• “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000

  • “Gelişkin Türkçe-1”

    İnsanlarımızın, çocuklarının bir yabancı dil öğrenmesi için katlandıkları maddi ve manevi fedakarlıkların boyutu, bu alandaki başarı eksiğinin nedenleri üzerinde ısrarla durmak gerektiğine işaret ediyor.

    Bu alanda başarılı olduğu kanısı yayılmış birkaç okul dışında yabancı dil öğreniminde başarı sağlayabilmiş okul olmadığı savı ilk bakışta abartılı görünebilir.

    Başarılı sayılan okulların ise, kullandıkları başarı ölçütlerinin tabu olarak varsayılmasından vazgeçildiği ve dili öğrenilmeye çalışılan kültüre ait bir dizi tavrın taklidedilmesinin yaratabildiği önyargıdan kurtulunduğu takdirde, bugünkünden farklı bir değerlendirme ortaya çıkacaktır.

    Bu yargının abartılı olup olmadığına karar verebilmek için önce, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği iyice netleştirilmelidir. Bu konuda çalışılan bir özel okulda, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği sorusunun yanıtı olarak şu nokta belirlenmiştir:

    «Öğrencilerin, kendilerini insanlık ailesinin tam bir üyesi olarak hissedip öylece hareket edebilmeleri hedefine yönelik olarak, derslerinin ve ileride seçecekleri mesleki ve/ya kültürel alanların gerektireceği düşünme, anlama ve kendini ifade becerileri için sağlam bir temel oluşturmak»

    Buradaki kritik vurgulama, «düşünme» kavramınadır. Bunun anlamı, yabancı dil derslerinde sık sık çocuklara öğütlenen “Türkçe düşünmeyin, yabancı dilde düşünün” önerisinin akla getirebildiği, zihninizden Türkçe yerine mesela İngilizce ya da Almanca sözcükler geçirin olmadığıdır.

    Bir “dil”, sözcükler ve bunların kullanım kurallarından oluşan bir sistem değildir. Dil, bir kültüre ait düşünme biçiminin simgesel (söz, yazı, resim, tavır vb) ifadesidir.

    Her kültürün düşünme biçimini, o kültürün asırlar boyunca süren oluşum süreci belirler. Dolayısıyla diller, sözcükler açısından değil temelde bu oluşum süreçleri açısından ve bu nedenle de düşünme biçimleri açısından farklıdırlar. Sözcükler, terimler, deyimler, farklı olan bu düşünme biçimlerini ifadede kullanılan simgelerdir.

    Bir dili öğrenmek demek, o dili kullanan kültürün düşünme biçimini öğrenmek demektir. Sözcükler ve onların kullanım kuralları ancak bundan sonra öğrenilmelidir ve başka türlü öğrenilmesine imkan da yoktur. Bunun dışındaki yollar öğrenme değil, belirli sayıda kalıbın bellekte tutulup, karşılaşılan duruma göre en yakınının kullanımından ibarettir.

    Bir dili öğrenme bu biçimde algılandığı takdirde, “3 ayda dilini çözmek”, “bülbül gibi konuşturmak” gibisinden ölçütlerin, ya da bir kısım ticari testlerin belirlediği düzeylerin aslında “günlük dilin akıcı biçimde anlaşılıp konuşulması” gibi bir hedeften daha ileri bir düzeye işaret etmediği anlaşılacaktır.

    Bununla beraber eğer hedef, yani “niçin yabancı dil öğretiyoruz?” sorusunun yanıtı eğer yukarıdaki gibi veriliyorsa, erişilen düzeyi başarılı saymak gerekir. Ama herhalde bu da çarşı pazara gitmek için lüks otomobil almaktan daha anlamlı olmayacaktır.

    Yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde öğrencilerin, konuların belirli bir karmaşıklık düzeyinin altındayken güçlük çekmemeleri, ama o düzeyin üzerine çıkan konularda Türkçeye dönmek istemeleri de bu savı doğrular niteliktedir.

    Bütün bunlar, unutulan bir gerçeğin tekrar ve de önemle hatırlanmasını gerektirmektedir: Ana dil dışında bir diğer dil, ancak ve yalnız ana dilin iyi bilinmesi koşuluyla mümkündür.

    Buraya kadar ki akıl yürütme, yabancı dil öğrenimiyle ilgiliydi. Tarih, matematik ya da bir başka ders için de durum daha farklı değildir. Bu derslerin öğrenilebilmesi ancak ve yalnız, o derslerin okunacağı dilin iyi bilinmesiyle mümkündür.

    Böylece, 1 yıl hazırlık okuyarak “dili çözüldü” denilen öğrencilerin, konuları öğrenmede niçin güçlük çektikleri ve öğretmenlerin niçin sık sık Türkçe’ye dönmek zorunda kaldıkları da açıklanmış olmaktadır. O halde, yabancı dil öğrenimiyle ilgili kuralın genelleştirilerek şu hale getirilmesi mümkündür:

    «Ana diline, anlama ve ifade etme becerileri bağlamında tam hakim olmayan bir öğrenci hiçbir başka şeyi öğrenemez, sınav vb etkiler altında ise ancak beller, sonra unutur ya da yaşamına uygulayamaz»

    Ana dilin ne denli önemli olduğuna ilişkin bu girişten sonra, sıradaki olası soruya yanıt aranmalıdır: Bu nasıl yapılabilir?

    Gelişki Türkçe (GT) adı verilen kavram bir “ders” konusu değildir. Bütün derslerle birlikte – Türkçe’de dahil – işlenmesi gereken bir kavramdır.

    Nitekim, bugün Türkçe’nin bu denli bozulmuş olmasının bir nedeni de, onun ayrı ders olarak -hem de biraz az önemli – işlenmesidir.

    Matematik, tarih ya da beden eğitimi dersleri işlenirken GT onlarla birlikte işlenmelidir.

    Senaryo temelli ders işleme, bu birleştirme işini kolaylaştıran bir faktördür. Örneğin nmatematik ve Türkçe birlikte işlenecektir. Bir başka deyimle Türkçe , matematiğin içine yerleştirilecektir.

    Matematik, coğrafya ya da beden eğitimi dersleri yapılırken şu gerçek unutulmamalıdır: bu ders öğrenciye, kendini ifade konusunda yeni bir yol göstermek için vardır.

    Matematik, bir başka yolla ifade edilemeyen (ya da güçlükle ifade edilebilen) bazı olguları ifade etmeye yarayan bir dildir.

    Coğrafya, üzerinde yaşadığımız çevre hakında söylenmek istenilebilecekler için; tarih de geçmişte olup bitenlerden bugünler ve gelecek için dersler çıkarmaya yarayabilecek birer “dil”dir.

    O halde genelleştirerek denilebilir ki okullarda tüm öğrenilmesi istenilenler temelde birer dil öğreniminden başka bir şey değildir.

    Türkçe (ya da bir başka dil), bu diller için ortak bir semboller ve kurallar topluluğunu vermektedir. Esas ifade araçları ise Türkçe dersinde değil diğer deslerde öğrenilmektedir. Ne Türkçe, ne de diğer desler tek başlarına “dil öğrenimi”ni sağlayamazlar. Ancak hepsi birlikte bu amacı yerine getirebilirler.

    Yabancı dil öğrenimini bu gözlük altında incelediğimizde, İngilizce ya da bir diğer ikinci dilin, o topluma özgü kavramlar, bunlara karşı gelen sözcükler (semboller) ve onları birbirine bağlayan kurallar olarak, çeşitli konularda ifade edilmek istenilenleri dile getirmeye yaradığını ve bu bakımdan ana dile çok benzediğini söyleyebiliriz.

    Buradan, diğer derslerden soyutlanmış olarak yapılacak bir yabancı dil öğreniminin, aynen ayrı yapılan Türkçe gibi bir işe yaramayacağı çıkarılabilir. Nitekim pratikte de aynen böyle olmaktadır.

    Yabancı dille eğitim yapan kolejlerde yabancı dille işlenen derslerin içine yerleştirilebilecek ifade eğitimi, iki işlevin eş zamanlı olarak yapılmasını sağlayabilecektir.

    Öğrencilerin, henüz tam hakim olmadıkları bir dilde soru sormak, ders dinlemek yerine, bunları ana dillerinde yapmaları, proje grupları içinde ana dillerinde konuşmaları, ama aynı zamanda yabancı dilde yazılmış ana ve/ya yardımcı ders kitaplarını okumaları, hem anlama hem de yabancı dil öğrenme için iyi bir yoldur.

    Aslında, yabancı dilde eğitim yapan üniversiteler de dahil hemen tüm eğitim kurumlarında derslerde kitaplar yabancı dildedir, ama öğrencilerin derslerde -ve özellikle güç kısımlarında- ana dillerini konuştukları da bir gerçektir. Türkçe dersi dışındaki derslerin öğretmenleri, kendi dersleriyle Türkçe’yi pratik olarak nasıl birleştirecek ve böylece “Gelişkin Türkçe”yi bir slogan olmaktan öteye nasıl götüreceklerdir?

    Bunun en iyi yolu, öğretmenlerin, “yaşam kalitesi”, “iletişim becerisi”, “düşünme becerisi” ve “dil” arasındaki zincirleme bağlantıyı tam algılamalarına yardımcı olmaktır. Dilin iyi kullanımı, genellikle süslü -ama genelde anlaşılmaz- söz söyleme ile karıştırılır. Bu nedenle de “dilin önemi” konusunda kimseye kolay kolay birşey dinletmek mümkün değildir. Hatta denilebilir ki dilin önemini en az anlamış olanlar, uzun ve fiyakalı konuşmaya en çok meraklı olanlardır.

    Dolayısıyla öğretmenlerin, “dilin önemi”, “düşünme becerisi” ve “yaşam kalitesi” gibi kavramlar arasındaki zincirleme bağlantı konusundaki bilinçlerinin geliştirilmesi için, bunların önemli olduğunun söylenmesinin bir yararı olmayacaktır. (aslında, öğrenilmesi istenilen bir şeyi benimsetmenin en olmaz yolu onu “söylemek” tir)..

    Çoğu insanın, “önemli” olan bir şeyin gereğini yap(a)mayışının altında, ya o önemi yeterince idrak edemeyişi, ya da -ve daha çoğunlukla- o gereği yerine getirme iradesini gösteremeyişi yatar.

    Buna göre uygulanacak yöntem, bir yandan dilin öneminin tam anlaşılması için çaba gösterirken, bir yandan da” düşündüğünü yapma iradesi”nin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçeve içinde dil’in öneminin kavratılması için kullanılabilecek bir yaklaşım, dilin sorun çözmede somut bir araç olarak kullanılabilirliğinin gösterilmesi, bunun bir atelye çalışması biçiminde yapılmasıdır (1).

    Böylece, ilk adımda çözülemez gibi görünen sorunların, dil aracını kullanarak nasıl daha başa çıkılabilir hale geldiğini bizzat deneyimleyecek olan öğretmenlerin, dilin “önemi”ni daha iyi kavrayacakları beklenmelidir.

    Bu bilinç yükseltimi eğitimine paralel olarak, öğretmenlerin “düşündüklerini yapabilme” iradeleri nasıl güçlenririlecektir ?

    Düşündüğünü yapamama’nın herhalde onlarca nedeni vardır. Ortak olanların başında ise motivasyon yetmezliği, enerji düzeyi düşüklüğü, yöntem bilmezlik, çeşitli korkular (gerçel ya da sanal) gibi ögeler gelmektedir. Bu konularda da dışarıdan yapılacak telkin veya müdahaleler değil, kişilerin kendilerinin, kendi yeterlik ve yetmezliklerinin farkına varmalarına yardım daha yararlıdır. Bu nedenle, öğretmen ve idarecilerin oluşturduğu toplululuklara “grup terapisi” biçiminde yapılabilecek eğitimlerle, herkesin kendi düşündüğünü yapabilme profilini kendisinin keşfetmesi sağlanabilir.

    Bu yollarla dilin önemi konusunda bilinci gelişen ve kendi dersi için geliştireceği bireysel planı (Türkçeyi kendi dersiyle birleştirme planı) uygulama iradesi güçlenen öğretmen, bazı teknik yardımlara ihtiyaç duyabilir..

    Çeşitli ülkelerde bu alanda yapılan uygulamalar bu amaçla kullanılabilir (2). Ama öncelikli koşul, bu arayışın içine girmiş olmaktır.

    26 Temmuz 1997

    (1) “Problemin Yeniden Tanımlanması›”, bilinen bir sorun çözme tekniğidir. Bu tekniğin değiştirilmiş bir biçimi, “Sözcük Ağacı Yaklaşımına Göre Sorunun Yeniden Tanımlanması” adını taşımakta olup, BEYAZ NOKTA VAKFI eğitim programı içinde bu konuda bir eğitim yer almaktadır. e-posta: <<bnv@beyaznokta.org.tr>>

    (2) Matematik öğretmenleri için kullanılabilecek bir uygulama örneği, yukarıda adı geçen kuruluştan edinilebilir.

  • Bina sağlam ama zemin yumuşak !

    Bir gazete haberi fotoğrafında dört katlı bir bina komple yan yatmış ve yanında da haberin metni de şöyle: Filanca semtteki bir apartman resimde görüldüğü gibi yan yattı. Müteahhidi ise “benim hiçbir kusurum yok, görüldüğü gibi bina sağlam ama zemin yumuşak !” dedi”..

    Dünya çapında bir espri yarışması yapılsa tartışmasız ve de derhal birinci seçilebilecek bu haber, birçok meslek mensubumuzun önüne yepyeni ufuklar açacak kadar yaratıcı bir açıklamadır.

    Ayrıca da, insanımıza “zeki değil” diyenlerin yüzlerine indirilmiş bir şamardır. Çeşitli ülke yap-satçı’ları biraraya getirilse ve böyle bir durumu açıklamaları istense, bizimkiler hariç böyle bir izah bulup, binayı zemininden ayırıp binasına sahip çıkanı bulunabilir mi?

    Şimdi, bu model kullanılarak bakınız ne kadar çok sorunumuz açıklanabilir:

    Enflasyon düşmüş, fakat piyasadaki para hacmi azalmamıştır!”

    İstanbul’da musluklardan akan su tertemiz, solunan hava ise mis gibidir. Ancak, suya insan çişi, havaya ise kanserojen maddeler karışmaktadır!”

    Ülkemizde huzur ve sükun vardır. Karışıklığı ise teröristler çıkarmaktadır!”

    Okullarımızdaki eğitim son derece yüksek kalitelidir. Yalnızca öğretmen kalitesi yetersizdir!”

    Sevgili müteahhidimiz çok doğru bir yaklaşım getirmiştir: Gerçekten de sorun yok, ama sizler eğri duruyorsunuz!

    24 Eylül 2001

  • Cankurtaranlar niçin gecikiyor?

    Önce bazı tahminler:

    Cankurtaran kuruluşlarının yetkililerine göre:

    • Ambulanslar gecikmiyor, bu haberler bizi yıpratmak için çıkarılıyor,
    • Ambulans sayısı yeterli değildir,
    • Mevcut ambulansların bir kısmı ömürlerini doldurmuştur, sık arıza yapıyorlar,
    • Sürücü sayımız yeterli değil, kadro vermiyorlar,
    • Biz bu araçları kendi personelimiz için bulunduruyoruz, diğer olaylar için göndermek zorunda değiliz,
    • Sorumluluk bölgemizde olan olaylara yolluyoruz, gecikme söz konusu değildir,
    • Yasalar yetersiz.

    Cankurtaran sürücülerine göre:

    • Trafik sıkışık,
    • Diğer sürücüler yol vermiyor,
    • Sıra diğer arkadaşındı, her zaman bana bırakıyorlar, zaten ücretimiz düşük,
    • Gecikme söz konusu değildir.

    Vatandaş (normal):

    • Ha, onlar mı gelmez,
    • Geç gelen birkaçını sallandırırsan mesele biter.

    Vatandaş (uyanık):

    • Cankurtaranlar trafik sıkışıklığı için çok iyi bir çözümdür. Acele işi olanlar peşine takılınca daha çabuk gidilir,
    • Niye yol vereyim, bana yol versinler ben de zaten aynı yöne gideceğim.

    Vatandaş (AB)

    • AB’ye girince gecikmeler kalmayacak, çünkü Avrupa’da gecikme olmuyormuş

    Resmi yetkili:

    • Yeni satın alınacak cankurtaran araçlarıyla bahse konu sıkıntı tamamen önlenecektir,
    • Sınırlarımızın güvenliğinde bir sorun yoktur.

    Bunlar birer tahmindir. Muhtemelen her birinin gerçeklik payı da vardır. Ama acaba Pareto kuralı uyarınca sonuçların %80’ini oluşturan “başlıca %20” nedenler acaba bunlardan hangileridir? Yoksa acaba o önemli %20 nedenler bunların içinde hiç sayılmamış mıdır?

    Evet en önemlisi sayılmamıştır..

    Diğer sürücüler yol vermiyor” olarak ifade edilen -ki o da bir kök neden değildir- dışındakilerden hiçbirisi (evet hiçbirisi) gecikme olgusunun önemli nedeni değildir.

    Cankurtaranlar gecikir ve bundan sonra da gecimeye devam edecektir..

    Hattâ ne kadar çok araç alınırsa gecikmeler o kadar çok artacaktır. Çünkü gecikme olgusunun başlıca nedenlerinin en başında, sınırlı miktardaki kaynakları sınırsız ihtiyaçlara tahsis etme bilincine ve tekniklerine sahip bir “ağ örgütlenmesi” bulunmayışı gelmektedir. Cankurtaran sayısı artınca, bu bilinç eksiği daha çok kargaşaya yol açacaktır.

    Cankurtan sahibi kuruluşların (Sağlık Bakanlığı, belediyeler, gönüllü kuruluşlar, özel hastaneler vd) herbirisi ayrı statülere sahiptirler, emir aldıkları ve verdikleri makamlar birbirlerinden farklıdırlar. Ancak sıkıyönetim zamanlarında hepsi aynı makamın emir ve komutasına girerler. (Zaten bu yüzden de -söylem böyle olmasa da- halkımızın en çok sevdiği yönetim biçimi askerli ya da askersiz ama mutlaka “sıkı” yönetimlerdir).

    Bu durum karşısında, bir olay anında bir ambulansın olay yerine gelebilmesi gerçek bir mucizedir ve Tanrı’nın varlığının bir işareti sayılmalıdır. Normal olarak gelmemesi gerekirdi.

    Ağ örgütlenmesi, bugün sahip olduğumuz “ortalama” insan nitelik dokumuzun daha üzerinde bir akıl-fikir düzeyi gerektirmektedir. Bugünkü düzeyimiz ise henüz doğrusal (basit, lineer) ilişkileri -tak diye emretmek-şak diye yapmak basitliğinde- algılayabilmektedir.

    Ağ Tipi Örgütlenme, birbirinden farklı statüdeki kuruluş ve kişilerin, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere karşılıklı olarak etkileşmeleri, bu sürecin yönetişimini sağlamaları ve bu etkileşim ağının, hiçbirisinin mutlak emir ve komutası olmaksızın kendi kendini düzenlemesi demektir.

    Bu tür bir teknolojiye -bu gibi becerilere soft-teknolojiler denilebilir- sahip olmaksızın, cankurtaranlar gecikecek, trafik kazaları olmaya devam edecek ve de depremlerde insanlar ölecektir.

    Bu tür bir örgütlenmeyi kim yapmalıdır?

    Beklenen cevap “devlet”tir, yani burada Sağlık Bakanlığı. Bu olabilir, ama şart değildir. Hattâ devlete ait bir organ olmazsa daha da iyi olur. Bu konuyu önemli gören ve ağa dahil olacak kuruluşlarla iletişime girebilecek herhangi bir kuruluş olabilir. Örneğin, Cankurtaran Ağı (dernek, vakıf, platform vb).

    Bu girişimin başarısı iki anahtara bağlıdır: (1) “Biz varken başkasına n’oluyor?” alışkanlığını kırabilmek, (2) Farklı statüdeki kuruluşlarla etkileşime  https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18) girmeye -içtenlikli olarak- istekli olmak.

    Ağ Tipi Örgütlenmenin bir miktar teknik ayrıntıları https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=698 adresinde bulunabilir.  Daha fazla teknik ayrıntı (ağa katılanlar arasındaki protokolların nasıl yapılacağı, Ağ Odağı’nın işlevini nasıl yapacağı, toplu kararların nasıl alınacağı vs), yukarıda sayılan 2 anahtar gereksinim yanında gerçek birer ayrıntıdır.

    Siyasal-bürokratik hanzoluk denilebilecek “bu işler bizden sorulur” tavrı terkedildiğinde cankurtaranların zamanında gelmesi, onlarca kuruluşun birbiriyle etkileşebilmesi ve kaza-belâ hallerinde daha az insanın kaybedilmesi mümkün olabilecektir. Aksi halde ne olacağını Mustafa Sandal söylüyor: Pazara kadar değil mezara kadar!

    Temmuz 24, 2004

     

     

  • Herkesin puntosu niçin eşitdeğildir?

    Ölüm ilanları da böyledir!

    Gazetelerdeki ölüm ilanlarının şu 4 parametresine bakarak ölen kişinin büyüklüğü konusunda kesin bir fikir edinebilirsiniz: (1) İlanın sütün.santimi, (2) İlanda kullanılan fontun puntosu, (3) Aynı kişi için kaç kişi veya kurumun ilan verdiği, (4) Ölen kişinin adının üzerindeki bölüme eklenen “bu kişi kimin nesi olurdu?” açıklamasındaki kelime sayısı.

    Örneğin, 2 sütun genişlik ve 5 santim yükseklikte bir alana yazılı “değerli büyüğümüz Durmuş Ölmez vefat etmiştir. Cenazesi …. gün … vs” gibi bir ilandan hemen anlaşılması gereken, müteveffanın tam bir orta direk mensubu olduğudur.

    Ama aynı kişi için şöyle bir ilan verilmişse onun, ölmemesi gereken ama Tanrının bir gafleti sonucu ölümüne neden olunan bir büyük insan olduğu anlaşılmalıdır: “Bahçeşehir eşrafından fişmancanın kayınpederleri, şirketimiz yönetim kurulu üyesi, ………… ……… ………. . ……… ……………… .. Durmuş Ölmez vefat etmiştir.vs

    Bu görgüsüzlüğün sebebi nedir?

    Görgüsüzlüğün nedenlerini araştırmaya pek gerek yoktur. Muhtemelen yağcılık ve haddini bilmeme başlıca ikisidir.

    Merak edilmesi gereken, TV’lerde sürekli olarak iletişim, reklam, halkla ilişkiler gibi konularda talkım veren ulemanın nasıl olup da böyle bir görgüsüzlüğü görmedikleridir.

    Daha da ilginç olan, her gün insanlar ve kesimler arasındaki eşitsizlikten yakınanların, buram buram ayrımcılık kokan bu ilanları nasıl görmedikleri ya da daha doğrusu görüp de niçin seslerini çıkarmadıklarıdır.

    Pazar, Temmuz 16, 2006

  • Örgütlerinizi kapatın oylarınızı artırın!

    Bir hezeyan önerisi..

    Bu önerimin siyasi parti örgütlerince bir hezeyan olarak değerlendirileceğinin farkındayım. Hiçbir parti genel başkanının da böyle bir işe kalkışabileceğini sanmıyorum. En azından delege sistemiyle seçilmiş bir genel başkanın böyle bir şey yapması teknik olarak bir daha seçilmemesi demektir.

    Dahası, hiçbir partinin bu operasyonu yapabilmek için gereken kararı da alabileceğini sanmıyorum. Bulunduğu noktayı parti örgütü sayesinde elde edip koruyabilen siyasi parti kadrolarının, bindikleri dalı kesmeleri mümkün görünmüyor.

    Peki bütün bu güçlükleri bile bile bunu hangi akla hizmet için öneriyorum? Şöyle nedenlerim var:

    • Düzgün amacı olan, bir değer yaratmak amacıyla kurulmuş gönüllü kuruluşların -eğer insanların gözlerinin içine baka baka yalan söylemezlerse- ne kadar zor taraftar bulabildiklerini, yönetim kurullarını bile ne kadar güç oluşturduklarını, kurucularının bir gecede verdikleri yemek parasını dahi aidat olarak vermekten kaçındıklarını hep duyarız.

    Diğer yandan en küçük siyasal partinin dahi yüzlerce taraftar toplayabildiğini, hatta biraz iktidar -ya da muhalefet- şansı görünüyorsa kapısında binlerin toplandığını, çoğu zenginin bunların dişe dokunur görünenlerine hep birden yardım ettiğini de duyar, biliriz.

    Partisine -hatta partilerine- gönül vermiş olanların sayısının bu kadar çok, gönüllü kuruluşlara gönül vermiş olanların ise bu denli az olmasının aslında tamamen rasyonel bir seçim farklılığından kaynaklandığı da bellidir. Siyasi parti üyeliği ve/ya sempatizanlığı ve/ya öyle görünürlüğü ileriye dönük bir yatırımdır.

    Gün gelir, partinin doğrudan (iktidar veya ortağı) ya da dolaylı (muhalefet) yaptırım gücüne kavuşması halinde, bu yatırımın neması fazlasıyla alınacaktır.

    • Parti örgütlerinin varlığının bilinen en önemli gerekçesi “parti programını” vatandaşlara anlatmaktır. Bu, komik fıkra gibi bir şeydir. Parti üyeleri içinde kaçının program hakkında bilgili olduğu, onlar içinden de kaçının o bilgili olduğu konunun ne olduğunu bildiği bilinmemektedir.

    Kaldı ki çağımızda artık insanların yatak odalarına dahi giren internet ortamı, birilerine bir şey anlatmak için bir başkalarının gerekliliğini tamamen ortadan kaldırmıştır.

    Ayrıca da, vatandaşın kimi parti üyelerinin tutum ve davranışlarına bakarak parti hakkında olumsuz kanaatler edindiği pek de sık görülen bir durumdur.

    Özetle bugün yurdumuzda siyasi parti üyeliği bir rant kapısı olarak anlaşılmakta ve vatandaşlar da bunu böyle bilmektedirler.

    • Vatandaşın önemli bir bölümü bu durumun farkındadır. Hatta bunların bir kısmı da siyasi parti(ler)e üyedirler. Farkında olanların bir bölümü bunun bir ahlaksızlık olduğunu bilmekte, fakat kendini bu çarkın dışına çıkarabilecek gücü gösterememekte, birisinin çıkıp bunu düzeltmesini beklemektedir. Bir kısmı ise sadece damak tadının zevkine varmak peşindedir. Belki küçük bir bölümü ise bu çarkla mücadele etmekte ve de hiç şansı olmadığını bile bile mücadele etmektedir.

    O halde önemli bir kesim bu işin farkındadır ve bu kesimin önüne, mevcutlardan ya da yenilerden birisi çıkıp, “ey vatandaşlar biz örgütümüzü lağvediyoruz” diyebilse o partiye büyük bir yönelim olabilir. Fakat siyasi partiler yasası buna cevaz vermez.

    • Böyle bir deneyi ancak “düzgün politikalar üretmesine karşın düşüş halindeki” partiler yapabilir, çünkü kaybedecek bir şeyi kalmamıştır. Mevcut örgütüne rağmen bunu nasıl yapabileceği o parti yönetim kadrosunun becerisine ve cesaretine kalmıştır.

    Bu iddiaya inanmayan partiler varsa küçük bir deney yapabilirler. Hakkında yolsuzluk söylentisi bulunan bir yörenin örgütünü bütünüyle feshetsinler ve ilk seçimde alacakları oyların artıp artmadığına baksınlar.

    Ağustos 21, 2006

  • Fransa’ya ne yapmalı?

    Ermeni iddialarının reddini suç saymayı öngören yasa tasarısı nedeniyle, hemen hemen akla gelebilecek tüm önlemler(!) ileri sürüldü. Hatta Türkiye’de kaçak çalışan Ermenistan vatandaşlarının sınırdışı edilmeleri gibi akla ziyan -ve tam ters etki yapabilecek- düşünceler dahi gündeme getirildi.

    Bence bunlar bir bakıma da iyidir; toplumsal beyin fırtınası biraz da böyle oluyor. Beyin fırtınalarında ileri sürülen düşüncelerin alabildiğince özgür -hatta uçuk- olması istenen bir özelliktir.

    Bu ihtiyaç geneldir ve öyle kalacaktır..

    Konuyu sadece Fransa ve sadece Ermeni iddialarıyla sınırlı saydığımızda sorun daha bir kolay görünebilir. Her şeyin para olduğu ya da para birimince ifade edilebildiği günümüzde, örneğin büyük ihalelerden Fransa’nın dışlanması gibi önlemler -olmaz ya- belki kısa bir süre etkili olabilir.

    Peki diğer ülkeleri ve diğer sorunları ne yapacağız?

    Hollanda ve İsviçre başta olmak üzere diğer ülkelerde de aynı yolda yasalar çıkarıldı, çıkarılıyor; gerisi de gelebilir.

    İş bununla bitmiyor. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu ayıran haritalar NATO toplantılarına getirilmek bir yana, örneğin dünyadaki futbol sahalarını gösteren bir internet sitesinde Türkiye parçalanmış olarak gösteriliyor.

    Fransız Ulusal Meclisinde alınan karara gösterilen ilk köpük tepkilerden sonra ilk somut deney, şeker bayramında Paris’e yapılacak turistik turların iptal edilip edilmeyeceği idi. Turizmcilerin söylediğine bakılırsa şu ana kadar herhangi bir iptal olmamış.

    Nişanları alırken sormak iyidir!

    Bir de YÖK başkanının geri verdiği liyakat nişanı var. Aslın da onu alırken sorması daha doğru olabilirdi.

    Bu satırların yazarına bir zamanlar, gitmediği bir beldeden bir ödül plaketi -postayla- gelmişti: “beldemizi ziyaretiniz nedeniyle onurlandık vs” gibisinden. Başkan aranıp da “sayın başkan ödüle teşekkür ederiz ama beldenize gelmedik, size de özel bir yararımızın dokunduğunu zannetmiyoruz, bu ödül biraz boşluğa düşmüyor mu?” denilince alınan cevap bu konuda bir içtihat olacak cinstendi: “nasıl olsa ya bir gün gelirsiniz ya da bize bir faydanız dokunur!”.

    Önlem 1: savaş ilanı

    Fransa’nın bu tutumuna karşı yapılabilecek olanlar sıralanınca etki ağırlığına göre şu gruplar ortaya çıkıyor: (1) Fransa’ya savaş açmak, (2) Şiddetle kınamak, (3) Mallarını boykot etmek (turlar dahil), (4) İhalelere sokmamak, (5) Elçilik kapısına siyah çelenk koymak, (6) Geleneksel öfkemizi göstermek, (7) vesaire.

    Bunlardan en etkili olanı kuşkusuz savaş ilanı ise de öldürülecek Fransızları gömecek yer bulmaktaki güçlükler nedeniyle pratik değildir.

    Şiddetli kınama, siyah çelenk gibi tepkiler kullanmaktan aşındığı için olmaz.

    Mal boykotu ise kendimizi ilaçsız, yedek parçasız ve işsiz bırakacağı için bumerang gibidir. Ayrıca da tüm ithalatımızı kessek bile Fransız dış ticaret hacminde ancak %1.5luk bir etki yaratabiliriz.

    İhalelere sokmamak ilk anda çok parlak görünse de şu soru sorlunca birden parlaklığı kaybolur: “Biz Fransa’yı ihalelere onlara yardım olsun diye mi yoksa ihtiyaçlarımızı iyi ve ucuz karşılama amacıyla mı çağırıyoruz?”..

    Geleneksel öfkemiz konusunda ise Batılıların dilinde şöyle bir söz var: “Türkler kızarlar ve unuturlar!”.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek basit sonuç şudur:

    Fransa -ve diğer güçlü ülkeler- Türkiye’ye karşı işlerine gelen ne muamele varsa yapabilirler -zaten de yapıyorlar-, biz ise işe yarar bir karşılık veremeyiz, veremiyoruz da.

    Ayrıca da hasmane tutum içinde bulunan ülke sayısı o kadar çoktur ki, yukarıdaki 7 önlemin hepsi dahi uygulanabilir olsa hepsine karşı önlem alındığında bir zamanların Arnavutluk’u gibi tek başımıza kalırız.

    Bu gerçek acı gibi görünse de en yararlı ipuçlarını içinde barındırıyor.

    Çünkü, işe yaramaz 7 maddelik önlemlere(!) güvenilmeye devam edildiği sürece başkaca bir önlem düşünülmesine gerek görülmeyecektir. Arabasındaki stepnenin patlak olduğunu bilmeyen sürücünün komik özgüveni gibi.

    Halbuki çaresizliğimizin farkına varabilsek düşünmeye başlayabiliriz.

    O halde öyle görünüyor ki ilk yapılması gereken (gerçekten stratejik), bu 7 çare önerisinin işe yaramazlığını kabullenmek, bunlardan ümidimizi -tamamen- kesmektir.

    İkinci yapılacak: dostluk diye bir şey yoktur!

    Türkiye’nin, parçalanma planları da dahil kendisine kurulan tuzaklara etkili önlemler geliştirebilmesi için bir koşul daha vardır: O da, uluslararası ilişkilerde o çok sözünü ettiğimiz “dostluk”un hiç mi hiç yerinin olmadığını idrak etmektir.

    Bugün, fırsat bulunsa ABD, İngiltere ya da Fransa’yı 1 gün içinde , hem de en yakın müttefikleri parçalarlar (Bkz. Şekil 1A, SSCB).

    Toplum ve devlet olarak içimize bu soğuk(kanlı)luğu yerleştirmemiz, 7 önlemi de unutmamıza (unlearning anlamında) yardımcı olacaktır.

    Fransa’ya karşı mutlaka bir şey yapılmak isteniliyorsa, bu gerçeği idrak etmemize yardımcı oldukları için içtenlikli bir teşekkür etmek gerekir.

    Öncelikle yapılacaklardan üçüncüsü, halkın önerilerinin tümünü dikkate alıp hiçbirisinin ardındaki kalabalığa itibar etmemektir. Yoksa, halkın heyecanı kolaylıkla karar vericilere sirayet edebilir.

    Bu üç idrakle aydınlanacak aklımız gerçekçi ve etkili önlemler geliştirmeye açık hale gelecektir.

    Türkiye’nin iç ve dış güvenliğinden sorumlu kurumları bir araya getiren bir organ vardır: Milli Güvenlik Kurulu – MGK.

    MGK, kimin elinde ne bilgi varsa tümüne erişme yetkisine sahip tek kurumdur. Bu kurum hemen çalışmaya başlayarak, yaklaşık 20 ülkenin birbirlerine karşı hangi kozları bulunduğunu incelemeye başlayıp, bunları sürekli güncel biçimde tutabilecek bir sistem kurmalıdır. (Koz temelli yaklaşım için bkz. http://tinyurl.com/bvu3yw5, http://tinyurl.com/brz2lv3)

    Ayrıca, yine bu andan başlayarak, tüm resmi, ticari, gönüllü, sivil ve askeri kişi ve kurumlar, “koz sistematiği” içine girebilecek, üstünlük ve/ya zafiyet sayılabilecek öğeleri derlemeye ve belirli bir merkezi kuruma aktarmaya başlamalıdır.

    Bu işin bir “kozlar savaşı” olduğu kavranabilmelidir..

    Bu tür belalarla uğraşabilmek için sadece Türkiye’nin tüm alanlardaki üstünlük (koz) ve zafiyetlerinin (karşı koz) bilinmesi, standardize biçimde depolanması ve belirli bir amaç için arandığında kolay erişilebilmesi yetmez.

    Başka ülkelerin de birbirlerine karşı tüm üstünlük ve zafiyetlerinin bilinmesi de gerekir.

    Bundan sonraki adım ise, Fransanın, ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin halen yaptıkları iş, yani “koz yönetimi”dir.

    Yeni dünya düzeni adı verilen kaotik düzen içinde eski düzenin araçlarıyla ayakta durulamaz..

    Yurtta barış dünyada barış” ortak ütopyamız olmaya layıktır; ama ona güvenerek herkesin de Türkiye’ye karşı barışçıl davranacağını varsaymak ancak safdilliktir.

    Şimdi artık her kişi ve kurum bilgilerini ortak bir “birim”e çevirebilmelidir. Bu yeni birimin adı “koz”dur (http://tinyurl.com/cssjbd2).

    Kozları iyi yönetebilenler varlıklarını sürdürebilecekler, diğerleri ise yem olacaklardır. Parçalanarak ya da bütün olarak yutularak.

    Ekim 18, 2006

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Büyük yanılgı..

    Öz

    1nci düzey ayrıntı

    2nci düzey ayrıntı

    Muhteşem çabaBilim, bitki ve hayvanlar dünyasını anlayabilmek için sınıflandırarak işe başlamıştır
    Bu yaklaşım boyunca, temel özellikleri birbirine benzer olanları “aile (familya)”, aynı türler içinde benzer olanları “cins”, onların içindeki benzerleri “tür” ve sonra da “alt-tür”ler olarak sınıflandırmıştır
    Bu sınıflama hem inceleme kolaylığı, hem de farklı sınıfların “özgün ihtiyaçları”nı bilmemizi sağlamıştır.Örneğin kedi ve kaplan aynı familyaya ait-türler olduğu için birinin incelenmesinden sağlanan bilgiler diğeri için de yol gösterici olmuş,
    ama diğer yandan da kaplanın beslenme ihtiyaçlarının kedininkinden farklı olması nedeniyle birisi ormana salınırken diğeri evlerde beslenme yoluna gidilmiştir. (Bu yapılmasaydı neler olabileceğini bir zamanlar evinde kaplan besleyen bir mafya büyüğümüz uygulamalı olarak göstermiştir)Bu sınıflandırma sayesinde her bir hayvan türü –hatta alt-türü- için ayrı besleme, barınma, tedavi, eğitim, korunma, koruma vb pratikler ortaya çıkmış ve insanın da dahil olduğu tüm canlılar dünyasının birlikte yaşayabilmesi için kurallar bu pratiklerin üzerinde temellenmiştir.
    Tüm hayvanlar için yapılan bu sınıflama bitkiler için de mevcut olup,
    sınıflamanın ne denli iğne ile kuyu kazmak olduğu taksonomiye şöyle bir göz atan herhangi bir kimse tarafından hemen anlaşılabilir.Bilimin, evrenin anlaşılması ve türlerin uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri yolundaki bu büyük çabası tek kelimeyle muhteşemdir.
    Fakat o da ne!Böcekler, küçük ve büyük tüm hayvanlar ve bitkiler için uygulanan bu yöntem ilginçtir ki insanlar için doğru dürüst uygulanmamış,
    uygulamaya kalkan birkaç sapık da kendi ideolojilerine destek amacıyla, üstelik de yanıltıcı şekilde uygulamışlar ve faturasını da milyonlarca insanın canı ile ödetmişlerdir.Daha sonraları çeştili etnik (zenciler gibi) ve/ya sosyal grupları (Hindistandaki kastlar gibi) diğerlerinden ayırmak biçiminde süregelen “uyduruk sınıflandırma” yaklaşımını da bu sapık uygulama kategorisinde düşünmek gerekir.
    İnsan dışındaki canlılar dünyasının ihtiyaç ve imkânlarının anlaşılmasını sağlayabilmiş sınıflandırma yönteminin insanlara uygulanmayıp, tüm insanların tek tür (homo-sapiens) olarak kabul edilmesinin altında temelsiz bir varsayım yatmakta,,
    insanların işine geldiği için ret de edilmemektedir.
    Bu basit varsayım şudur: insanlar bütün varlıklardan üstündür!Bu varsayım nereden çıktı?Sadece insanlarca –çoğunluğunca- kabullenilen bu varsayım gerçekten gülünçtür.
    Kendi dışındaki canlı dünyası hakkında hemen hiç bir şey bilmediği zamanlardan pek az şey bildiği günümüze gelene kadar bu iddiayı desteklemek için bulabildiği tek dayanak,
    kendisinde olup diğer sınıflarda olmadığını sandığı “zeka” özelliğidir.
    Şimdilerde durumun pek öyle olmadığı, çeşitli zeka türlerinin olabileceği, bunların bir bölümünün ise insanların idrak alanının dışında kalabileceği (yani zekasının onları kavramaya yetmeyeceği) anlaşılıyor.
    Yapay zeka ve insan zekası üzerindeki çalışmalar her bir yaşam deseni için ayrı bir zeka türünün olabileceğini ve o desen için “en zeki” sayılabileceğini gösteriyor.Her başarım ölçütü için farklı zekalar olabilir ve bu farklılıklar bir hiyerarşi içinde dizildiğinde en temeldeki ölçüt “varlığını sürdürebilme” olur.
    Şunun şurasında birkaç milyon yıldır varlığını sürdürebilen, bunu da tüm dışındaki dünyayı talan edip yok ederek sürdüren bir “tümör türü”nün en büyük yetersizliğinin o çok öğündüğü zekası olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz.
    Bu, insan türünün milyon yıllık trajedisidir.
    İnsanın tüm varlıklardan üstün olduğu,
    dolayısıyla da onlara reva görebileceği her tür muameleyi uygulayabileceği
    yalanı, sonunda bu familyanın
    –belki de gezegenin-
    sonunu getirecek görünüyor.İnsan tek “tür” olamaz!
    İnsan, kendi dışındaki canlılar için mükemmelen uyguladığı sınıflamayı ilk çağlardan zamanımıza kadar işine geldiği gibi çarpıtmış,
    bazen ana amaç olarak köleliği almış ve insanları köleler ve sahipleri olarak, bazen siyahlar ve beyazlar, bazen Almanlar ve dışındakiler, bazen inananlar ve ötekiler gibi yüzlerce anahtar kullanmıştır.
    Kaplan ve kedi aynı familyanın aynı cinsine ait olmakla birlikte iki ayrı tür olarak sınıflanmıştır.
    Beslenme alışkanlıkları ve yaşam çevreleri bu türlerin nesnel farklılaşma anahtarları olmuştur.Böyle bakıldığında, benzer beslenme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip “insanlar”ı ayıran nesnel bazı farkların olduğu görülüyor. Bu farklılıklar belirli bir etnik, dini ya da coğrafi alanın ürünleri olarak değil, daha karmaşık fiziki ve sosyal farklılıklar olarak ortaya çıkıyor.
    Hangi kökene ve kültüre ait olursa olsun insanlar arasındaki çapraz ilişkiler, sonunda o köken ve kültürlere tam uymayan örnekler ortaya çıkarıyor.Kültürü nedeniyle çapraz ilişkilere daha sınırlı olarak açık bulunan kültürlerde ise bu “yabancı” örnekler daha az ortaya çıkıyor.İnsan dışındaki aile, cins ve türler açısından bu çaprazlama çeşitliliği –bu ölçüde- var mıdır?Bu nedenlerle insana, içinde çeşitli alt-türleri bulunduran bir “tür” olarak bakmak daha doğru değil midir?
    Bazı sınıflamalar yanlış ya da yararsızdır!Sahipler – köleler, aşağı ırk – arî ırk gibi sınıflamalar yanlıştır.
    Bir de doğru ama yararsız sınıflamalar vardır: eğitimli-cahil, köylü-kentli gibi sınıflamalar kimi sosyal olguları açıklamak için kullanılıyor.
    Örneğin kent dokusunu bozan gecekondu olgusu ya da trafik düzenine uyulmayış “köylülük” ya da “eğitimsizlik” olarak adlandırılıyor.
    Yani kentlileştikçe ve eğitim arttıkça bunlar azalacak denilmeye getiriliyor.
    Halbuki nesnel anahtar kentlilik ya da eğitim değil, “her şeyin ilişkili bir bütün olduğunu idrak edip etmemek”tir.
    Bunu idrak edebilenler içinde köylüler ve hiç eğitimsizler olduğu gibi idrak edemeyenler arasında en yüksek eğitsel derecelere sahip kentli burjuvalar da vardır.
    Ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarının birisinde, kurban için getirildiği pazardan can havliyle kaçan bir danayı döverek kaçmamaya razı etmeye çalışan “insan”lar köylü ve eğitimsiz, bu sahneleri ana haberlerde –dana güreşi alt yazısı ve bir oyun havası eşliğinde- gösterirken neşeyle açıklamalar yapan spiker bütünlüğü idrak edememiş bir eğitimli kentlidir.Medyanın çeşitli organlarında bu tür vahşetleri ya eğlence ya da AB’ye girerken yapılmaması gereken densizlikler olarak sunan kişiler de eğitimli kentlilerdir.Ama diğer yandan, ormanda bulduğu öksüz ayı yavrularını süt ve balla besleyerek adeta annelik yapan Trabzonun Sürmene ilçesine bağlı Kutlular köyünde yaşayan Mehmet Yılmaz ise “bütünlüğün farkında” bir eğitimsiz köylüdür. Topraklarını satmayı reddeden kızılderili şef de yine bütünlüğün farkındaolan bir eğitimsiz köylüydü.Kuş gribine karşı “kurban etinin cızbız değil kavurma yapılarak yenilmesi” dışında –ayağı ve postuyla enfeksiyon taşıma gibi- bir riskin bulunmadığını TV kanalına beyan eden bir eğitimli-kentli akademisyen ise bütünlüğün farkında değildir.
    Bu birkaç örnekten dahi görülebileceği gibi köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz anahtarları bu bağlamda yararsızdır. Bu tür kolaycı açıklamalar köylülere ve eğitimsizlere karşı haksız birer saldırı, ama daha da vahimi sorunları –bırakınız çözmeyi- anlayamamak demektir.
    Halbuki bunlar ayrı bir alt-tür’dür!Bu “bütünlüğün idraki” özelliğinin nasıl oluştuğu ya da eğer insan alt-türlerinin tamamında var iken neler olup da yok olduğu bilimin açıklayabileceği bir konudur.
    Ama şimdilik önemli olan, “bütünlüğün farkında olup olmama” özelliğinin tam bir ayırıcı özellik olduğu, sahip olanları ayrı bir alt-tür, sahip olmayanları ise ayrı bir alt-türün üyeleri haline getirdiğidir.
    Aynen Neanderthal’ler ve Cromagnon’ların aynı hominind familyasına ait olmakla birlikte  ayrı türler olmaları gibi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649).
    Bu alt-türleri “insan” saymak onların haklarının ihlalidir!Karanfilleri, kaplanları ya da yunusları insan saymak onlar için tam bir işkence olurdu.
    İnsanlar için oluşturulan ortamlar onlar için “uygun” değildir.
    Ne yani daha ne istiyorsun seni insandan saydık diyerek bir kaplanın apartman dairesinde oturmak zorunda bırakıldığını, çişini pisuara yapmak zorunda kalışını, ev halkıyla şöyle doya doya bir oynaşmasına izin verilmeyişini bir düşünsenize.
    Danaları döverek kesilmeye razı ederek ibadet etmeye çalışanların da haklarını ihlal ediyoruz!
    Bu insanları sürekli aşağılayarak hem onların, hem de köylülerin ve eğitim imkanı bulamamış olanların haklarını ihlal ediyoruz.
    Sırf dış görünüşleri birbirine benzediği için bir arada yaşamalarına izin verilen alt-türler birbirleri için son derece tehlikeli olabilirler.
    Örneğin piranha ve sarı kanat denilen balıklar bir arada ancak birkaç saniye yaşayabilirler. Bir Pitbull ve fino için de ancak birkaç dakikalık bir birliktelik olabilir. Bir iguana ile timsah da oldukça benzerdir ama bir arada yaşayamazlar.
    Bunların hiç biri kötü diğerleri ise iyi değildir, sadece farklıdırlar.Benzer şekilde “bütünün farkında” olan ve olmayan insan alt-türleri de birbirleri için son derece tehlikelidir.
    Aynen diğer örnekte olduğu gibi “farkında olmamak” o insan alt-türünün bir kusuru değildir, sadece özelliğidir.Farkında olmak da diğerinin bir marifeti olmayıp sadece özelliğidir.
    Ama kesin olan, farkında olmayanın farkında olan için tehlike oluşturduğudur.
    Bu tehlike araç kullanırken, ibadet ederken, inşaat yaparken, belediye ya da devleti yönetirken, severken, nefret ederken, ticaret yaparken, futbol oynarken, öğretmenlik ya da öğrencilik yaparken, kariyer sahibi olurken kısacası yaşamın binlerce kesitinin herhangi birisinde doğabilir.
    Bu potansiyel bir risk değildir, mutlaka gerçekleşecek bir risktir. Deprem gibi de değildir. Zamanı da yerleri de bellidir.Demokrasi tüm insan alt-türlerine değil, sadece medeni insan alt-türüne uygundur!
    İşte sorun burada başlıyor.
    Solon
    –Atina’da demokrasi konusundaki sorunlar üzerine-
    ünlü ölçütünü ortaya koyuyor: demokrasi eşitler arasında mümkün olabilen bir rejimdir!İnsanların kendi kendilerini yönetmesi esasına dayalı demokrasi kavramının temelindeki ana öğe “sorumluluk bilinci”dir. Bu bilinç yok olduğunda demokrasinin başlıca elementi olan “katılım” da ortadan kalkacaktır. Böylece gerek kararlarda gerek kararların uygulanmasında ve gerekse uygulamanın denetiminde katılım kalmayacak, gücü eline geçiren haklı da olacaktır.“Farkında olmayan” insan alt-türü ise tanım itibariyle sorumsuzdur.
    Çünkü sorumluluk farkında olmanın bir diğer ifadesidir.
    O halde farkında olmayanların demokrasi ile yönetimi maddeten imkansızdır.
    Durumun kendini tamir etmesi de imkansızdır. Çünkü farkında olmayan alt-türün değer ölçüleri farkında olanları tahrip edecek, onları saf dışına itecek cinstendir. Hiçbir akli, ahlaki kurala uymak sorumluluğu olmadığı için her türlü çatışmanın peşin galibi farkında olmayan alt-türüdür.
    Farkında olanlar için bir nimet olan demokrasi rejimi farkında olmayanların elinde diğerlerine karşı öldürücü bir silaha dönüşmektedir.
    Depremle ya da kuş gribiyle birlikte yaşamaya çalışırken, yollarda araç kullanırken, AIDS’ten korunmaya çalışırken, ibadet ederken, sorun çözerken; her zaman her yerde.
    Her iki alt-tür bir şekilde birbirine karışmış ise ne olacak?Mevcut durum tam da budur.Bunun nasıl çözüleceğinden önce, farkında olanların bu tanı çevresinde uzlaşmaları önem taşıyor.

    Ondan sonraki adım ise yaşamın çeşitli alanlarındaki doğru tavır sahiplerinin dayanışması, hatta ondan da önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarıdır https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457

    Bu onlara güç verecektir.
    Bu mücadelede farkında olanların en büyük üstünlüğü diğerlerinin ayırıcı özelliği olan “farkında olmamak”tır. Maalesef başkaca çözüm yolu görünmüyor.

    Perşembe, Ocak 12, 2006

    Bu metin Değişken Derinlikli Yazım yöntemi (Patent Pending No: TPE 2005/03764) ile yazılmıştır. Ayrıntılar için Bkz .http://bit.ly/PhdrXn
  • Geber kâfir!

    Aşağıdaki fıkrayı bir yakınımdan aldım. ABD’de hristiyanlar arasında bugünlerde çok anlatılıyormuş.

    “Bir gün bir köprüden geçerken, aşağı atlamaya hazırlanan bir adam gördüm ve bağırdım:

    –  Dur, yapma!

    –  Niçin yapmayacakmışım?

    –  Ee, çünkü yaşamak için çok neden var.

    –  Ne gibi?

    –  Bak, sen dindar mısın yoksa ateist mi?

    –  Dindar.

    –  Ben de. Hristiyan mısın Musevi mi?

    –  Hristiyan.

    –  Ben de. Katolik mi protestan mı?

    –  Protestan.

    –  Ben de. Peki, episkopalyan mı baptist mi?

    –  Baptist.

    –  Ooo mükemmel, peki “Tanrının (god) baptist klisesi”ne mi yoksa “İsa’nın mı (Lord) baptist klisesi”ne mi bağlısın?

    –  “Tanrının baptist klisesi”ne.

    –  Ben de. “Orijinal baptist klisesi”ne mi yoksa “reforme edilmiş, baptist klisesi”ne mi?

    –  “Reforme edilmiş baptist klisesi”ne.

    –  Ben de. Peki “reforme edilmiş baptist klisesi”nin 1879 mu yoksa 1915 reformasyonuna mı sadıksın?

    –  1915 reformasyonuna.

    Bunun üzerine “geber pis kâfir” dedim ve köprüden aşağı ittim.”

    Acaba bu fıkra başka dinlere, ideolojilere de uygulanabilir mi?

    Pazar, Mart 12, 2006

  • Bizim ev!

    Yakınma değil

    İnternette de olsa kamuya açık yazılar, yazarlarının kişisel sorunlarını sergilediği araçlar haline gelmemeli. Bu yazıda “oturduğum ev”den söz etmemin nedeni kişisel bir sorunumu aktarmak değil, biraz fıkra gibi -ama tamamen gerçek- bir olguyu kullanıp bundan sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.

    Kadıköy’de bir kooperatif sitesinde oturuyorum. 1989 yılında topraktan girdiğimiz kooperatif inşaatı için o zaman verilen banka kredisini almaya gittiğimde ilk gariplikle karşılaşmıştım.

    Banka müdürü dosyamı inceledikten sonra “maalesef kredi veremeyeceklerini” belirtti ve gerekçesini açıkladı.

    –        Beyefendi, biz yeni evleri kredilendiriyoruz. Sizin eviniz ise 5 yıllık.

    –        Müdür bey nasıl olur, daha inşaat sürüyor!

    –        Ben bilmem, bakın iskan ruhsatı 1985 tarihli.

    –        ??????

    Sonradan anladık ki, 1985 yılında çıkan bir yasa ile 5 kattan yüksek binalara yangın merdiveni zorunluğu getirilmiş; inşaatı yapan da bu yükten(!) kurtulmak için inşaat ruhsatı ile birlikte iskan ruhsatını da 1985’te alıvermiş.

    Evimizin ilginç özellikleri olacağını -bu ipucuna bakarak- o tarihte pek farketmemiştim, sonraları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

    Yanyana, onbirer katlı iki bloktan ibaret apartmandaki dairemizi alınca kapı numarasının, ruhsata esas plana göre yan bloktaki olduğunu görmüş ve inceleyince ortaya şu çıkmıştı: Orijinal planda apartman giriş kapısı ana caddeye bakıyorken, müteahhit kapıları arka sokağa almak için planı ters çevirmiş. Belediye ise ters çevrilmemiş plana göre numara verince kapı numaraları değişivermiş.

    Şimdi toplam 46 daire sahibi, birbirlerini mahkemeye verip evlerinden çıkarabilir ve birbirlerinin dairelerine taşınabilirler, Allahtan uyumlu insanlarız.

    Biz onuncu katta oturuyoruz ve daire kapı numaramız 39. Günlerden bir gün asansör bozulup da merdivenleri yayan ininceye kadar, her katta 2 daire hesabıyla 10. kattaki daire numarasının nasıl 39 olacağını hiç düşünmemiştim. Her ne kadar 5 tabanlı sayı sistemi kullanarak daireleri numaralandırmak gibi bir olasılık var ise de müteaahhidimizin bunu akıl edemeyeceğini tahmin edebildim.

    Sistemi çözümleyebilmek için birkaç defa aşağı yukarı inip çıktım ve evet; numaralar, zeminden itibaren şöyle gidiyor: 1-2, 5-6, 9-10, …, 39-40. Daire numaralarının her katta ikişer ikişer değil dörder dörder arttığı görülüyor. Acaba 3-4, 7-8 … gibi numaraların bir uğursuzluk getirdiğine mi inanılıyor yoksa insanların bu hesaplara akıl yorarak biraz olsun aritmetik çalışmaları mı amaçlanıyor anlamamıştım ki bir komşum imdada yetişti ve problemin çözümünü açıkladı: Her katta numaralama bitince yandaki diğer apartmana geçiliyor, onun da aynı kattaki dairelerine numara veriliyor ve tekrar bizim apartmana geçiliyor; böylece 4 atlamalı numaralama sistemi ortaya çıkıyor.

    Sonraki yıllarda böyle ayrıcalıklı bir evde oturmanın keyfini sürerken bir yandan da olmayan yangın merdivenini yaptırmak için çaba harcamaya başladım. Her yıl düzenli olarak apartman genel kurullarına katılarak yangın merdiveninin oldukça yararlı bir şey olduğunu savunmaya çalıştım.

    Fakat itiraf etmeliyim ki her genel kurul sonrası gururdan koltuklarım kabarıyordu. Komşularım ne kadar yaratıcı fikirler ürettiğimi, bunlara her zaman ihtiyaç olduğunu, hatta benim gibi kişilere hükümette bile ihtiyaç olduğunu belirtiyorlardı. E kim olsa biraz gurur duyar.

    Her ne kadar 10 yıl kadar bu gurur verici iltifatlandırma sürdüyse de yangın merdiveni kararı -mermer cephe kaplaması, doğalgaza geçiş, iç hacimlerin boyanması nedenlerle- bir türlü çıkmadı. Sonunda ben de 5,136,275 nolu patente konu olan “Yüksek Binalardan Aileleri Yangından Kurtarma Aparatı” satın alarak sorunu çözdüm. Galiba İstanbul’da yangın merdiveni yerine böyle bir çözüm uygulayan tek aile biziz, yani komşularımın dediği kadar da var.

    Bütün bu anlattıklarım e-devlet uygulamalarından önce (yani taş devri gibi) idi. Şimdi artık öyle değil. Yaşamımızın her safhasında artık bilgisayarlar var.

    Siz öyle sanın, esas felaket şimdi başlıyor!

    İşin içine insanlarımızın yanısıra insanlarımızın işlettiği bilgisayarlar da girince işler acaba düzelir mi derken sorumun cevaplarını yavaş yavaş almaya başladım. TC kimlik numaramı internetten almaya kalkıp da “böyle bir kişi bulunmamaktadır” mesajını alınca, bunun henüz teknolojiyi yeterince özümseyememe ve bir de yeterince yüksek teknoloji işin içine girmediği için doğan bir aksaklık olduğunu düşünmüştüm.

    Cevabı dün buldum..

    Nihayet aradığım cevap dün internetten geldi. Kadıköy belediyemizin internet sitesinde, uydu haritalarından yararlanılarak evimizin yerini bulabileceğimiz hatta fotoğrafını görebileceğimiz müjdeleniyordu.

    Bunca yılın deneyimiyle (yani evimiz konusundaki), bu işte bizim apartmana özgü mutlaka bazı gariplikler olacağını içgüdümle (evet bende var) hissettim. Ve de yanılmadım

    Adresimizi mahalle, sokak ve kapı numarası ile verip heyecanla beklerken karşıma bizim ev yerine caddenin karşısındaki manav çıktı. Her şey tıpa tıp tutuyor, fakat manav. Fotoğrafı bile tamam. Acaba bir numara aşağısı ya da yukarısı olur mu derken bambaşka caddelere düştüm tekrar geri gelip kurcalarken birden bire nasıl oldu bilinmez, başka bir arama imkanının olduğunu gördüm: Parsel sorgulama!

    İşte buldum dedim ve arayıp evin tapusunu buldum, ada, parsel vs öğrendim. Heyecanla mahalle adını ve ada numarası da girince artık apartmanın bulunduğu yere bir tık’lık mesafe kaldı. İşin tadını çıkarmak için yavaşça son bilgi olan parsel numarasını girmeye kalkınca “böyle bir parsel yoktur” ile karşılaştım.

    Bundan evvelki sorunlar küçüktü, komşular arasında çözülebilirdi. Bu defa iş devletle ve “tapun sahtedir” gibisinden bir mesaj aldım. Doğrusu buna inanmıyor da değilim. Bu kadar acayiplik normal tapu sahibi birisinin başına gelemez. Mutlaka bizim tapu sahte.

    (Daha sonra rastgele ararken tesadüfen bizim apartmanın yerini buldum ve fotoğrafına tıkladım. İşte o an tapumun sahteliğine iyice kani oldum. Fotoğraf başka bir yerdeki bir dükkanın fotoğrafıydı.)

    Ama uydu teknolojisi!

    Şimdi düşünüyorum. Tanrı bizi teknolojinin her türünden, özellikle de yükseğinden korusun. Çünkü teknoloji ilerledikçe bizim insanımızla arasındaki uyum sorunu büyüyor.

    Taş devrindeki insanların şaşırmadan becerebildikleri sıradan birer birer sayma işini bile karmakarışık hale getirebilen insanlarımızın eline uydu haritalarını verince neler olmaz.

    İyi bir hukukçu arıyorum.

    Aklıma gelenlere sövmeyi suç olmaktan çıkarabilecek ipuçlarını bana verebilecek bir hukukçu arıyorum. Bulayım ki, e-devlet diye iri iri laf edenlere, vizyon 2023 olarak şu cümleyi oluşturanlara iyice bir içimi dökeyim,

    Vizyon 2023

    Bilgi Toplumu olmayı sürdürülebilir kalkınmanın ana ekseninde kabul eden; bilim, teknoloji ve yenilikçilik (inovasyon) alanlarında yetkinlik, farkındalık ve üretkenliğin sürekli gelişimine odaklanmış, küresel seviyede yüksek rekabet gücüne sahip bir Türkiye“.

    Ben de aynen sizin.

    Pazar, Mart 12, 2006

    (14 Ağustos 2012 itibariyle bir not: Aradan geçen yıllarda -yine teknolojinin yardımıyla- epey gelişmeler oldu. Şöyle: 1989’da apartman girişinde, bina numarası olarak 81-1,  blok numarası olarak da M3A vardı. Bununla uzun süre idare ettik. 20 yıl kadar sonra, belediyemiz o numaranın biraz yanına yeni blok numarasını daha iri olarak yazdı: 5/A/A. Bina no yine aynı kaldı.

    Bir ay kadar sonra, adrese bağlı kimlik sistemini de kullanarak, evin bize ait olduğunu tescillemek için(!) e-devlet uygulamaları içinden http://bit.ly/m8ScL adresini kullanarak devletin tanımladığı kapı ve blok numarasını buldum. Artık bina ve blok numaraları kalkmış tek kod verilmişti: 5/A. Yalnız bu defa da, apartmanın bulunduğu cadde ismi değişmiş ve 24 küsur yıl evvel belediyenin onadığı ruhsattaki cadde -her ne kadar kapımız o caddede olmasa da- yeni caddemiz olarak verilmişti. Herhalde e-devlet, kapınızı o caddeye taşıyın demek istiyordu.

    Yıllar sonra, herkes gibi basit, akılda kalabilir bir apartman numarasına sahip olmanın gururunu içimde kutlamakla yetinemedim ve sipariş ettiğim bir şey için teslim adresi olarak e-devletin verdiği yeni adresimi verdim.

    2 günde teslim edilmesi gereken kargo 15 gün geçip gelmeyince, yine teknoloji yardımıyla Kayserili kargo firmasının telefonunu bulup kolinin ne zaman teslim edileceğini sordum. Cevap şöyleydi: “Beyim, biz o semti avucumuzun içi gibi biliriz, ama o cadde üzerinde öyle bir numara yok; kolinizi Kayseriye geriye yolladık“.

    Bütün bunları niye yazdım? Bazı konular uzmanlık gerektirir, para gerektirir, uluslararası ilişkiler gerektirir vs vs. Yer küresi üzerinde sabit bir noktaya adres vermek için bunlardan hiçbirisi gerekmez. Okur-yazar olmak yeterlidir. Şimdi aklıma gelen soruların sizin de aklınıza geldiğinden eminim.

    Bu arada hukukçu aramaya devam ediyorum.

    14 Ağustos 2012