de “tarım mı sanayi mi?” sorusudur. Aslında bu bir soru değil bir yargıdır. Yani ancak ya tarım ya da sanayi olabilir demektir.

    Nasıl ki “kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunun doğru cevabı, “hayır, ikisi de değil” ise, tarım-sanayi seçmecesinin cevabı da “her ikisi de” dir. Doğru soru, “tarım mı sanayi mi?” değil, “nasıl tarım?” veya “nasıl sanayi?” dir.

    Ülkelerin arasında yüksek gümrük duvarları varken tarım ya da sanayide ileri ülke tanımı, o sektördeki ürünleri çok üretmekle ölçülüyordu. Bugün bu duvarlar alçalmış (yer yer kalkmış) ve artık çok üretmek anlamını kaybederek yerini o sektördeki rekabet gücüne bırakmıştır. Bugün Dünya’nın en ileri tarım ülkesi, aynı zamanda en ileri sanayi ülkesidir.

    Bunun nedeni, artık tarımın köylü, sanayinin de kentli yurttaşların uğraşı alanı olmaktan çıkıp her ikisinin de teknoloji esaslı hale gelmiş olmasıdır. Senenin 3-4 ayı, yüzyıl önceki usullerle tarlada çalışıp geri kalan zaman da politikacıları yarıştırıp, Dünya fiyatlarının 2 katı taban fiyat sağlamaya çalışan kesimin yaptığı işin adı tarım değil tarım gibi bir şey dir.

    Aynen, bir yabancı firmayla lisans anlaşması yapıp rekabet gücünü lisansörünün kontroluna bırakan ve en yüksek gümrük duvarı sözü veren partiye oy veren kesimin yaptığı işin adının sanayi olmayıp sanayi gibi bir şey olduğu gibi!

    Artık ister sanayi ister tarım isterse bambaşka bir alan olsun, ortak bileşen rekabet gücü, onun da ana girdisi teknoloji üretimi dir. Teknoloji üretimi ise önce o alandaki mevcut bilgilere erişmekle başlayıp, o bilgileri ve kişisel bilgi-beceri-yaratıcılığı kullanıp daha ucuz ve/ya daha kaliteli ürünler üretebilme sürecidir

    Bu sürecin bir çok şeyle ilgisi yoktur. Ama en çok ilgisi olmayan şey ise, kendisine rekabet gücü sağlayan teknolojileri üretmiş olanlardan, onların eski teknolojilerini satın almaktır. Denilebilir ki yüksek rekabet gücü edinmenin bir şartı da, teknolojiyi satın alınabilir bir nesne sanan insanların yaşadığı ülkelerin mevcut olmasıdır.

    Pekiyi, bugün bulunduğumuz ve ne tarım ne de sanayi ile ilgisi olmayan noktadan, bu yeni anlayışın belirlediği noktaya geçilebilir mi, geçilebilirse nasıl?

    Aynen diğer sorunlarda olduğu gibi bu sorun da tek boyutlu değildir. Yani ortada, bir düğmeyi öbür tarafa çevirerek değiştirilebilecek bir tablo yoktur.

    Buna rağmen, öbür tarafa çevrilmesi gereken bir ilk düğme vardır. O da, tarım ve de sanayi kesimine, yaptıkları işin tarım ve sanayi olmadığını, bunun bundan böyle desteklenmeyeceğini, buna izin vermenin, hükümetlerin değil rakiplerin elinde olduğunu, onların da bu izni verecek kadar avanak olmadıklarını cesaretle söyleyebilmektir.

    Çevrilecek ikinci düğme ise, geleneksel siyaset anlayışımızın, geleneksel tarım ve geleneksel sanayimizden daha farklısını yaratamayacağını aynaya bakarak söyleyebilmektir. Gerisi nisbeten kolaydır.

  • ORTAK AKIL GRUPLARINCA ÜRETİLEN DÜŞÜNCELERİN

     

    “ARDIŞIK ZENGİNLEŞTİRİLMESİ-ArZe”

    (v. 0.0 – 11.9.02)

     

    Özet

    Herhangi bir konuda fikir üretmek üzere bir araya gelip ortak aklı arayan çalışma gruplarında en sık rastlanan sorun, üretilen düşüncelerin değerlerinin artırılmasındadır. Gruptaki katılımcı sayısı az iken, ortaya atılan fikir sayısı ve o fikirlerin katma değerlerinin artmasına yol açabilecek önerilerin sayısı sınırlı iken, daha kalabalık gruplarda bu defa farklı bir sorun ortaya çıkmakta, katılımcıların büyük bir bölümü sessiz kalabilmektedir.

    Ardışık Zenginleştirme yöntemi bu soruna bir ölçüde çözüm getirmek üzere önerilmektedir. Metodun özü, çalışma grubunda ortaya atılan bir “ilk yanıt”ın değerinin, 6 adımlı bir sürecin her bir adımında ardışık olarak artırılmasıdır. Bu sürecin kritik parçasını oluşturan “zenginleştirme” ise, bir düşünce içindeki açık ve/ya saklı yargıların kanıtlarının ortaya konulması ve bunun  ardışık olarak tekrarlanarak ya “aşikâr” duruma gelinmesi ya da o yargıdan vazgeçilmesidir. Sonuçta varılmak istenen, tüm yargıların destekli (supported) hale gelmesidir.

    Yöntemi oluşturan 6 adım şunlardır:

    Adım 1-                 Soruya ortak akılla bir yanıt –ilk yanıt– bulunup bir metin halinde yazılır.

    Adım 2-                 Yanıt içindeki her açık veya saklı yargı için kanıt sorulur  (örn. “bundan nasıl emin olabiliyorsun?” veya “nereden biliyorsun?” veya “…alternatifi olmaz mı?” gibi).

    Adım 3-                 Bu kanıt isteklerine ayrı ayrı yanıtlar verilip, bunlara göre metinde uygun yerlerde düzeltme ve/ya ekleme-çıkarmalar yapılır.

    Adım 4-                 Verilen yanıtlar içinde, tekrar kanıt sorulmaya gerek olmayanlar ayrılır; kanıt istenenler için ise itiraz noktaları açıklanır.

    Adım 5-                 Kanıt istenilenler için bu döngü 5 defa tekrarlanmasına rağmen halâ kanıt gerektiren yanıtlardan vazgeçilir, tekrar sayısı henüz 5’e varmayan yanıtlar için ise Adım 3’e dönülür. Tüm yanıtlara verilen kanıtlar tatminkâr görülüyorsa yanıt-kanıt süreci durdurulur. Üzerinde ekleme-çıkarma ve/ya düzeltmeler yapılan yanıt metni ilk haline göre zenginleştirilmiş olacaktır.

    Adım 6-                 Katma değeri nisbeten düşük bilgiler, yargılar, tekrarlar vbg sözcük, cümle veya bölümler metinden çıkarılarak ve metni daha anlaşılabilir ve uygulanabilir kılabilecek eklemeler yapılarak daha da zenginleştirilir.

     

     

    ArZe YÖNTEMİ İÇİN ÖRNEK UYGULAMA

    Bu yöntem, rastgele ele alınan bir örnek soru ve o soruya verilen yanıt üzerinde aşağıdaki şekilde uygulanmaktadır.

    Örnek soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?

    Adım 1-              “İlk yanıt” içeren metin:  Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı bekliyor. Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları gidermektir.

    Adım 2-              İlk yanıt içindeki açık / saklı yargılar:

    a.       Kaynaklarımız kıtlaşmaktadır (açık yargı)

    b.       Nüfusumuz artmaktadır (açık yargı)

    c.       Nüfus artışı için üretim gerekir (saklı yargı)

    d.       Üretim sürdürülebilir olmalıdır (saklı yargı)

    e.       Üretimin temel girdisi, insan niteliğimizin düzeyidir (açık yargı)

    f.        Eğitim sistemimiz gereken nitelikleri kazandırabilecek düzeyde değildir (saklı yargı)

    g.       Eğitim sistemimizin sorunlarından birisi, sorunları doğru tanımlayamayışıdır (açık yargı).

    h.       Eğitim sistemimizin bir diğer sorunu ise doğru tanımlanmış sorunlara dahi doğru çözümler üretilemeyişidir (açık yargı).

    i.         Eğitim sistemimizin bir başka sorunu ise doğru tanımlanan sorunlar için geliştirilen doğru çözümlerin kimi nedenlerle uygulanamayışıdır (açık yargı).

    j.         Halen sorunları ve çözümleri bildiğimize inanıyoruz;  bu inancımız ise daha derinlikli bakışları engellemektedir (saklı yargı).

    Adım 3-              Bu yargılar için kanıtlar:

    a.       Maden rezervlerimizin, bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta, yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya çıkmıştır.

    Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    b.       Nüfus istatistiklerine göre yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       Artan nüfusa paralel olarak üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       Mal ve hizmet üretimlerinin kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa kaynaklar tükenecektir.

    e.       Üretimin girdileri içinde para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte, insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu görülecektir.

    f.        Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.

    g.       İnternette yapılan bir Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme, öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak algılanan sorun pek yoktur.

    h.       Bir kısım sorunlar ise doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.         Doğru tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru uygulanamamaktadır.

    j.         Bugüne kadar eğitim sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik- gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu taşıyana rastlamak epey güçtür.

    Adım 4-              Tekrar kanıt sorulmaya ihtiyaç olmayacak yanıtların ayrılması, diğerleri için itirazların açıklanması:

    Tekrar kanıt aranmasına gerek olmayan yanıtlar olarak b, c, d, e, g, h ve i değerlendirilmektedir.  (a), (f) ve (j) için ise şu itirazlar yapılmaktadır:

    (a) yanıtı açısından itiraz: Türkiye’nin iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal kaynaklarda- azalma olduğu doğru olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan insangücü kaynağımızda ise niceliksel bir azalma söz konusu değildir. Bunlar için ek kanıtlar gösterilmesi veya bu açıklamaları yer verilmesi ya da bu açıklamalara katılınmıyor ise bu yanıtlardan vazgeçilmesi önerilir.

    (f) yanıtı açısından itiraz: İhtiyaç olan mal ve hizmet üretimini yapabilecek nitelikte insangücüne sahip olmayışımızın başlıca nedeninin, eğitim sistemimizdeki yetersizlik olduğu yolunda ek kanıtlara ihtiyaç vardır.

    (j) yanıtı açısından itiraz: Buradaki iddia desteklenmemiştir. Bazı gözlemler bu iddiayı destekliyor olabilir, ancak bu, genelleme için yeterli sayılmamalıdır. Ya yeni kanıt verilmeli ya da iddiadan vazgeçilmelidir.

    Adım 5-              Geri dönüş veya sonlandırma:

    (a) ve (f) yanıtları için tekrar kanıtlar istendiği için Adım 3’e dönülecektir. Geri kalan yanıtlar ise tatminkâr bulunmuş olup yanıt-kanıt süreci sonlandırılacaktır.

    Adım 3-              (a), (f) ve (j) şıkları için  tekrar yanıtlar:

    a.       Şimdilerde gündeme gelmekte bulunan yenilenebilir enerji kaynaklarının varlığı doğrudur ve “kaynaklarımız kıtalmaktadır” genellemesinin hemen yanında yer verilmelidir.

    İnsangücü kaynaklarımızdaki niceliksel artış ise, ihtiyacın karşılanmasında ikinci derecede önem taşımaktadır. Birincil öncelik nicelikte değil niteliktedir. Dolayısıyla ilk yargı doğrudur.

    f.        OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına yeterli görülmektedir.

    j.         Bireysel gözlemlerin dışında bu iddiayı kanıtlayabilecek bir bilgi mevcut olmadığı için bu yanıttan vazgeçilmektedir.

    Adım 4-              (a) ve (f) için verilen ek yanıt tatminkâr bulunmuş, (j) içinse bulunmamış ve metinden çıkarılmıştır.

    Adım 5-              Yanıt-kanıt süreci durdurulmaktadır. Adım 1’de ortaya konulan metnin ilk hali ve zenginleştirilmiş halleri aşağıda karşılaştırmalı olarak verilmiştir.

    Adım 6-              Karşılaştırmalı olarak verilen metin adım adım rafine edilerek  aynı tabloda yanyana sütunlar biçiminde gösterilmiştir.

    ARDIŞIK OLARAK
    ZENGİNLEŞTİRİLEN METİN

    İlk yanıt

    1inci zenginleştirme

    2nci zenginleştirme

    3ncü zenginleştirme

    4ncü zenginleştirme

    Örnek
    soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?

    “İlk
    yanıt”: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri
    doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan
    kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı
    bekliyor.

    Bu,
    herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların
    doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler
    geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem
    kurulup işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir.

     

     

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek
    olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru
    tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya
    uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup
    işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir. Çünkü:

    a.      
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır. Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin
    kıtlaştığı doğru bir yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    j.        
    Bugüne kadar eğitim
    sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik-
    gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri
    bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu
    savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu
    taşıyana rastlamak epey güçtür.

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları
    doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları
    uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları
    gidermektir.

    Çünkü:

    a.       
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır.

    Buna göre, doğal
    kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir
    yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Diğer yandan, Türkiye’nin
    iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal
    kaynaklarda- azalma olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler
    nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi
    kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan
    insangücü kaynağımızda da niceliksel bir azalma söz konusu
    değildir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD
    istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan
    gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy
    Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına
    yeterli görülmektedir.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:

    En önemli kaynaklarımızdan sayılmak gereken
    insangücü kaynaklarımızdaki niceliksel gelişmeye karşın
    niteliklerdeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Giderek kıtlaşan kaynakları daha etkili ve
    verimli kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları devreye sokabilmek için ise, gençlerimizi
    gereken niteliklerle donatabilmek zorundayız.

    Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte
    başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD istatistiklerine göre, en
    yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en
    yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education
    Database).

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Doğru
    tanımlanabilen sorunlara ise çözüm geliştirmede sorunlar
    vardır.

    Doğru
    tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da
    parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu
    hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg
    nedenlerle uygulanamamaktadır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, sorunları doğru tanımlayamamak,
    doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki
    nedenleri keşfedip bunları gidermemizi bekliyor. Bunun için de,
    konulara sistem yaklaşımı içinde bakabilmemiz ve tüm paydaşları
    içine alabilen ağlar (networks) yoluyla tanım, çözüm ve eylem
    üretebilmemiz gerekiyor.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:
    insangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ihtiyacın
    gerisindedir.

    Kıtlaşan kaynakları etkili ve verimli
    kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları kullanabilmek için, gençlerimizi gereken
    niteliklerle donatabilmeliyiz.

    İstatistikler, bu konudaki başarısızlığımızı
    kanıtlıyor. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi
    ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke
    Türkiye’dir.

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Sorun
    tanımlamada olduğu gibi, tanımlanmış sorunlara çözüm geliştirmede
    ya da o çözümleri uygulamada sorunlar vardır. Ve bunların hepsi
    insan niteliklerimizle doğrudan bağlantılıdır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, bu sorunların altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermemizi bekliyor.

    Bunun
    için de, konulara
    sistem
    yaklaşımı
    içinde
    bakabilmemiz ve tüm paydaşları içine alabilen
    ağlar
    (networks) yoluyla
    tanım, çözüm ve eylem üretebilmemiz gerekiyor.

    Bu
    yolda ilk adım, bu resmi iyi görebilmeye çalışmak
    olmalıdır.

     

    ARDIŞIK OLARAK
    ZENGİNLEŞTİRİLEN METİN

    İlk yanıt

    1inci zenginleştirme

    2nci zenginleştirme

    3ncü zenginleştirme

    4ncü zenginleştirme

    Örnek
    soru: Gelecek bizden eğitim alanında ne bekliyor?

    “İlk
    yanıt”: Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun gereksinimleri
    doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime dönüştürebilecek insan
    kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim sistemi kurmamızı
    bekliyor.

    Bu,
    herkes tarafından benimsenen bir istek olmasına karşın, sorunların
    doğru tanımlanamayışı, doğru tanımlananlar için ise doğru çözümler
    geliştirilemeyişi ve/ya uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem
    kurulup işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir.

     

     

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Bu, herkes tarafından benimsenen bir istek
    olmasına karşın, sorunların doğru tanımlanamayışı, doğru
    tanımlananlar için ise doğru çözümler geliştirilemeyişi ve/ya
    uygulanamayışı nedenleriyle gereken sistem kurulup
    işletilememektedir.

    Dolayısıyla geleceğin bizden en önemli
    beklentisi, sorunları doğru tanımlayamamak, doğru çözümler
    geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermektir. Çünkü:

    a.      
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır. Buna göre, doğal kaynaklarımızın hemen hepsinin
    kıtlaştığı doğru bir yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    j.        
    Bugüne kadar eğitim
    sınıfının çeşitli alanlarından -bürokratik, politik, akademik-
    gelen mesajların çok büyük çoğunluğu, sorunları ve çözümleri
    bildiğini iddia etmekte, tek eksiğin yaptırım gücü olduğunu
    savunmaktadır. Sorunların, görünenlerden farklı olduğu kuşkusunu
    taşıyana rastlamak epey güçtür.

    Kıtlaşan kaynaklarımızı, artan nüfusumuzun
    gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde üretime
    dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir eğitim
    sistemi kurmamızı bekliyor.

    Geleceğin bizden en önemli beklentisi, sorunları
    doğru tanımlayamamak, doğru çözümler geliştirememek ve bunları
    uygulayamamanın altındaki nedenleri keşfedip bunları
    gidermektir.

    Çünkü:

    a.       
    Maden rezervlerimizin,
    bugünkü üretim trendleriyle, görünür gelecekte tükeneceği
    istatistiklerden görünüyor.

    Doğanın kendi de bir
    kaynaktır ve o da giderek kirlenmektedir. Topraklar tuzlanmakta,
    yeraltı su kaynaklarımız kirlenmekte, denizlerimiz kirlenmekte, su
    ürünleri de bunlara bağlı olarak azalmaktadır.

    Hava kirliliği ise önceleri
    sadece sanayi yörelerinde var iken, şimdilerde, artan nüfusun
    ısınma ihtiyaçları nedeniyle küçük yörelerde de  ortaya
    çıkmıştır.

    Buna göre, doğal
    kaynaklarımızın hemen hepsinin kıtlaştığı doğru bir
    yargıdır.

    İnsangücü kaynaklarımızın
    niteliklerindeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Diğer yandan, Türkiye’nin
    iç kaynaklarının bir kısmında -özellikle yenilenemez doğal
    kaynaklarda- azalma olmasına rağmen, teknolojideki gelişmeler
    nedeniyle giderek önem kazanan rüzgar ve güneş enerjisi gibi
    kaynaklarda ise bir azalma söz konusu değildir. Diğer yandan
    insangücü kaynağımızda da niceliksel bir azalma söz konusu
    değildir.

    b.       
    Nüfus istatistiklerine göre
    yıllık nüfus artışı %1.6-1.8 civarındadır.

    c.       
    Artan nüfusa paralel olarak
    üretim artmaz ise refah düzeyi düşecektir.

    d.       
    Mal ve hizmet üretimlerinin
    kullandığı kaynakların kendini yenileyebilme ve/ya yerlerine
    alternatiflerinin konulabilme hızı üretime paralel olmazsa
    kaynaklar tükenecektir.

    e.       
    Üretimin girdileri içinde
    para, malzeme, makine, pazarlama, yönetim bulunmakla birlikte,
    insangücü bunlardan daha da önemlidir. İnsangücü ise nicelik ve
    nitelik olarak değerlendirildiğinde, niteliğin daha önemli olduğu
    görülecektir.

    f.        
    Uluslararası istatistikler,
    genç nüfusu eğitmekte başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD
    istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi ilköğretim terk olan
    gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy
    Analysis 1998, Education Database). Bu kanıt dahi tek başına
    yeterli görülmektedir.

    g.       
    İnternette yapılan bir
    Delphi çalışmasında belirlenen “eğitimin sorunları”, eğitim
    sınıfının üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir. Okullaşma oranı, üniversiteye yerleştirme,
    öğretmen ücretleri gibi birkaç sorunun dışında ciddi sorun olarak
    algılanan sorun pek yoktur.

    h.       
    Bir kısım sorunlar ise
    doğru tanımlanmıştır. Bu defa da bunlara çözüm geliştirmede
    sorunlar vardır. Örneğin, öğrencilerin aşırı ders yükü ile
    yüklenmiş olmaları eğitim sınıfınca tanımlanmış bir sorundur. Ancak
    buna nasıl çare bulunacağı konusunda doğru bir yaklaşım olmadığı
    gibi her geçen gün ek yükler gündeme gelmektedir.

    i.        
    Doğru tanımlanıp doğru
    çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da parçalanmış bürokratik
    yapı, sık değişen kadrolar, kamu hiyerarşisinin derinliğinde
    kaybolan denetim etkinliği vbg nedenlerle doğru
    uygulanamamaktadır.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:

    En önemli kaynaklarımızdan sayılmak gereken
    insangücü kaynaklarımızdaki niceliksel gelişmeye karşın
    niteliklerdeki iyileşme ise ihtiyacın gerisindedir.

    Giderek kıtlaşan kaynakları daha etkili ve
    verimli kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları devreye sokabilmek için ise, gençlerimizi
    gereken niteliklerle donatabilmek zorundayız.

    Uluslararası istatistikler, genç nüfusu eğitmekte
    başarısız olduğumuzu gösteriyor. OECD istatistiklerine göre, en
    yüksek eğitimi ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en
    yüksek ülke Türkiye’dir. (OECD Policy Analysis 1998, Education
    Database).

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Doğru
    tanımlanabilen sorunlara ise çözüm geliştirmede sorunlar
    vardır.

    Doğru
    tanımlanıp doğru çözüm geliştirilen çözümler ise bu defa da
    parçalanmış bürokratik yapı, sık değişen kadrolar, kamu
    hiyerarşisinin derinliğinde kaybolan denetim etkinliği vbg
    nedenlerle uygulanamamaktadır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, sorunları doğru tanımlayamamak,
    doğru çözümler geliştirememek ve bunları uygulayamamanın altındaki
    nedenleri keşfedip bunları gidermemizi bekliyor. Bunun için de,
    konulara sistem yaklaşımı içinde bakabilmemiz ve tüm paydaşları
    içine alabilen ağlar (networks) yoluyla tanım, çözüm ve eylem
    üretebilmemiz gerekiyor.

    Gelecek, kıtlaşan kaynaklarımızı, artan
    nüfusumuzun gereksinimleri doğrultusunda sürdürülebilir biçimde
    üretime dönüştürebilecek insan kaynağı niteliklerine sahip bir
    eğitim sistemi kurmamızı bekliyor.

    Çünkü:
    insangücü kaynaklarımızın niteliklerindeki iyileşme ihtiyacın
    gerisindedir.

    Kıtlaşan kaynakları etkili ve verimli
    kullanabilmek, yeni teknolojileri iyi kullanıp geliştirerek
    yenilenebilir kaynakları kullanabilmek için, gençlerimizi gereken
    niteliklerle donatabilmeliyiz.

    İstatistikler, bu konudaki başarısızlığımızı
    kanıtlıyor. OECD istatistiklerine göre, en yüksek eğitimi
    ilköğretim terk olan gençlerin sayısı açısından en yüksek ülke
    Türkiye’dir.

    “Eğitimin gerçek sorunları”, eğitim sınıfının
    üzerinde durduğu sorunlarla ancak küçük bir oranda
    örtüşebilmektedir.

    Sorun
    tanımlamada olduğu gibi, tanımlanmış sorunlara çözüm geliştirmede
    ya da o çözümleri uygulamada sorunlar vardır. Ve bunların hepsi
    insan niteliklerimizle doğrudan bağlantılıdır.

    Bu
    tablo altında, gelecek bizlerden, bu sorunların altındaki nedenleri
    keşfedip bunları gidermemizi bekliyor.

    Bunun
    için de, konulara
    sistem
    yaklaşımı
    içinde
    bakabilmemiz ve tüm paydaşları içine alabilen
    ağlar
    (networks) yoluyla
    tanım, çözüm ve eylem üretebilmemiz gerekiyor.

    Bu
    yolda ilk adım, bu resmi iyi görebilmeye çalışmak
    olmalıdır.

     

  • GENÇLERE YENİ ROL: DURUM LİDERLİĞİ YA DA DURUM GİRİŞİMCİLİĞİ!

    Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bunlara bağlı sorunlar  giderek artıyor. Her gün bunun bir başka örneğine daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.

    Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.

    Ülkemizde ise ister devlet, ister özel sektör kuruluşları, hattâ isterse gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.

    Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma  dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allyıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim”  kurmamızdan bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.

    Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek  gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.

    Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.

    Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.

    Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.

    Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu oluşturuyoruz.

    Böylece oluşan algıları bir  hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi“ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.

    Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar.

    Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.

    Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” ya da daha kısacası “durum liderliği“kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.

    Duruma göre liderlik bir girişimcilik türüdür. Bir girişimcide bulunması gereken, yaratıcılık, risk almaya yatkınlık, başarısızlıklardan öğrenme, her şeye baştan başlayabilme gibi özellikler durum liderinde de bulunmak zorundadır.

    Toplumumuza yakıştırılan niteliklerden birisi de lider yetiştirememektir. Lideri, ekonomik kararlar vermekten iyi hitabete, savaşlarda inisyatif kullanmaktan geniş halk kitlelerini büyülemeye, zekâdan cinsel çekiciliğe kadar her ne varsa hepsiyle yüklü varsaymaya devam edildiği takdirde, bunların hepsini bir araya getirebilen bir kişiye rastlama olasılığı başımıza meteor düşme olasılığından daha fazla değildir.

    Modern durum liderleri, çeşitli alanlardaki liderlerle ağ yapıları oluşturmaya istekli ve o ağların gerektirdiği yönetişim becerisini sergilemeye yatkın kişiler olmalıdır.

    Gençlerimizin kendilerini geleceğe böyle hazırlamaları, beyaz atlı prens olmayı özlemekten vazgeçip durum liderleri ya da durum girişimcileri olma yolunda kendilerini hazırlamalarını öneririm.

    27 Ekim 2002

     

     

     

     

  • EĞİTİM SİSTEMİMİZ BAŞARILIDIR..

    Tam bir fikir birliği

    Eğitim sistemimizden memnun olan pek kimse olmadığını anlamak için, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimse ile konuşmak yeterlidir.

    Eğitim işiyle herhangi bir yanından -veli, öğrenci, eğitici gibi- ilgisi olanlar ya da bu kesimlerle dolaylı bir ilgisi olanlar bu yargıyı abartılı bulmayacaklardır. Özel amaçlı bir istatistik bulunmasa da, hemen her tür platformda dile getirilen çeşitli sorunların başlıca nedenlerinin başında eğitim sistemimizin yetersizliği tanısının bulunduğuna hepimiz şahidiz. Dolayısıyla bu yargı için ek kanıt aramaya ihtiyaç yoktur.

    Milli Eğitim bürokrasisi de bu genelleme içine dahildir. Onlar da sistemden mutsuz, ama mevcut imkânlar içinde iyi şeyler yaptıklarından dolayı mutludurlar. Dolayısıyla “sistemden” memnuniyetsiz kesim gerçekten büyüktür.

    Ama bu haksızlıktır!

    Eğitim sisteminden memnun olmayanlara ilk sorulması -ve de öğretilmesi- gereken, bir sistemden memnuniyet ya da memnuniyetsizliğin öyle ceff-el-kalem (birdenbire, bir kalemde) dile getirilemeyeceği, başarım (performans) ölçüt(ler)i tanımlanmadıkça memnuniyet ya da aksinin pek bir anlam ifade etmeyeceğidir.

    Peki, eğitim sistemi için hangi başarım ölçüt(ler)i, ondan mutlu olan ya da olmayanların düşüncelerini en iyi betimler? Herhalde başlıcası, “kendinden beklenenleri yerine getirmek” olmalıdır. Bunu akılda tutalım, aşağıda bu açıdan bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

    Şimdi bir kısa -ve iddiasız- bir adım daha atarak, bu memnuniyetsizliğin nerelerden kaynaklandığına bakalım. Hangi ideolojiden, hangi sosyo-ekonomik sınıftan olursa olsun hemen herkesin yakınmalarının tek noktada birleştiğini görebilirsiniz:

    Ortak tanı: Eğitim sistemi, çocuk ve gençlerimizi, gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlarla -ki eğitimcilerin teknik deyimi budur- donatmıyor!

    Bu, sevinilecek bir yakınma ve tanı birliğidir. Bir sistemden memnun olmayanlar bu denli fikir birliği içindelerse sorunların -her neler ise- çözülmemesi imkânsızdır.

    Peki ama!

    Yakınma ve tanıda bu denli benzer düşüncelere sahip bir toplum, nasıl olup da yakındığı sorunların çözülmesini sağlayamıyor?

    İşte bu noktada, yukarıda değinilen o büyük fikir birlikteliği dağılmaya başlıyor. Birbiri ile uzlaşamaz fikirleri bize bir uzlaşı gibi gösteren sihirli sözcük “gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlar” deyimi içindeki “gereken” kavramıdır.

    Her kesim “gereken”i kendi değer yargıları kümesine göre tanımlamakta ve çocukluktan beri aldığı örgün ve yaygın eğitim nedeniyle de bu tanımlamanın mutlak doğru olduğuna, bunun dışında başkaca doğrular da bulunmayacağına inanmaktadır.

    Bu yargıyı abartılı bulanlar, çevrelerindeki rastgele 50 kişiye “eğitim niçin yapılmalı?” şeklinde bir soru sorup, alacakları cevapların uyuşmazlığını görebilirler.

    Bununla beraber, bu çeşitlilik içinde yine bir ortak nokta vardır ki işte o, daha temeldeki tanı birliklerine varmayı imkânsız kılar. O ortak nokta, “benim eğitimin amacı olarak tanımladıklarım, herkese benimsetilmelidir, hattâ gerekirse -şu ya da bu yolla- zorlayarak!”

    Eğitim sistemi, bu farklı beklentileri yerine getiriyor!

    Bir aşçıdan şöyle bir yemek istiyorsunuz: bana bir tatlı yap; üzerinde parça etler, kızarmış portakal ve maydanozla birlikte bulunsun. Çikolata sosu döktükten sonra  dondurma koyup fırınla ve üzerine sirke-sarımsak koy. Sakın soğan koyma, çünkü tadı bozulur!

    Mevcut eğitim sistemimiz açısından gelmiş geçmiş aşçılara verilen talimat yukarıdaki yemek tarifine tamı tamına benzemektedir. Toplumun her kesiminin eğitimden beklentileri uzun zaman süresi içinde çeşitli -siyasi, ticari, ideolojik, kültürel gibi- yollarla milli eğitim sisteminin içinde temsil edilir olmuştur.

    O halde eğitim sistemi başarısız değildir!

    Görüldüğü gibi, sistem performansını betimleyebilecek başlıca ölçüt, yani “farklı beklentileri optimize ederek karşılamak”, tam olarak yerine gelmektedir. Sistem, birbirinden farklı bu beklentileri, beklentilerin ait olduğu kesimlerin etkileme güçleri ile orantılı biçimde içermektedir. Bu bir optimizasyon başarısı sayılmalıdır.

    Yemeğin tadı mı? Ha o başka konu!

    Eğitim sisteminin başarılı olduğu yolundaki yukarıdaki çıkarsama bir şaka değildir. Sorunun yanlış yerde arandığını -belki biraz karikatürize ederek- göstermekten ibarettir.

    Geçtiğimiz günlerde, hepsi de “çağdaş eğitim”den yana kişilerden ibaret bir grupta, eğitimin, belirli doğru-iyi-güzellerin çocuk ve gençlere benimsetilmesi olarak anlaşıldığını bir kere daha net olarak gözlemledim.

    Bundan hiçbir kuşkuları olmadığını, yeter ki bu doğru-iyi-güzellerin kendilerinin doğru-iyi-güzel tanımlarıyla uyuşum içinde olması gerektiğini, zaten o doğru-iyi-güzellerin de çağdaş dünyanın benimsedikleriyle aynı olduğunu savundular. Daha doğrusu savunmadılar, savunmaya ihtiyaç duymadılar. Buna itikat düzeyinde inanmışlardı.

    Ne istediğimize tekrar bakalım..

    Eğitim sisteminin orasına burasına bakarak eleştirmeyi bırakıp, biz ne istediğimize bakalım. Ama öyle bakalım ki, isteklerimizin doğru olduğu varsayımını içtenlikli olarak terkedip öyle bakalım. O zaman göreceğimiz şey muhtemelen bir kafa karışıklığından ibarettir.

    Evren, varlık nedenimiz, diğer varlıklar, onların rolleri gibi konularda kulaktan dolma denilebilecek güvenilirlikteki bilgi ve sezgilerimizden yola çıkıp, doğanın birer sanat eseri olarak dünyaya eksiksiz gönderilen çocuklarımıza yarım yamalak bir şeyleri büyük bir güvenle “öğretmeye” çalışıyoruz. Ayrıca da bunu, kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi defalarca değişime uğratıp üstüne de kendi özlemlerimizi, korkularımızı, ideolojilerimizi bindiriyoruz.

    İnsanın o olağanüstü öğrenme yeteneği, bu abuk sabuklukları da doğru sanıp “öğreniyor”. Ama sonunda ortaya çıkan bileşke kişiliklere bakıp korkuyoruz.

    İçerik tasarımcıları, eğitim politikacıları şu noktaya dikkat etmelidirler: Çocuk ve gençlere birşeyler öğretmekten vazgeçip, onların öğrenme ihtiyaçlarını kendilerinin giderebilecekleri öğrenme ortamlarını oluştursunlar.

    Birlikte yaşama pratiği açısından boyuna sınıfta kalan toplumumuzda artık ihtiyacımız olan, yeni doğru-iyi-güzeller değildir. Onlar insanların çevrelerinde ve doğasında vardır.

    Yapılmak gereken, kimsenin kimseye kendi doğru-iyi-güzellerini öğretmeye ve de uygulatmaya çalışmamasıdır. Ama okulda, ama camide, ama sokakta..

    7 Kasım 2002

  • HAYVANLARI İNSANLARDAN KORUMANIN YOLUNU ARIYORUZ!

    İnsanlar,  hayvanlar ve de tüm varlıklar arasında bir “değer” farkı gözetmeyen, bunların ancak ve yalnız birlikte var olabileceğinin bilincinde olan canlı dostları,

    Adana’lı ir canlı dostu, Sayın Nesrin Çıtırık’ın mektubunu aynen, üzerinde hiçbir yorum yapmadan aşağıya alıyorum. Ve şunu muhasebeyi kendi kendime yapıyorum:

    Bu konudaki duyarsız kişi ve kurumlara kızmayı, onları eleştirmeyi ve onlarla didişmeyi bir kenara bırak. Onlar da  doğamızın birer parçası. Tüm varlıkların bir bütün oldukları gerçeğinin farkında olanlar ve de olmayan iki ucunun arasındaki alanda, kazanılabilecek ve dayanışma sağlanabilecek çok sayıda insan var.

    Hayvanlara düşman olan bu “insan” ve “kurumlar”ın, tüm yaşam alanları için birer sorun kaynağı olduğunu somut örneklerle gösterebilecek fırsatları arayıp bularak bu insanlara göstermeye çalış ve konunun salt bir “hayvan sevgisi” olmadığını göstermeye çalış.

    Bunun için iki somut araç var: internet ve TV dizileri. Bunların, bu bilinci yaygınlaştırmak için kullanımının akıllıca tasarımlanması için tüm tanıdıklarını, onların tanıdıklarını ve de onların tanıdıklarını harekete geçirmeye çalış. Şimdi yapılmak gereken budur. 17 Kasım 2002

     

    Sayın Tınaz Titiz,

    Bir süre önce damda ölüme terkedilen köpekle ilgili beni aradığınızda web sayfanızın adresini bana vermiştiniz. Beynimin özellikle teknolojik alanda yeni şeyler öğrenmeye ilişkin bölümünün tamamen kapalı olması nedeniyle, çok mecbur kaldığım için ancak internete girmeyi öğrendim ve sitenizi ziyaret ettim.

    Hayvanları korumaya yönelik çalışmalarımız umutsuzca çırpınışlar halinde fakat yılmadan, yıkılmadan devam etmekte. Bir avuç insan pek çok cephede savaş vermekteyiz.

    Bizim Adana’da belediye ile birlikte yönettiğimiz bir barınağımız var. Bir ölçüde kişisel ve sosyal konumlarımız nedeniyle, büyük ölçüde ise basının büyük desteği arkamızda olduğu için belediyeler istemeden bin dereden su getirerek barınağa hizmet veriyorlar.

     Ama inanıyorum ki biz biz olmasaydık, basın arkamızda olmasaydı, barınak yerine bu çaresiz hayvancıklarımızı takır takır vurmayı yüzlerce defa tercih ederlerdi.

    Tamamen bizim çabalarımızla Adana’da durum çok vahim değil. Barınak oldukça iyi durumda, kışın soğuktan, yazın güneşten korunabiliyorlar. Beton bloklar içinde değiller. Geniş gezinti alanları var ve karınları çok iyi  biçimde doyuyor. Yaklaşık aktif olarak çalışan 10 kişiyiz fakat l000 kişiye bedeliz.

    Adana daki sorunun çözülmesiyle iş bitmiyor tabii. Tarsus belediyesi bir barınak yapmış. Yüzlerce, birkaç metrekarelik beton hücreler, hiç gezinti alanı yok. Hayvan bu birkaç metrekare içinde yiyecek, içecek, çişini kakasını yapacak ve orada yaşayacak. Bir çeşit yavaş ölüm hücresi. Barınak yapılıp bittikten ve belediye sıkıntı yaşamaya başladıktan sonra bizi aradılar. Başkan iyi niyetli. Fakat alt birimler ahmak ya da kötü niyetli. Muhtemelen müteahhite para kazandırmak ve paylaşmak için inanılmaz bir çimento yığını haline getirmişler burayı. Islahı için bazı öneriler götürdük. Bir ölçüde yaptılar. Sonra da bir dönem buraya uğrayamadık. Belki de uğrayınca göreceklerimiz bizi korkuttuğu için uğramak istemedik.

    l5 gün önce Mersin den bir hanım bu barınakta açlıktan köpeklerin birbirlerini parçalıdıklarını, pislik idrar ve su içinde perişan durumda olduklarını feryat figan bize bildirdi. Gittiğimizde gördüğümüz manzara feciydi. Sil baştan belediye ile görüşmelere başladık. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar sıkıntılarla sorunu çözmeye başladık. Yani savaş vererek.

    Yine daha önce çok kötü koşullarda olduğunu duydugumuz HAYVANAT BAHÇESİNİ de ziyaret ettik. Oraya da,  göreceklerimizin korkusuyla  gitmemiştik. Aman tanrım, kaplanlar, ayılar, aslanlar, maymunlar hepsi birkaç metrekare beton hücreler içinde. Ne güneş, ne toprak, ne de bitki var. O gururlu, o dağı taşı titreten hayvanlar,  suçları olmadan hücre cezasına çarptırılmış, şaşkın ve ürkek bakıyorlar. Binlerce insan da onlara bakıyor. Ben Elazığlıyım. Bizim oralarda bir laf vardır. Ayranı yok içmeye, atla gider  ………………şeklinde bir sözdür bu. Sokağındaki lağıma çare bulamayan bu belediye kalkmış hayvanat bahçesi yapmış.

    Birde Mersin belediyesinin yaptığı bir barınak sorunu var. Sokağa atılan hayvanlara bakan bir kaç hayvanseverin oluşturduğu barınak zamanla yüzlerce köpekle dolup artık ihtiyaca cevap veremez olunca, MERSİN HAYVAN DOSTLARI adıyla dernekleşen bu iyi yürekli ve kahraman bir grup insan,  bizim de (biz DOHAYKO yuz. Yani Doğayı Hayvanları Koruma ve Yaşatma Derneği) desteğimizle uzun savaşlardan sonra belediyeye bir barınak yaptırabildi. Fakat barınaktan sorumlu olan belediye başkan danışmanına muhalif olan belediye genel sekreteri ve onun avanesi, ellerinden gelen her türlü engellemeyi yaparak orada bulunan yüzlerce hayvancığa büyük sıkıntılar çektirmekteler. Dernek üyeleri ise inanılmız özveri ile canını dişine takmış mücadele etmekteler. Muhaliflerin niyeti barınakta çok ciddi sorunlar yaşanmasını sağlayarak, oradan sorumlu olan danışmanı başkanın gözünden düşürmek. Bu şark kurnazı küçük ve ahmak ve de gözünü dünya hırsları bürümüş adamlara karşı da bir başka cephede savaşıyoruz.

    Daha önceleri belediyeler köpekleri vurup zehirlemesin, barınaklarda barındırsın düşüncesindeydim. Son deneyimlerimden sonra, HAYIR, BELEDİYELER KÖPEKLERİ VURARAK FAZLA IZDIRAP ÇEKTİRMEDEN ÖLDÜRSÜNLER, ÇÜNKÜ BU HAYVANCIKLARA BARINAKLARDA YAVAŞ YAVAŞ VE DAHA IZDIRAPLİ BİR ÖLÜM ŞEKLİ REVA GÖRÜYORLAR noktasına geldim.

    Sokaklarda dayak, taşlanma, tecavüz, açlık, hastalık ve kurşunla mücadele eden bu gariban yaratıklar, barınaklarda ise beton hücreler içinde sebebini kendileninin de bizim de bilmediğimiz bir suçtan dolayı ölüm hapsine layık görülmektedirler.

    Geçen hafta Mersin ve Tarsus barınaklarından Adana ya dönerken, yol boyunca hem araba kullandım, hem de ağlayarak TÜM KEDİ VE KÖPEKLERİN bir gecede acı çekmeden ölerek İNSANLARIN ELİNDEN kurtulmaları için dua ettim.

    Milyonlarca metrekarelik uçsuz bucaksız bu dünyada kendilerine yer bulamayan, yaşamalarına izin verilmeyen, tek suçlari insanı dost bilmek olan bu hayvanlar,  maalesef hiç bir yere sığamadılar. Bu nasıl dünya, bu nasıl adalet, bu nasıl insanlık!

    Seçim öncesi, barınaktaki işkence görmüş olan kedi köpek ve leyleliğimizi de alarak parti merkezlerini ziyaret ederek, basın önünde HAYVAN HAKLARI KANUNU çıkartacaklarına dair söz aldık. AK PARTİ ziyaretinde aynı zamanda genel başkanın siyasi danışmanı da olan milletvekili adayı ( şimdi milletvekili oldu)  ÖMER ÇELİK bu kanunu çıkartacaklarına dair çok kesin söz verdi. Hatta “hiç diğer partileri dolaşmayın, bu kanunu biz mutlaka çıkaracağız, aksi takdirde gelin bizim yakamıza yapışın, hesap sorun” dedi.

    Umutlandık ve inandık. Bekliyoruz.

    Çevre bakanlığı nın organizasyonuyla 4 ekimde  Ankara da ERTUĞRUL ÖZKÖK ve sevgili BEKİR COŞKUN’a  törenle plaket verildi. Türkiye den pek çok hayvan hakları dernekleri temsilcileri de katıldı. Bizler de hepimiz iş güç sahibi insanlar olmamıza rağmen, çevre bakanlığının böyle geniş bir organizasyonu yapmasının ana amacının bizim gibi dernekleri bir araya getirerek bir güç platformu oluşturma çalışması gibi düşünerek, işimizi bıraktık gittik.

    Orada, yurdun dört bir yanından gelmiş pek çok dernek temsilcisinin bulunduğunu gördük. Fakat sonra anladık ki, çevre bakanı  muhtemelen Hürriyet gazetesi ile ilişkisini düzeltmek için bir tören düzenlemiş ve bizleri de figüran olarak çalıştırmış. Tören sonunda bir panel yaptılar, katılan 5 konuşmacıya 3’er dakika verdiler. Zamanımız doldu, çabuk bitirmek zorundayız dediler. Kalkıp itiraz ettim, “bizler işkadınıyız ve işyerlerimizi bırakıp ciddi bir çalışma olacak diye geldik. bir törene figüran olamayacak kadar zamanı kıymetli insanlarız. Lütfen bu kadar insan burada toplanmışken ulusal bazda bir işbirliğinin ön çalışmasını yapalım” diyerek itiraz ettim.

    Enteresandır, orada bulunan çevre bakanı da “evet, hanımefendi çok haklıdır, bu toplantı bir vesile olsun, mutlaka örgütlenmenin kararını alın ve ilk adımı burada atın” diye beni destekledi. Sanki toplantıyı bu biçimde kendi bakanlığı değil de başkaları düzenlemişti. Tabii ki soramadık, madem doğru bu idi, neden baştan planlamadınız diye….

    Biz orada ankara da bulunan dernek ve vakıf yöneticilerinden rica ettik, bu birliğin ilk çalışmalarını siz başlatın, biz maddi manevi yanınızdayız dedik. Onlar da bir çalışma sanıyorum başlattılar. Fakat aralarında sürtüşmeler olduğu için nasıl olacak bilemiyorum.

    Sayın Tınaz Bey, affınıza ve hoşgörünüze sığınarak durumu uzunca anlattım. Vaziyet bu. Bir tarafta çaresiz ve muhtaç hayvanlar; bir tarafta bu hayvanlar için cansiperane çırpınıp belediyelere karşı amansız mücadele veren, ama bu mücadeleyi verirken de birbirleri ile de kıyasıya didişen geçimsiz fakat iyi yürekli insanlar; bir diğer tarafta ise gözünü kişisel hırs ve çıkarları bürümüş yüreğinde allah korkusu taşımayan gözü ve gönlü kör kurumlar…

    Hırsızları, canileri affederken, bu gariban hayvanları kurtaracak kanunu çıkarmayan adamlar……..

    Günlerdir düşünüyorum NE YAPMALI, NASIL YAPMALI diye…..Bu savaş nasıl kazanılır diye…… Bu zavallı hayvanları bu belediyelerin elinden  nasıl kurtarırız diye………..

    Ankarada başlatılan güçbirliği çalışmasının başarıya ulaşmasını pek beklemiyorum. Ama güçbirliği yapmadan da  netice alamıyacağımızı biliyorum.

    Aklıma şu geldi. Tamamen telefon, faks ve internetle haberleşen ve kararlar alan,  her konuda toplu olarak tepki veren birlikte hareket eden bir  HAYVAN HAKLARI EYLEM PLATFORMU oluşturmak için  bir çalışma yapsak…… Türkiyenin bir yerinden kalkıp bir yerine gitmek, orada toplantı yapmak bir olur, iki olur,  bu çok kolay değil. Ama iletişimin bu kadar gelişmiş olduğu günümüzde, yüzyüze gelme gereği olmadan iletişim araçlarını kullanarak  bir fikir ve eylem birliği oluşturulabilir mi?

    Mesela Tarsustaki hayvanat bahçesine veya barınağa, böyle bir platformun üyelerinden  dört bir yandan protesto yağsa…….. Meclise sistemli bir şekilde kanunun çıkması için talep yağsa………Yine planlı bir şekilde tüm köşe yazarlarına konuyu gündeme getirmeleri  için sürekli talepte bulunulsa……… Ama bunlar spontane değil, sistemli ve planlı bir güçbirliği ve çalışmanın ürünü olarak yapılsa…….Bir sorunla ilgili aynı anda pek çok platform üyesi savcılıklara, valiliklere ve diğer ilgili kuruluşlara başvursa……..

    Günlerdir arkadaşlarımla bunu konuşuyoruz. Bu gün vaktiyle sizin notunuzu yazmış olduğum bir kağıdı tesadüfen bulup, interneti de yeni öğrenmenin verdiği hevesle sitenize girince, acaba bu konuda sizinle tartışıp fikirlerinizden yararlanabilirmiyiz diye düşündüm…..

    Eğer yazdıklarım ve tasarladıklarım size saçma gelir ve zaman vermeye değer bulmazsanız, kırılmam.  Çünkü ben de bizlerin pek de normal insanlar olmadığımızı düşünüyorum. Bizler hastayız, gerçekten hastayız. İmkanlarımızı kullanıp hayatın keyfini çıkarmak varken, kedi köpek peşinde olmak pek de sağlık belirtisi  değil ama, nasıl unutabiliriz tel kafeslerin arkasından bize yalvararak bakan terierleri, diğer minik köpekleri, kocaman sokak köpeklerini, heybetli ayıları, ormanların hakimi aslanları, kaplanları, kurtları ve diğerlerini…………Biz bu hastalıktan iyileşemeyiz….. Bu çaresiz bir hastalık çünkü…….. Onlar oradalar, mahsun, mazlum ve çaresiz…..Hayır, hayır biz iyileşemeyiz, ve de iyileşmemeliyiz. Biz iyileşirsek onlar ölürler….

    Zamanınızı aldığım için özür dilerim.

    Nesrin ÇITIRIK

    DOHAYKO Genel Sekreteri

    Adres. NESRİN MAĞAZASI

    M.Saracoğlu caddesi, Gökkuşağı apt 6/H  ADANA

    Tel. (322)457-5422  veya (532)223-3683

  • VAKİT YA DA İLGİ YETMEZLİĞİ MÜMKÜNDÜR, AMA…

    Yıllardır bende bir takıntı haline gelen, “bayram-seyranda, toptan kutlama mesajı yollama” konusunu sizlerle paylaşmak ve böylece -eğer mümkün olursa- bu takıntıdan biraz olsun kurtulmak istiyorum.

    Takıntımın epey geçmişe gittiğine ilişkin bir kanıtı, ’80’li yıllarda yazdığım aşağıdaki yazıdır:

    TEBRİK ALDATMACASI

    Kişilerin seyrek de olsa tanıdıklarına, dostlarına iyi dileklerini iletmesi ne kadar güzel bir adetse, bunu, bilgisayarlara yüklenmiş adresler arasındaki otomatik tebrikleşme komedisine çevirmek de o denli yakışıksızdır.

    Matbaada, ya tam basılan ya da bazı yerleri ……… bırakılıp, bayram çeşidine göre doldurulan kartların üzerinde ne yazarsa yazsın taşıdığı mesaj  şudur: “Benim sana ayıracak zamanım yok. Ya da sen, iki-üç kelime yazmama değer bir kişi değilsin. Ama bu kartları yollamak adet olmuş, o sebeple sekreterim (hatta bilgisayarım) bu angaryayı yapıyor.”

    İş sadece “yakışık” konusu da değildir. Konunun bir de “aldatma” boyutu vardır.

    İçerdiği mesaj, yukarıdaki olduğundan şüphe bulunmayan tebrikler dolayısıyla doğabileceği tahmin edilen kızgınlık ve alınganlığa yol açmamak için son yıllarda keşfedilen bir yöntem, el yazısıyla yazılmış ve de kasıtlı  silintiler içeren tebriklerin, aslından ayırdedilemeyecek bir şekilde matbaada basılmasıdır.

    Bazısı matbaa yazısının altında, sanki yollayan tarafından dolmakalemle imzalanmış gibi imza taşıyan, bazısı da bütünüyle dolmakalemle gibi yazı taşıyan tebrikler (!) tek kelime ile rencide edicidir.

    Bu tekniklere aşina olmayan köylü vatandaşlarımızı, “bak bana filancadan  kendi el yazısıyla tebrik geldi”  yanılgısına düşürmeyi amaçladığından şüphe olmayan bu tebrikler, karşısındakileri cahil yerine koymanın Türkçesidir.

    İş yaptığı müşterilerinin tümüne  tebrik yollaması, birlikte çalıştığı beşinci sınıf reklam ajansı tarafından tavsiye edilen bir genel müdür pekala, “ben bu kadar insana tek tek nasıl yazabilirim” diyebilir.

    Bu işin  “yakışıklı” kuralı basittir: Eğer bir kişiye 5-10 kelime (yaklaşık 15 saniye) yazamayacak kadar değerli bulmuyorsanız ya da bu iş için ayırabileceğiniz zamanın, değerli bulduğunuz insan sayısına bölümü 15 saniyeden daha küçükse bu defa hiç yazmayınız.

    Buna karşı mesela bir gazeteye ilan vererek, “tüm müşterilerimizin (tabii her zaman müşteri olmayabilir, başka şeyler de olabilir!) mübarek bayramlarını tebrik eyleriz” şeklinde işi kısa kesmek daha dürüstçedir.

    Doğrusu ben, bu tür aldatma motifi içeren tebrikleri kati surette cevaplamıyorum. Diğerlerine ise vaktimin elverdiği ölçüde 2-3 kelime de olsa kendi elimle bir şeyler yazıyorum.

    Tebrik bir zorunluk, bir iş gereği, bir yatırım değildir. Bir gönül almadır. İçine aldatmaca karıştırılmamalıdır.

    Yaklaşık 20 yıl içinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da gelişmeler oldu ve işin içine internet girdi, şimdilerde insan aldatmak daha kolay.

    Bilgisayarınızın posta programına yüklü adres defterinden seçtiğiniz -bu da bir defa yapılıp otomatik hale getirilebilir- onlarca / yüzlerce adrese, hattâ istenilirse sadece size yazıldığı izlenimi verebilecek şekilde- çok (multiple) anlamlı kutlama mesajları yollamak mümkün hale geldi: “Bu mutlu günde en içten dileklerimi(zi) sunuyorum(z)” mesajı; resmi ve dini bayram, nişan, düğün, sünnet, terfi, seçim veya maç kazanma, sevgililier günü ya da yeni ürünün lansmanı münasebetiyle yollanabilir.

    Kutlama, kişisel ya da çok dar kapsamlı (aile gibi), duygu boyutu çok ağırlıklı bir “insani” işlevdir ve hiç kaybedilmemesi gereken öz-içeriği, “bu özel münasebetle, senin özel duygusal gereksinimlerine … iyi dileklerimi yolluyorum“dan ibarettir.

    Bunun, listeler halinde yapılması, “sen bir sürünün, bence hiçbir farkı bulunmayan üyesisin; bu mesajı da sana senin için değil, bu kadar çok kişiye istediğim anda erişebileceğimi, bilgisayar sahibi olduğumu, bu işlerden anladığımı anlatmak için yolluyorum” demektir, “saklı içerik” budur.

    Evet, başkaları ne düşünürse düşünsün, bana bu şekilde “sürü üyesi” muamelesi yapanlara cevap vermiyorum. Pahalı bir kartın içine birkaç tane kartviziti koyarak güya vazife ifa eden kutlama(!) mesajlarını doğrudan çöpe atıyorum.

    Gelin 2003’ü bireyler olarak karşılayalım, birbirimize sürü muamelesi yapmayalım.

  • Milli Eğitim Bakanına açık mektup

     Cuma, 10 Ocak 2003

    Sayın Bakan,

    Size bu mektubu yeni görevinizde başarı dilemek ve eğer arzu edilirse, olası katkılarım hakkında düşüncelerimi iletmek için yazıyorum.

    Ama bir yandan da, bu tür önerilerin -belki biraz da fazlasıyla- aktığını ve bir çeşit öneri kirliliği yarattığını da tahmin ediyorum.

    Sanırım ki J. F. Kennedy de benzer bir öneri akımı altında şu ünlü deyişi üretmiştir: “her başkana binlerce öneri gelir; iyi başkan, bu kalabalık içinde kulak verilmesi gerekenleri sezebilendir“.

    Sizin bu yöndeki sezginize güvenerek, önerilerimi kısa başlıklar halinde sunacağım. Eğer arzu edilirse, bunların ayrıntıları üzerinde konuşabiliriz:

    • Bugün mevcut olan sorunlar, onlara yol açmış yaklaşımlar sürdürülerek çözülemez. Bugün çözüm önerenlerin, bizzat sorun yaratan yaklaşımların sahipleri olduğu unutulmamalıdır.
    • Herkes eğitim “sistemi”nden yakınıyor. Halbuki “sistem” denilen şey, bu işin paydaşlarını -veli, öğrenci, öğretmen, idareci, akademisyen, bürokrat, politikacı, asker, basın, sanatçı, sponsor, sivil toplum kuruluşu vd- oluşturan birey ve kesimlerin, birbiriyle uzlaşmaz isteklerinin toplamından ibarettir.

    Dolayısıyla sorun “sistem”de değil, bir sistemden bu denli farklı isteklerde bulunan, üstelik de bunları mutlak doğru zannedip israrla savunan ve fırsat bulduğunda fırsat bulduğu kadarını uygulayan toplumdadır.

    Eğitimden neler beklenmesi gerektiği konusunda bir zihinsel netliğe kavuşmadan bu kargaşanın çözülmesi imkânsızdır.

    Eğitim alanındaki paydaşların sayısı çok ve statüleri birbirinden farklıdır. Bunları bir araya getirebilecek ve böylece ortak akıl üretebilecek en etkili araç “Ağ Temelli Yaklaşım”lardır. Tüm Avrupa ülkelerinde neredeyse norm olan bu yaklaşım (Sokrates, Leonardo vb ağlar) Türkiye’miz için de etkili bir yoldur. Bu yolda geçen yıl atılan bir adım, sizin girişiminizle hayata geçebilir.

    Bu tür bir ağın ilk faaliyeti olarak bir arama konferansı yapılabilir ve eğitim konusundaki stratejik çerçeve çizilebilir.

    Cumhuriyetin ilk yıllarında, 10 milyon kadar nüfusu okur-yazar yapmak ve savaştan çıkmış bir ülkeyi kalkındırmak için gereken yurttaş tipini yaratmaya yönelik yaklaşım o gün için doğru sayılabilir.

    Yanlış olan, 21nci yy.’ın karmaşık ilişkiler dünyasının getirdiği neredeyse sonsuz öğrenme ihtiyaçlarını ideolojik indoktrinasyon yaklaşımıyla gerçekleştirmeye çalışmaktır.

    Bugün bu kalabalık ve genç nüfusun ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışlar ancak kişinin kendisinin “öğrenmesi” yoluyla mümkündür. İşte bu nedenle de “öğrenme” (learning) kavramı bütün dünyada giderek ön plâna gelmektedir.

    Eğitim fakültelerimiz ise halâ B. F. Skinner’in (1904-1990) hayvan deneylerinden mülhem “davranış şekillendirme” elemanları yetiştirmekle meşguldür. Halbuki “öğretme” yoluyla davranış şekillendirme artık neredeyse bir “zihinsel taciz” sayılmak durumundadır.

    Devletin bu bağlamda yapması gereken 2 önemli işlev vardır:

    1. Kişilerin, kendi öğrenme ihtiyaçlarını, kendi keşfedecekleri öğrenme profillerine göre özgürce belirleyip giderebilecekleri ortamların hazırlanmasına “yardımcı olmak”. Bu bağlamda, elinizdeki iletişim imkânlarını kullanarak kamuoyunu ikna edip, tüm Türkiye’yi bir öğrenme ortamı haline getirebilirsiniz. İnsanlar, doğuştan sahip oldukları olağanüstü öğrenme yeteneklerini unutup, okulun, çevrenin, özellikle medyanın etkisiyle öğrenemeyeceklerine ikna edilmişlerdir. Ama bu kalıcı bir kayıp değildir. Tekrar uyandırılabilir. Tüm insanların çevrelerindeki tüm imkânları kullanarak ihtiyaçlarını öğrenme yoluyla karşılamaya başladıkları bir Türkiye’yi hayal edebiliyor musunuz?
    2. Kişilerin öğrenme ihtiyaçlarının ancak ve yalnız kendilerince belirlenmesi ve de giderilmesi demek olan “öğrenme özgürlüğü” ortamını zedeleyebilecek her türlü indoktrinasyon girişimini kesin olarak caydırmak.

    Bugün, yeni işe başlayan bir bakan olarak sizi bekleyen en ciddi birkaç tehlike -tabii ki kanaatimce- şunlardır:

    •  Sıradan bürokratik işlerin akışı içine çekilmeniz ve mevcut sistemin bir parçası haline gelmeniz,
    • Çeşitli bahanelerle statükonun muhafaza edilmesi gerektiğine ikna edilmeye -hattâ hafifçe dayatılmaya- çalışılmanız,
    • Birkaç ay sonra da artık sistemi savunur hale gelip her türlü dış eleştiriyi bir saldırı olarak görmeye zorlanmanız.
    • Ama bu tehlikelerden daha da ciddisi, bugünkü “davranış şekillendirme”ye yönelik indoktrinasyon temelli eğitimin bizzat kurbanı durumunda olanların olası tepkileridir. İnsanlarımız “öğretilme bağımlısı” haline getirilmişler, bir öğretici olmadan hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerine inanmışlardır. Bu nedenle, bu yeteneklerinin varlığını ancak kararlı ve uzunca süreli bir uygulama sonunda tam olarak hatırlayabileceklerdir.

    Size, bu yoğun çabalarınızın gerektireceği bir zaman ve sabır ortamı gerekecektir. Bunun için ise daha kısa vade içinde sonuç verecek uygulamalara ihtiyaç vardır. Bunlardan 2 tanesini şöylece önerebilirim:

    (a) Onur Sistemi’ne göre sınav: Maliyeti sıfırdır. Kısa dönemde prestij kazandırır; uzun dönemde ise yaşamsal önemdedir.

    En önemli insan hakkı ihlali sayılan “potansiyel suçlu” kavramının temeli, ilkokuldan üniversitelerdeki sınavlara kadar yaygın şekilde uygulanan “kopyaya karşı gözetim” ile atılmaktadır. Bir sınav sırasında öğrencinin başında bekleyen gözetmen, öğrencinin potansiyel hırsız (kopyacı) olduğunu varsaymaktadır. İşin acı yanı, -eski Sovyetlerde olduğu gibi- öğrenci de “potansiyel suçlu” olduğunu kabul etmekte, buna karşı bir tepki verememektedir.
    Gözetim olsa da olmasa da kopya çekme eğiliminde olanların oranının %10 dolayında olduğunu bizzat gözlemledim. Bunlar her koşul altında kopya çekebiliyorlar. Ama kazanç, bu yöntemle onurlu olduklarına güvenildiği gösterilecek olan %90’dır.
    Bu insanlar yarınlarda, yaptıkları yasaları, yönettikleri insanları, hizmet ettikleri üstlerini “güven” esasına göre değerlendireceklerdir. Günümüz Türkiyesi’nin 1 numaralı sorunu kimsenin kimseye güvenmemesi değil midir? Bunun temellerini biz okullarımızda inşa ediyoruz.
    Mevcut yapı -öğretmenler, idareciler, hattâ bazı öğrenciler-  gözetimsiz sınav uygulamasına karşı çıkabilecek, gözetim olmazsa kopya çekileceği tehdidinde bulunacaktır. Bunlara karşı önlemler vardır, yeter ki uygulanmak istenilsin.
    (b) Müfredat sistemindeki her “doğru”nun göreceli olduğunun öğretmenlerce anlaşılması ve derslerin buna göre işlenmesi.
    Sayın Bakan,
    Sadece Cumhuriyet tarihimizin değil, Osmanlı’dan bu yana tarihimizin en kritik varsayımı, “doğrular, iyiler ve güzellerin tek oldukları”dır. Doğru-yanlış’lar akıl ve bilimin; iyi-kötüler ahlâk ve dinin; güzel-çirkin’ler ise estetik ve sanatın konularıdır. Bunlar tek ve mutlak değillerdir ve içinde bulunulan koşullara “göre”dirler.
    • 5×5 yalnızca 10 tabanlı sayı sisteminde 25’dir,
    • İki nokta arasındaki en kısa uzaklık yalnızca durağan koordinat sistemleri için bir doğru parçasıdır,
    • Bir üçgenin iç açılarının toplamı yalnızca düzlem üzerine çizilmiş üçgenler için 180o‘dir.
    • Bir metindeki noktalama işaretlerinin doğru kullanılması yalnızca, anlatılmak istenilenlerin açıkça anlaşılmasının istendiği hallerde geçerlidir. Şifreli metinler için bunun tam aksi geçerlidir.
    • Yalan söylemek eğer bir yuvayı yıkılmaktan kurtaracaksa mübahtır.

    Bunların sayısı istenildiği kadar artırılabilir. En güzide okullarımızda ya da bir mezra okulundaki öğretmenimiz eğer isterlerse yarın sabahtan itibaren doğruların göreli olduğunu kavrayabilir ve derslerini böyle işlemeye başlayabilir. Bunun da maliyeti sıfırdır. Bunun kısa, orta ve uzun dönem yararları tahmin edilemeyecek kadar çoktur. Bugün toplumumuz çok sayıda iki kutuplu kesime ayrılmış, kamplaşmıştır. Türkler ve Kürtler, laikçiler ve şeriatçılar, Aleviler ve Sünniler, çalışanlar ve çalıştıranlar, AB’ne yandaş ve karşı olanlar ve daha birçoğu..

    Bu  insanlarımızın bunu idrak etmelerini sağlamak zorundayız: Doğru olarak bellediğimiz ve uğrunda ölmeye ve öldürmeye hazır olduğumuz doğrular-iyiler-güzeller hep görecelidirTek gözetmek durumunda olduğumuz gerçek, evrenin gerçeklerinin çok az bir bölümünü biliyor olduğumuzu “zannetmemiz”den ibarettir. Her doğrunun içinde biraz yanlış, her iyinin içinde biraz kötü ve her güzelin içinde biraz çirkin vardır. Hattâ denilebilir ki, yaşamımız hep gri tonlardan ibarettir. Tam siyah ve tam beyazlar yoktur.
    Öğretmenlerimiz başta olmak üzere toplumumuzda rol modeli olan herkesin bu gerçeği anlaması ve kendi doğrularını ölesiye ve öldüresiye savunmaktan vazgeçmesi gerekiyor.
    Batılıların kendi geçmişlerinde olmamasına karşın akıllarıyla buldukları bu gerçek bizim kültür köklerimizde (tasavvuf) vardır. Bu yüzden biz çok da şanslı sayılırız.
    Toplumsal barışın, bugünkü dayatmacı metotlarla sağlanması imkânsızdır. Çeşitli inanç ve ideoloji sahibi kişi ve kesimlerin şunu farketmelerini sağlayabilmeliyiz: Kendi doğru, iyi ve güzel’lerimizin geçerlik sınırı, başkalarının sınırlarında biter. Onları etkilemeye çalışmak doğru değildir, zorlamak ise asla kabûl edilemez.
    Toplumsal barışı ancak ve yalnız, doğruların göreli olduğu gerçeğini benimseterek sağlayabilirsiniz.
    Bilim ve sezgi, aklın, birbirlerinden koparılmaması gereken araçlarıdır. Toplumumuz bu iki alanı ayırmış ve her birinden yana olanlar (laikler ve olmayanlar) kamplara ayrılmışlardır. Her iki kesim de birbirinin varlığını kabul etmemekte, diğerini  -mümkünse- yok etmeye çalışmaktadır. Halbuki tüm keşif ve icatlar, tüm sanat eserleri, tüm sosyal abideler, hepsi bu iki alanın ayrılmaz bütünlüğü ile inşa edilmişlerdir.
    Bu nasıl bir iştir ki, tüm Batı medeniyetini oluşturan bu bütünlük bizde ıska geçilmiş, bununla da kalınmayıp toplumu birbirine düşman hale getirmiştir. Bunun nedeni, doğruların tekliğidir. Bilim alanındakiler de sezgi alanındakiler de kendi doğrularından kuşkulanmamakta, onu egemen kılmak için kıyasıya enerji tüketmektedirler. Aslında ise tüketilen öz yaşam enerjimizdir. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz. Bunu birilerinin farketmesi, bu ahmakça çatışmayı durdurup, bilim ve sezginin sinerjisini sağlaması gerekiyor. Bu “birisi” niçin siz olmayasınız?
    Sayın Bakan,
    Kısa diye başladığım sözlerimi daha çok uzatmak istemiyorum. Sizden ricam, bu konulara derinlikli bakmanız ve insanlarımızın içine itildiği çaresizliklerin köklerini görebilmenizdir.
    Bilvesile saygılarımı sunuyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sağlıcakla kalınız.

     


    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz:

    http://www.beyaznokta.org.tr

    Teşekkür ederim :-))