• Fiyat artışları ve çığ etkisi

    Rev.No: 1, Tarih: Mayıs 22,’93 [1] / Rev.No: 2, Tarih: Kasım 01,’98 / Rev.No: 3, Tarih: Aralık 28,‘07

    Giriş

    Bir mal veya hizmetin fiyatına herhangibir nedenle zam yapılması halinde, onun girdi olduğu başka mal ve hizmetlerin fiyatlarında da bazı otomatik artışlar olması doğaldır. Örneğin, petrole zam yapıldığında taşımacılık fiyatları artmakta, o ise hemen hemen tüm mal ve hizmetlerin bir girdisi olduğundan, onların da fiyatlarını yükseltmektedir.

    Bu olgu herkes tarafından bilinir. Bu makaleye konu olan fiyat artışları ise bu noktadan itibaren başlamaktadır.

    Bir mal veya hizmet ürününün (bundan sonra sadece ürün denilecektir) fiyatına yapılan zam sonunda, o ürünün girdi olduğu bütün ürünlerin fiyatları artmakta; artan bu fiyatlar bu defa başlangıçta zamlanan ürünün fiyatını tekrar artırmakta ve böylece bir “Çığ Etkisi” (avalanche effect)  oluşmaktadır. İşte genellikle ‘ihmal edilebilir’ olduğu varsayılan olgu budur. Ancak gerçek bu varsayımı doğrulamamaktadır. Bu makalede bu etkinin boyutları incelenmektedir.

    Kullanılan hesaplama algoritması

    Bir I/O tablosunda bulunan çeşitli mal ve hizmet ürünlerine yapılabilecek zamların [2] ardışık etkileri, bir bilgisayar yazılımı yoluyla incelenmiştir.  Kullanılan algoritma, I/O tablosunun bir satırının zamlanması halinde  bütün ürünlerde meydana gelebilecek fiyat değişimlerinin bir vektörde üst üste tutulması ve bu vektörde her bir ürün için biriken zam artışı belirli bir yakınsama değerine inene kadar, bir diğer deyişle zam artışları ihmal edilebilir değişim gösterene kadar zamların ürün maliyetlerine dağıtılmasından ibarettir.

    Model üzerinde yapılan deneyler

    (M) adet ürün arasındaki Girdi / Çıktı (Input / Output – I/O) ilişkilerini gösteren bir tablo (I/O tablosu) esas alınarak yapılan iteratif bir çözümleme, Çığ Etkisi dikkate alınmadan hesaplanan fiyat artışlarına göre önemli farkların olabileceğini göstermiştir.

    Tablo I’deki örnekte, 10 adet ürünün I/O ilişkileri gösterilmiştir (Bkz. TABLO-I). Tablonun her sütunundaki ürünün maliyeti içinde 10 ürün satırındaki ürünün payları -oran olarak- gösterilmiştir.

    TABLO – I. ÜRÜNLERİN BİRBİRLERİ İÇİNDEKİ MALİYET PAYLARI

    ÜRÜNLER

    ürün maliyetleri (sütun) içinde ürün (satır) payları (%)

    Pay
    Toplamı

    petrol

    elektrik

    işçi ücreti

    taşıma

    demir-çelik

    kira

    gazete

    su

    arazi

    ekmek

    petrol

    46.2%

    1.3%

    50.0%

    20.0%

    6.7%

    3.3%

    10.0%

    0.0%

    12.5%

    149.9%

    elektrik

    28.6%

    1.3%

    0.0%

    20.0%

    6.7%

    33.3%

    20.0%

    0.0%

    25.0%

    134.8%

    işçi ücreti

    35.7%

    23.1%

    50.0%

    20.0%

    6.7%

    33.3%

    40.0%

    0.0%

    25.0%

    233.8%

    taşıma

    7.1%

    7.7%

    26.0%

    10.0%

    0.0%

    13.3%

    10.0%

    0.0%

    12.5%

    86.7%

    dem.-çelik

    7.1%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    7.1%

    kira

    14.3%

    15.4%

    45.0%

    0.0%

    20.0%

    16.7%

    20.0%

    100.0%

    12.5%

    243.8%

    gazete

    0.0%

    0.0%

    0.3%

    0.0%

    0.0%

    3.3%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    3.6%

    su

    7.1%

    7.7%

    1.3%

    0.0%

    10.0%

    3.3%

    0.0%

    0.0%

    12.5%

    41.9%

    arazi

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    66.7%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    66.7%

    ekmek

    0.0%

    0.0%

    25.0%

    0.0%

    0.0%

    6.7%

    0.0%

    0.0%

    0.0%

    31.7%

    MALİYET

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    100.0%

    FİYAT / MALİYET

    1.43

    1.23

    1.00

    1.25

    1.20

    1.33

    1.00

    1.20

    1.33

    1.50

     

    TABLO II’de ise, bu ürünlerden yalnız birisine (örneğin petrol) % 10 zam yapılması halinde, “Çığ Etkisi” dikkate alınmadan oluşan yeni artmış maliyetler gösterilmiştir.  Aşağıda, Çığ Etkisi (ÇE) dikkate alınmadan, ardışık yansımalarla oluşan fiyat artışları (%) cinsinden gösterilmiştir.

    TABLO – II. ÇIĞ ETKİSİ DİKKATE ALINMADAN OLUŞAN ZAMLAR

    Ürün >

    petrol

    elektrik

    işçilik

    taşıma

    dem.çelik

    kira

    gazete

    su

    arazi

    ekmek

    Zam >

    %10.0

    % 4.6

    %0.12

    %5.0

    % 2.0

    %0.67

    %0.33

    %1.0

    % 0

    %1.25

    10 üründe meydana gelen  bu değişik fiyat artışlarından bir ‘ortalama’ türetebilmek için, her birinin ağırlığı rastgele belirlenmiş  aşağıdaki“sepet” tanımlanmıştır.

    FİYATLAR GENEL DÜZEYİNİ TEMSİL EDEN ‘SEPET’

    Ürün > petrol elektrik işçilik taşıma dem.çel.    kira gazete su arazi ekmek

    Ağırlık >

    100

    100

    1

    1

    1

    1

    30

    50

    0

    60

    Bu ‘sepet’ kullanılarak hesaplanan ortalama fiyat artışı % 5.0 olmuştur. Geleneksel olarak kullanılan hesaplama yöntemi budur.

    Diğer yandan, ÇE dikkate alınarak petrole yapılan % 10’luk zam diğer ürünlere ve dönerek tekrar petrole (ve tekrar diğer ürünlere……) yansıtılmış ve bu defa aşağıdaki  zamlar oluşmuştur.

    ÇE DİKKATE ALINARAK OLUŞAN ZAMLAR (%)

    Ürün >

    petrol

    elektrik

    işçilik

    taşıma

    dem.çel.

    kira

    gazete

    su

    arazi

    ekmek

    Zam >

    20.2

    13.9

    9.0

    14.5

    11.8

    4.3

    10.7

    10.5

    4.3

    11.7

    Aynı ‘sepet’ kullanılarak bu defa hesaplanan ortalama fiyat artışı ise % 15 olmuştur. Böylece ÇE, fiyat artışlarını yaklaşık 3 kat artırmış olmaktadır. Buna Çığ Etkisi Çarpanı denilebilir.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu çarpanın büyüklüğü, bazı faktörlere bağlı olarak değişecektir. Yani;

    (a)        I/O tablosunun büyüklüğüne,

    (b)        Çok sayıda ürüne girdi olan ürünlerin sayısına,

    (c)        Karşılıklı olarak birbirine yüksek bağımlılık gösteren ürünlerin sayısına

    bağlı olarak ÇE Çarpanı büyüyecektir.

    Nitekim, Tablo I’de verilen I/O tablosu üzerinde yapılan bir seri deney, yukarıda belirtilen 3 faktörün de etkisini göstermektedir.

    I/O tablosunun 2, 3, ………, 10 elemanı alınarak yapılan deneylerde, daima ilk ürüne (petrol) % 10 zam yapılmıştır. Alınan sonuçlar aşağıdadır.

    I/O TABLOSUNUN BÜYÜKLÜĞÜNÜN ÇE ÇARPANI’NA ETKİSİ (HÜCRE SAYISI)

    Hücre sayısı >

    2 X 2

    3 X 3

     4 X 4

    5 X 5

    6 X 6

    7 X 7

    8 X 8

    9 X 9

    10 X 10

    ÇE çarpanı >

    1.14

    1.16

    1.35

    1.41

    1.53

    1.64

    2.05

    3.14

    17.79

    Görüldüğü gibi tablo büyüdükçe ÇE Çarpanı’da büyümektedir.

    I/O tablosu değiştirilerek, çok sayıda ürüne girdi olan bir ürünün bulunup bulunmamasına göre 2 ayrı deney yapılmıştır. Bu tür bir ürünün bulunması ve bulunmaması hallerinde ÇE Çarpanları sırasıyla 2.98 ve 1.0 olmuştur.

    Modelin varsayımları ile gerçek koşullar arasındaki farklılıklar

    Bu makaleye temel oluşturan model ile pratik arasında bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, pratikteki durumu -genellikle- daha da kötüleştirici (yani ÇE Çarpanı’nı daha da artırıcı) yöndedir.

    Bu farklılıklar şunlardır:

    1. Sistemin, “tam rekabet” altında işlediği varsayılmaktadır. Pratikte ise “eksik rekabet” koşulları geçerlidir. Fiyatların, herhangi bir yavaşlatıcı etki ile karşılaşmadan yeni bir denge durumuna doğru “çığ” biçiminde artmasını önleyebilecek bir faktör “rekabet” iken, eksik rekabet koşulları bu avantajı azaltmaktadır.
    2. Her ürünün fiyatı ile maliyeti arasındaki oranın (kar oranı), ardışık zamlar sırasında sabit tutulacağı varsayılmıştır. Yani bir ürünün bir girdisine bir miktar zam geldiğinde, o ürünün yeni fiyatının ancak eski kar oranını sabit tutacak kadar olabileceği kabul edilmektedir. Pratikteki durum ise 2 açıdan farklıdır:

    (1)       “Nasıl olsa her zaman zam yapılamaz, yapmışken biraz daha fazla zam yapayım”  düşüncesi genel geçer bir eğilimdir. Böylece zamlar, bu modeldeki kabulden daha büyük olabilir.

    (2)       Ama diğer yandan, yüksek fiyatlarda kar oranını düşürme yönünde bir düşünce de doğabilir. Ancak buradaki ‘yüksek fiyat’  fiyatlar yelpazesinde yer alan ucuz ürünlerin aksi olan pahalı ürünler olmayıp, ucuz ya da pahalı fiyatı yükselen ürünlerdir.  Bu düşüncelerden hangisinin geçerli olacağını kestirebilmek güçtür.

    1. Yuvarlatma (round-off) etkisi: Bir ürüne yapılması gereken zamın daima bir üst değere yuvarlatılması eğilimi vardır. Bu, ÇE Çarpanı’nı bir ölçüde artırır.
    2. Modelde ardışık zamlar simültane olarak meydana gelmektedir. Pratikte ise çığ olgusu belirli bir zamana yayılarak gerçekleşmektedir. Ancak bu süre çok uzun olamaz. Çünkü her mal ve hizmet üreticisi, ürününün karlılık oranını korumak için vakit kaybetmek istemez. Hatta bir bölümü, ürününün girdilerinde henüz bir artış olmadan da zam yapabilir.

    Modelden nasıl yararlanılabilir?

    Ekonomik  hayatın yönetimine ilişkin kararları verenlerin, bu hayatın ana objesi durumunda olan I/O tablosunun çeşitli değişimlere duyarlığı konusunda ayrıntılı bilgi verebilecek bir “simülatör”e ihtiyaçları vardır.

    “Hangi mal ve hizmet ürünü, fiyat artışlarına karşı ne kadar duyarlıdır?” sorusunun doğru cevapları bilinemediği sürece, hiç umulmayan nedenlerden dolayı bir  “çığ” olgusu harekete geçebilir. Bu nedenle model, böyle bir genel işlev için kullanılabilir.

    Diğer yandan, ekonomik sistemi oluşturan gerçek I/O sisteminde bazı ürünlerin diğerlerinden “daha etkileyici”  ve/ya “daha duyarlı” olmaları doğaldır. Çok sayıda ürüne girdi olan bir ürün “daha etkileyici” iken;  çok sayıda ürünü girdi olarak kullanan bir ürün de “daha duyarlı” olacaktır. Bu iki gruba birlikte “Kritik Ürünler” denilebilir.

    “Kritik Ürünler”in bir bölümü bilinmektedir. Örneğin petrol, elektrik, işçi ücretleri gibi ürünler böyledir. Ancak, I/O tablosu üzerinde ayrıntılı analizler yapılmadan bütün kritik ürünleri tam olarak bilmek mümkün değildir.

    Kritik Ürünlerin maliyetine giren ve dikkat çekmeyen bazı girdilerin (vergi, resim, harç gibi) küçük miktarlarda dahi artırılmasının olası sonuçlarını, I/O tablosu üzerinde gerekli deneyleri yapmadan bilmek mümkün değildir.

    Modelin verdiği sonuçlardan en ilginci ise negatif zam (fiyat indirimi) olgusudur. Zamların yol açtığı “çığ” etkisi, benzer biçimde fiyat indirimi halinde de doğmaktadır. Aşağıda çeşitli ürünlere yapılan +%10  ve -%10  zamların yol açtığı ÇE Çarpanları verilmiştir.

    HER ÜRÜNE AYRI AYRI ±%10 ZAM YAPILMASI HALİNDE

    FİYATLAR GENEL DÜZEYİNDEKİ % DEĞİŞMELER

    Ürün # Ürün adı +%10 zam -%10 zam
    1 Petrol 15.0 18.0
    2 Elektrik 9.7 -11.0
    3 İşçi ücreti 16.5 -21.8
    4 Taşıma 8.1 -9.3
    5 Demir-çelik 1.1 -1.15
    6 Kira 13.3 -17.1
    7 Gazete 12.0 -1.25
    8 Su 6.1 -6.3
    9 Arazi ~0 ~0
    10 Ekmek 6.8 -7.5

     

    Bazı kritik ürünlerde fiyat indirimi yapılabildiği takdirde fiyatlar genel düzeyinde kendisinden daha büyük bir azalmaya neden olması olgusu, enflasyonla mücadele politikasında son derece etkin bir araç olarak kullanılabilir.

    Yakınsaklık ölçütünün (EPS) etkileri

    Deneyler sırasındaki ardışık iterasyonlarda oluşan yansımış zamların ürün maliyetlerine dağıtımında her zaman yakınsama garanti edilemez. Yakınsamanın olup olmaması, I/O tablosunun yapısına, yapılan zamın miktarına ve nihayet yakınsaklık ölçütüne (EPS) bağlıdır.

    Teorik olarak, birbiri arasında bir denge halinde bulunan bir I/O tablosunun bu dengesi bozulduğunda (bir zam yapıldığında), hangi fiyatlarda tekrar dengenin oluşacağı yukarıdaki bu faktörlere bağlıdır. Oluşan Çığ Etkisi, sönümlü (giderek azalan) tipte ise belirli bir iterasyon sonunda denge oluşmaktadır. Bazı hallerde ise çığ, giderek büyüyen (gerçek çığa benzer şekilde) bir hal almaktadır.

    Deneylerde, 0.5TL’lık bir yakınsaklık ölçütünün (EPS=0.5) iyi sonuçlar verdiği gözlenmiştir.

    Sonuç

    Elektrik enerjisi birim fiyatına (sanayi için) %10 oranında  bir zam yapılacağı ilan edilmiştir. Modelden görüldüğü gibi doğacak çığ etkisi kesinlikle birinci dalga denilebilecek zam yayılmasıyla sınırlı kalmayacak, doğan zamların geriye (tekrar elektrik enerjisi fiyatlarına) yansıması sonucunda, sönümlenen ama sönümlenene kadar fiyatlar genel seviyesini tahmin edilenin üzerine çıkaran bir çığ etkisi oluşacaktır.

    Tablo-I’in en sağ sütununda, çeşitli ürünlerin çığ tetikleme açısından  ne derecede kritik olduğu görülmektedir. Dolayısıyla enerji ve işçilik gibi kritik ürünlere yapılacak zamların çığ tetikleyici etkilerinden korunabilmek için bazı önlemler alınması gerekir. Bu kapsamdaki iki önlemden birincisi, bir trend oluşturmayan çok küçük zam gereksinimlerinin, oluşturulacak bir fon yardımıyla sönümlenmesi; diğeri ise, global ölçekli trendlerden doğabilecek zam gereksinimlerinin düzenli bir şekilde (bekletilmeksizin) kullanıcılara yansıtılmasıdır.

    1990 yılında yapılan bu çalışmanın, aradan geçen 17 yıl içinde ekonomimizi temsil eden 65 kalemlik gerçek I/O tablosu ile yapılması ve sonuçlarının akademik ve siyasal çevrelerle paylaşılması beklenirdi. Ekonomistlerimizin ilgisine bir defa da bu yolla sunarım.

    Aralık 29, 2007



    [1]  22 Mayıs 1993 itibariyle $1= TL 10,100 dür. Tüm rakamlar ona göre yorumlanmalıdır . (04.01.2002)

    [2] Zamlar + veya – olabilir. Böylece  fiyat artışlarının  (+ zam) yol açtığı Çığ Etkileri kadar, fiyat indirimlerinin (- zam) yol açacağı çığ’lar da incelenebilmektedir.

  • Beklemediği yerden yumruk yemek!

    Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!

    Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.

    Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.

    Ölçütler dolaylı da olabilir

    Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.

    Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.

    Sistem beklentileri temsil etmelidir

    Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.

    Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.

    Cari açık önemli mi önemsiz mi?

    Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.

    Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.

    Büyük resim ne?

    Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.

    Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!

    Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.

    Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.

    Bu söz tarihe geçmelidir:

    Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.

    Yani:

    Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.

    25 Şubat 2007

  • Hız arttıkça iş azalır!

    Murphy kuralları

    Murphy kuralları diye bilinenlerin çoğu, Edward A. Murphy Jr. tarafından ortaya atılan yaklaşık on tane ve hepsi de askerlikle ilgili kuralın sonradan çeşitli alanlara genişletilmesinden ibarettir. Örneğin, “işler, yapılması için mevcut zamanı dolduracak şekilde genişler” bu “türetilmiş kurallar“dan birisidir.

    İş yaşamı, yüzlerce kuralın kolayca üretilmesine imkan verecek kadar verimli (!) bir alan olduğu için hemen herkes birkaç Murphy kuralı tanımlayabilir.

    Bilgisayar da mı yoktu?

    İş yaşamında uzun yıllar geçirenler, eskilerde ofis donanımlarının bugüne oranla son derece basit olduğunu, bilgisayar bir yana fotokopi makinesi hatta elektrikli hesap makinesinin bile lüks olduğunu bilirler.

    E o zaman işler nasıl yapılıyordu? Cevap şaşırtıcı olabilir ama şöyledir: bugün bu donanımlara harcadığımız emek ve paranın çoğu, bizzat o donanımların yarattığı doğrudan ve/ya dolaylı sorunları çözmek için kullanılıyor; geri kalan da insanları daha hızlı yaşatmak için!

    Bu kadar işin yanında bir de…”

    İş yaşamının hızı arttıkça, aynen fizikteki volan etkisi‘ne benzer şekilde, oluşan yaşam düzlemlerinin dışına çık(a)mama etkisi ortaya çıkıyor. Öyle ki, daha rasyonel çalışmayı mümkün kılabilecek öneriler için dahi, oluşan “eylemsizlik” nedeniyle zaman bulunamıyor.

    Yıkıcı rekabet bunu azdırıyor!

    Rekabetin çoğunlukla, “birbirini yoketmek” anlamına geldiği günümüzde bir çılgınlık yaşanıyor. Pazara çıkma süresini kısaltabilmek için içine düşünülen akıl almaz “telaş” -tuhaf görünebilir ama- “hızlı” olabilmeyi engelliyor.

    Frederick Taylor’un ünlü, “işleri, en aptal olanlar tarafından kolayca yapılabilecek kadar parçalayın” ilkesi bugün tek farkla tekrar gündeme gelmiş görünüyor. O da, işlerin çoğunun -Taylor zamanının aksine-insanlar değil makineler tarafından yapılması ve insanlardan temel beklentinin de makinelerin çalışmasını yavaşlatabilecek davranışlardan -düşünmek gibi- uzak durmaları oluşudur.

    E.Deming’in yıkıcı rekabetin olumsuzluklarını net olarak ortaya koyduğu yaklaşımlara kimsenin aldırdığı yok.

    Kullanılmayan zaman!

    Rutinin dışında bir şeyler yapmak için zaman olmadığından yakınanlar, bir an için durup neler yaptıklarına, zamanlarını nasıl kullandıklarına bakarlarsa inanamayacakları kadar çok zamanları olduğunu farkedeceklerdir. Yeter ki her yaptıklarının, yapılması gereken başka bir şeyleri yapmamanın pahasına olduğunu farketsinler [1] ve [2].

    15 Haziran 2007

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=501

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=547

  • İşsizlik ve parti programları

    22 Temmuz seçimlerine doğru siyasi partiler çeşitli konularda politikalarını açıklarken en dikkat çekici konulardan birisi “işsizlik” konusundaki yaklaşımlarıdır.

    Siyasal yelpazenin neresinde olursa olsun partilerin bu konudaki yaklaşımları ortak bir araca dayanıyor: Genelde yatırımlar, özelde ise kamu yatırımları.

    Sözü uzatmadan hemen belirteyim ki bu araç güvenilebilecek bir araç değildir. Aşağıdaki grafik bunu açıkça göstermektedir. Ayrıca da grafiğin ait olduğu yıllara göre yatırım-istihdam bağlantısı, otomasyon, robotics vb nedenlerle daha da zayıflamıştır.

    Bugün için işsizlik olgusunun en önemli parametresi, ekonominin rekabet gücü’dür.

    Türkiye’nin rekabet gücüne etki yapan çeşitli faktörler (döviz fiyatı, katma değer üretimi, yaratıcılık, yönetim kalitesi, teknolojik alt-yapı, insangücü nitelik düzeyi gibi) olumsuza gittikçe işsizlik üretimi de artacaktır.

    Aynı bir malın ithal maliyeti üretim maliyetine göre azaldıkça, doğal olarak artacak olan ithalat tam olarak işsizlik ithali demektir.

    Gelişmiş ülkelerin serbest pazar ekonomisini bu denli kuvvetle savunurken söylemedikleri gerçek, eşit “gibi” görünen ama gerçekte eşit olmayan koşullar altında rekabet yarışında daima kendilerinin önde olacaklarıdır.

    Türkiye’nin rekabet gücünün (RG) yükselmesi ise yatırımlarla değil RG faktörlerinin iyileştirilmesiyle ilgili bir konudur. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=752 )

    Bu faktörlerin kısa sürede yükseltilmesi mümkün görünmüyor; daha da ötesi Çin, Hindistan gibi ülkeler nedeniyle göreceli olarak bir RG azalması söz konusudur.

    Bu ise işsizliğin de buna paralel olarak artacağı anlamına gelir.

    Bu durumda çıkar yol nedir?

    RG faktörleri içinde nisbeten kısa süre içinde kontrol edilebilir ve ardışık sonuçları itibariyle etkileri yüksek olan birisi, “insangücü kaynağının niteliği”dir.

    Bir yandan orta-uzun vadeli önlemlerle RG faktörlerinin iyileştirilmesine ve Türkiye’nin üretim yapısının katma değer ağırlıklı hale getirilmesine çalışılırken, bir yandan da insangücü niteliğinin süratle ve okul sistemi dışındaki önlemlerle desteklenmiş olarak yükseltilmesine çalışılmalıdır.

    İdeolojisi ne olursa olsun siyasi partilerin işsizlikle mücadele politikalarının bu yönü ortak olmalıdır.

    Peki bu nasıl olacak?

    Birikmiş işsiz stokunun ve bu stok üzerine sürekli eklenen işsizlerin, mevcut “öğretmeye dayalı” eğitim yöntemleriyle işgücü piyasasının gereksindiği niteliklere kavuşturulması imkansıza yakın güçlüktedir. Zaten günümüz eğitim sisteminin başlıca çıkmazı da bu, yani kişinin kendi öğrenme enerjisini harekete geçirmeksizin ona öğretmeye çalışmasıdır.

    Örgün eğitimde öğrenciler bu imkansız amaçla başa çıkabilmenin yöntemini bulmuşlar, öğretilmek istenilenleri “ezberleyerek” öğrenmiş gibi yapmakta, sonra da hemen unutarak doğal öğrenebilirliklerini korumaktadırlar.

    Öğrenmeye dayalı yaklaşımda ise herhangi bir zorlamaya ihtiyaç yoktur. Canlıların tüm doğal işlevleri (sindirim, üreme, boşalma, uyuma vb) gibi öğrenme de kendiliğinden ve de zevk alarak gerçekleşmektedir. Bunun için gerek ve yeter koşul, kişinin, ihtiyacı idrak etmesidir.

    Artık öğrenme yoldaşı (learning partner) adı verilen kişiler ise iki işlev görmektedirler:

    (1)   Kişiyi, ihtiyacın idraki konusunda iknaya çalışma,

    (2)   Kişiyi, doğuştan gelen yüksek bir öğrenebilirliğe sahip olduğu konusunda ikna etme.

    Türkiye’de BEYAZ NOKTA® GELİŞİM VAKFI (http://www.beyaznokta.org.tr/) tarafından 1994’ten bu yana sürdürülen “öğrenme” çalışmaları 2003 yılından itibaren kurumsallaştırılmış ve KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu http://www.kigep.org.tr/kigep/), daha sonra Ömer (Öğrenme Merkezi) ve son olarak da ÖğrEv® (Öğrenme Evi http://www.beyaznokta.org.tr/Common.aspx?Menu=2&Page=GuncelEtkinlik3.aspx) adlarıyla uygulanmaya başlanmıştır .

    Halen biri Ankara’da (Mümin Erkunt ÖğrEv®), diğeri ise İzmir’de (Melahat Yılmayan ÖğrEv®) adında iki Öğrenme Evi bulunmakta olup, 25 ilde de en az birer tane açılmasına çalışılmaktadır.

    Öğrenme 21.yy’ın yeni paradigmasıdır.

    Siyasi partilerimiz, eğitim ve istihdam politikalarının omurgalarını geleneksel “öğretme-benimsetme-koşullandırma” paradigması yerine, “ihtiyaçlarını öğrenme” yaklaşımını seçerlerse sadece bu iki sorunu değil, aynı zamanda tek doğruların benimsetilmesi tehlikelerinden de korunulmuş olacaktır.

    Pazartesi, Haziran 18, 2007

  • Yine İşsizlik!

    Bir iddia

    “İnsanlar iş olmadığı için değil, aranılan niteliklere sahip olmadıkları için işsizdirler”.

    Doğru mu bu?

    Bu sava karşı hemen ileri sürülebilecek tez şudur: Öyle olsaydı bu kadar diplomalı işsiz olmazdı; onlar da mı aranan niteliklere sahip değiller?

    Cevap: Diplomanın -nasıl oluyor ise- aranılan nitelikleri kazandırdığı gibi bir “inanç” var. Halbuki böyle bir bağlantı yok. Gerek devlet gerek vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu -bilinen nedenlerle- diploma veriyor, fakat işgücü piyasalarının gereksindiği nitelikleri kazandıramıyorlar. Kazandıranların mezunları ise son sınıflarda -yurt içi ve dışından- kapışılıyor.

    Diplomanın nitelikli insan yetiştirdiği şehir efsanesini unutup gerçeklerle yüzleşmeliyiz.

    İkinci bir sav ise şu olabilir: İşverenler tam ne istediklerini bildiklerine ve eğitim yaşamı ile de içli-dışlı olduklarına göre nasıl olup da bu nitelik karşılaşmazlığı (mismatching) oluyor?

    Cevap: İşverenlerce yapılan mülakatlara dikkat ediniz. Mülakat tekniği adı altında zırva satanlar, en son okuduğu kitabı, kızdığı zaman ne yaptığını, ev hayvanı besleyip beslemediğini, bıçağı sol el ile tutup tumadığını ve daha ıvır zıvır şeyler sorarak aldıkları paranın karşılığını verdikleri inancını satarlar.

    Gerçekte ise sorgulanması gereken, kişinin, öngörülen iş için genel formasyonunun uygunluğu varsayımıyla, süreç içinde işin gereklerini ne denli kendi başına öğrenebilecek olduğudur.

    Nitekim, insan kaynakları departmanlarının baş derdi durumundaki konu, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine 15-20 yıl boyunca koşullandırılmış kişilerin, işlerinin gereklerini öğrenmek için dışarıdan eğitim verilmesini istemeleri, bu gerçekleşmediği sürece de işverenin görevini yapmadığını düşünmeleridir.

    Halbuki, çalışanın bir numaralı sorumluluğu işinin gereklerine göre “öğrenmek”; işverenin bir numaralı sorumluluğu ise kişilerin öğrenmeleri için “uygun ortamları hazırlamak”tan ibarettir.

    İşte, işgücü piyasasının gerektidiği niteliklerin bir türlü tanımlanamayışının nedeni budur. Tanımlanması gereken, işe alınacak kişilerin “öğrenebilirlikleri”dir.

    Bu nasıl olacak?

    Halbuki tüm eğitim yaşamı boyunca, ileride ihtiyacı olacaklar kendisine “öğretilen” ve bu saklı içerik (hidden curriculum) yoluyla “öğrenemeyeceği öğretilen” kişiler ve bunları çalıştıran kişiler, bu ihtiyacı nasıl hissedebilirler?

    İşte o abuk-sabuk mülakat işkencelerinin nedeni bu aymazlıktır.

    Asgari ahlaki nitelikleri ve yapacağı işe göre genel formasyonu uygun olan bir kişide aranabilecek tek nitelik, öğrenebilirliğini ne ölçüde kaybettiği, bunu ne sürede geri kazanabileceği ve bu konuda ne kadar istekli olduğudur.

    Pazartesi, Haziran 18, 2007

  • Türkiye Dünya bir devrimi gerçekleştirmek zorunda!

    Personel seçiminde bir ilk..

    Aksaray ilinde kurulmakta bulunan bir özel hastane, haziran ayında ilginç bir proje uyguladı. Hem çevresine karşı toplumsal sorumluluğunun bir parçası hem de ihtiyacı olan -her türde- personeli seçmek amacıyla Öğrenme Merkezi (ÖMer) kısa-adlı seminerler düzenledi.

    Her bir grup eleman (doktor, hemşire, teknisyen, idari personel ve hizmetliler) için o grubun niteliklerine uyumlandırılarak düzenlenen seminerler 2+2 gün süreliydi.

    Seminerlerin temel amacı, katılımcıların kendilerini değiştirmeleri için birer değişim planı yapmalarıdır.

    Hastanenin temel iddiası olarak ileri sürdüğü bir etik taahhüt vardır ve bu taahhüt bir dizi somut zorunluklar içermektedir.

    Bir yandan da, bu taahhütlerin yerine getirilmesi için istihdam edilecek çeşitli görevliler vardır. Hekim ve hemşireler bu taahhüdün tıbbi yanı, idari personel bürokrasi yanı, güvenlik görevlileri güvenlik ve ambulans şoförleri de bir diğer yanı ile yükümlüdürler.

    Söz konusu görevlilerin bireysel niteliklerindeki olası eksikler bu yükümlülükleri layıkıyla yerine getirmelerine engeldir (bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/potansiyel_eksikler.doc).

    İşte, katılımcılardan istenilen, bu nitelik farkını nasıl kapatacaklarının planını yapmaları, ama bu planı somut yaptırımlarla desteklemeleridir. Söz konusu seminerin ilk 2 gününde, bu planın nasıl yapılacağının ipuçları verilmekte; ikinci 2 günde ise kendilerine rehberlik sağlanarak, hazırladıkları planların birer okul ödevi yerine bir alış-veriş listesi somutluğuna getirmeleri sağlanmaktadır.

    İşin bu yanı hemen hemen bütün kişisel gelişim eğitimlerinde verilenlerle aynıdır. Yine de personel seçimi amacıyla bu tür bir eğitim ilk defa kullanılmaktadır.

    Esas farklılık başka yerde

    Seminerlerin esas farkı, kişisel çekirdek enerjisi (veya kişisel nükleer enerji)adı verilebilecek bir kavrama dayanıyor. Her türlü bilgi ve becerinin, kişinin dışındaki “başkalarınca” verilebileceği, bunsuz öğrenme olamayacağı; kişi kendi halinde öğrenmeye bırakılırsa ne öğreneceğinin belli olmayacağı (kendi haline bırakılan kızın davulcu ya da zurnacıya varması) kalıbı küçücük yaşlardan başlayarak zihinlere kazınıyor.

    İnsanlık tarihi boyunca egemen kesimlerin bir yönetme yöntemi olarak benimseyip benimsettiği ve asla sorgulanmasına izin vermediği bu yönteme “öğretme”, halk arasında ise “eğitim” adı verilmektedir.

    Aksaray seminerlerinde ise esas, “kişilere bir şey öğretilmemesi”, gerçekten ihtiyaç duyacakları bilgi ve beceriler için buna gerek olmadığı, kişilerin bunları -not, sınav, diploma vbg yollarla- zorlama olmaksızın kolayca ve zevkle öğrenebileceklerine “ikna edilmeleri”dir.

    Anahtar, ihtiyacı “gerçekten” hissetmektir

    Seminerlerde net olarak ortaya konulan nokta, hastanenin (hasta ve yakınlarına şefkat göstermek) şeklindeki iddiasını oluşturan yapı taşlarının her biri, kişilerdeki kimi niteliklere karşılık gelmektedir.

    Örneğin, “şefkat”in yapı taşlarından birisi “hijyen eksiği yoluyla zarar vermemek”tir. Bu ise kişilerin hijyen konusundaki alışkanlıkları ile doğrudan bağlantılıdır.

    Kişiye, işe alınabilmesi için kişisel hijyen alışkanlıklarını kısmen veya tamamen değiştirmesi gerektiği açıklandığında, artık bu konudaki değişim bir kişisel “ihtiyaç” haline gelmektedir ve bu ihtiyaç göstermelik değil tamamen gerçektir. Değişim ise yeni bilgi ve becerilerin kazanılmasını gerektirdiğinden, okuldaki durumdan tamamen farklı bir motivasyon ortaya çıkmaktadır.

    Bu motivasyon her kişide farklı biçimde ortaya çıkmakta, bazıları okuyarak, bazıları birisinden öğrenerek, ama mutlaka kendini değiştirmeye yönelik gerçekleşmektedir.

    Burada ince nokta, kurumun (burada hastane) iddiasında ne denli ısrarlı olduğu ve de “öğrenme”yi bu ısrarın gerçekleşmesi için ana yöntem olarak benimseyip benimsemediğidir.

    Bir diğer ifadeyle kurumun ikinci bir iddiasının da “öğrenme temelli yönetim” olup olmadığıdır. Eğer kurum öğrenmenin sihirini kavramış ise bunun çalışacak olanlara yansıması kaçınılmazdır. Aksi durumda ise -aynen çoğu okul ortamında olduğu gibi- “göstermelik” bir durum ortaya çıkabilir.

    Hızla değişen ihtiyaçlar ve sabit “öğretme” sistemleri uyuşmuyor

    Dünya bir sessiz devrime hazırlanıyor. Bu “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmesidir.

    Bu devrimi alttan alta besleyen bir diğer kavram da, okul kurumunun geleneksel yöntemi olan “öğretme”nin, dünyayı tehdit eden ideolojik dogmaların temelini oluşturmasıdır.

    Okul, üç yönlü bir baskı altındadır: Bir yandan iletişim devriminin bilgiye erişebilmeyi yaygınlaştırması okulun varlık nedenini sorgulanır hale getirmiş; diğer yandan da okulun temeli olan “öğretme”, dünya için tehlikeli bir gidişin metodu haline gelmiştir.

    Üçüncü baskı ise kişilerin bilgi ve beceri ihtiyaçlarının çok süratli değişmesi, sabit okul kurumunun ise bunu karşılayamamasıdır.

    (Bunun en somut örneklerinden birisi endüstri meslek liselerinde kazandırılmaya çalışılan becerilerdir. Bu liseler büyük zorluklarla, endüstride kullanılan pahalı tezgahları edinebilmekte ve öğrencilerine bunları kullanmayı öğretmeyi planlamakta, ama daha bunu yerine getiremeden elindeki tezgah teknolojik olarak “eskimiş” duruma düşmektedir. Benzer durum tüm okullarda, tüm bilgi ve beceriler açısından geçerlidir.)

    Tek yol devrim!

    Bu durumda (özellikle bu üçüncü açıdan) tek çözüm, kişilerin -doğuştan sahip olup da unutturulan- öğrenebilirliklerinin harekete geçirilmesidir. Bu o denli güçlü bir araçtır ki geleneksel eğitimcilerin korktuğu kadar vardır. Varlık nedenini kendi bilgilerini ve doğrularını başkalarına aktarmak olarak tanımlamış -dünyadaki- milyonlarca belletici / ezberletici işsiz kalmakla karşı karşıyadır.

    Diğer yandan ise bu gelişmenin farkında olan çok az sayıdaki “öğrenme ortağı” için ise altın bir çağ başlamaktadır.

    Bunun için “isteyerek silme” adı verilen bir beceriye ihtiyacımız var!

    (Unlearning) dilimize “isteyerek silme” olarak çevrilmelidir. Bu, istem dışı meydana gelen “unutma” değildir. “İsteyerek silme”, yüksek öğrenebilirliğimizin tekrar harekete geçirilebilmesi için “bir bilenin öğretmesini bekleme” kalıbının isteyerek (bilinçli olarak) silinmesidir.

    Dünyanın da sorunu ama bizim başlıca sorunumuz

    Hızla çoğalan ve çoğunluğu genç olan nüfusumuz sürekli olarak bir üstünlük olarak takdim edilir. Eğer bu insanlar, arzuladıkları yaşam düzeylerini onlara verebilecek bilgi ve becerileri “kendi dışlarında birileri”nden bekleyecek iseler onları bekleyen son kesin olarak önce açlık, sonra yok olmaktır.

    Bu sadece bizim için değil, öğretilmeyi bekleyen tüm toplumlar için geçerlidir.

    Bu akım Aksanray’da kalmamalı!

    İş bekleyen milyonlar bugün için aile dayanışması vb yollarla vaziyeti idare ediyor. Halen bir işi olanlar ise rekabet gücü konusunu iyi anlamış toplumlar (Çin, Hindistan, Wietnam gibi) tarafından tehdit ediliyor. Bunun karşısında durabilecek tek güç, öğrenmeyi öğrenmiş ve bunu kendini sürekli değiştirebilme yolunda kullanabilen insanlara sahip olmaktır.

    Aksaray’da bir özel hastanenin başlattığı bu akım orada kalmamalı, tüm yurda yayılabilmelidir. Aşağıda, bu yaygınlaştırmayı amaçlayan sempoyumla ilgili bir link verilmiştir. http://www.sempozyum.beyaznokta.org.tr/pages/basin.aspx

    İlanen duyurulur!

    Çarşamba, Temmuz 10, 2006

  • “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000

  • İşsizlik ithali!

    İthalat ne(ler) almak demektir?

    Bireyler çeşitli ihtiyaçlarını kendi dışlarından temin ederken, toplumlar da benzer şekilde davranırlar. Bir kişi nasıl ki tüm ihtiyaçlarını kendi kendine temin edemez ise toplumlar için de akılcı yol bu değildir. Mesele -birey ya da toplum olarak- bir şeyleri satın almak / ithal etmek ya da kendi içine kapanmak değildir. Mesele, bu alımın sınırlarını çizebilmektir. Neleri satın alacak neleri kendi başına temin edecektir?

    Nitekim işletmeciliğin temel konularından birisi de (buy or make decision) adı verilen (al veya yap kararı) kavramdır.

    Bu kararı verebilmek için, satın alırken neler satın aldığımızı iyi bilmemiz gerekiyor. Örneğin, bir kasap ya da marketten et alırken gerçekte satın aldıklarımız şunlardır:

    1.     Et

    1.1.  Protein ihtiyacının karşılanması (refah)

    1.2.  Obezite (olasılığı)

    1.2.1.  Hastalık (fakirleşme)

    2.     Besleme, kesim, depolama, ulaşım vd zincirde harcanan işgücü

    2.1.  Bu kesimlerin geliri (refah)

    3.     Yatırım

    3.1.  Yatırımın getirisi (refah)

    4.     Kesimhane atıkları

    4.1.  Çevre kirliliği (git 6.2.3)

    5.     Artan et ihtiyacı

    5.1.  Et ihlali

    5.1.1.  İşsizlik, fakirleşme

    6.     Ambalaj malzemesi

    6.1.  Kağıt

    6.1.1.  Ağaç

    6.1.1.1.  Kuraklık (fakirleşme, işsizlik)

    6.2.  Plastik

    6.2.1. Elektrik enerjisi

    6.2.1.1.  Doğal gaz, petrol ithali (git 6.2.2)

    6.2.2. İthal petrol

    6.2.2.1. İşgücü ithali (işsizlik, fakirleşme)

    6.2.3. Çevre kirliliği

    6.2.3.1. Fakirleşme, işsizlik

    7.     Kasabın hijyen eksiği (olasılığı)

    7.1.  Hepatit vb hastalık (olasılığı)

    7.1.1. Fakirleşme

    8.     Diğer olasılıklar (vergi kaybı, sigortasız çalışma, iş güvenliği eksiği vd)

    8.1.  Fakirleşme, işsizlik

    Yani et almayalım mı?

    Bu örnek et ya da diğer bir malı alıp almamayı değil, her mal ve hizmetin bir “sırt çantası” taşıdığını açıklamak için verilmiştir. Ayrıca da, satın alınan mal/hizmet ürünü içine gömülü bulunan zenginlik, fakirlik, işsizlik gibi “nihai öğe”lerin daha ileri düzeyde ardışık sonuçları olabileceğine de (kelebek etkisi) dikkat edilmelidir.

    Örneğin Çin mallarının olağanüstü düşük maliyetlerine bu mantıkla bakar ve hangi “nihai öğe”lerden oluştuğunu analiz edersek muhtemelen şöyle bir denklem çıkabilir:

    Çin mallarının rekabet gücü= kalitesizlik + işgücü sömürüsü (iş güvenliği, işçi sağlığı, ücret düşüklüğü vd) + çevrenin tahribatı + ticaret kurallarının ihlali

    Bir şeyin alıcısı varsa üretilir!

    İktisatta birkaç temel kural varsa herhalde birisi, hatta birincisi budur. Yasal, ahlaki ya da herhangi bir diğer kurala bağlı olmaksızın, eğer bir mal veya hizmete bir ihtiyaç varsa onu gideren birileri mutlaka çıkacaktır. Bu süreç en şiddetli yasaklarla dahi -tarih boyunca- tersine çevrilememiştir.

    Buna göre, bir mal veya hizmet ürününü satın aldığımızda ya da ithal ettiğimizde, sırt çantası içindekileri de birlikte aldığımızı bilmeliyiz. Biz bunları satın aldıkça onları üretenler daima bulunacaktır. Hatta bunları satın almakla onları tevik ettiğimizi dahi söyleyebiliriz.

    İşsizlik ithal ediyoruz!

    2005 yılında Türkiye ekonomisi umulanın üzerinde büyüdü. Fakat bir yandan da işsizlik azalmadı. Şimdi bunun nasıl olduğunu açıklamak için türlü zorlamalar üretiliyor. Halbuki meseleye “sırt çantası” benzetimiyle baktığımızda, büyümenin ithalattan kaynaklandığını, ithal edilen her mal ve hizmetin sırt çantasında bol miktarda iş gücü ithal ettiğimizi, bunun da bizim için “işsizlik ithali” anlamına geldiğini kolayca görebiliriz.

    İthalat, ne ithal ettiğimizi bildiğimiz sürece son derece yararlıdır. Sorun, farkındalığın bittiği yerde başlar.

    İstiklal caddesi kaldırımlarına bir de böyle bakalım.

    Cumartesi, Ocak 28, 2006

  • AR-GE kimlerin işidir?

    Bizim işimiz değildir!

    Genelde toplumumuzun özelde üretim sektörlerimizin rekabet güçleri geleceğimizin belirlenmesinde giderek daha belirleyici olmaya başladığından, bu konulardaki düşünce üretimi de paralel olarak artmaya başladı; bu son derece iyi.

    Hangi konulara öncelik verileceği, hangi ileri teknolojilerin benimseneceği, hangi AR-GE araçlarının kullanımı gerektiği, ne gibi teşvikler olması gerektiği gibi konularda tartışmalar yapılıp farklı fikirler gündeme getiriliyor. Bu da çok iyi.

    İlginç olan, bütün bu farklılıklar içinde, tüm tartışmaların akademisyenlerin çevresinde dönüp durması ve konunun paydaşları arasındaki şu kesin mutabakat: AR-GE bilim kurumlarının ve bilim insanlarının işidir; bizim için ne gerekiyorsa onlar yaparlar, yapmalıdırlar ve bunun fiyatı neyse onu da devlet ödemelidir.

    Niçin?

    Çünkü iş dünyası olarak biz AR-GE yapabilecek güce sahip değiliz; bin türlü sorunla uğraşırken bir de AR-GE ile uğraşamayız. Önümüze vizyon çizen, AR-GE politikalarını belirleyen, bunların siyasi iktidarlara göre değişmesini önleyip bir devlet politikası (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284) haline getiren devlete ihtiyaç var.

    Bu ne ilginç bir gelenektir!

    Rekabet gücü kazandırabilecek karşılaştırmalı bir üstünlüğü başlangıçta bulunmayan, üstüne üstlük daha sonra da bu gücü kazanabilmek için bir vizyonu bulunmayan kişi ve kuruluşların, başkalarının (yani devletin) önlerine koyacağı vizyon ve teşviklere güvenerek boyundan büyük işlere girip sonra da sürekli yakınmak, devleti suçlamak ne ilginç bir gelenektir.

    Peki onu yapmayalım bunu yapmayalım, ne yapalım? Hemen hemen girdiğimiz hiçbir alanda rekabet gücümüz yok. O halde hiçbir şey yapmayalım mı? Bizim de iş adamı, iş kadını olmaya hakkımız yok mu?

    Bir hakaret(!)..”Avrupa’nın manavı olun”

    Bir zamanlar böyle bir öneri yapılmıştı: “Siz bu sanayi işini bırakın Avrupa’nın manavı olun“. Yer yerinden oynamıştı. Bizi manavlığa layık (aslında müstahak denilmek isteniliyordu) görenler kalkınmamızı istemeyenlerdi. Mutlaka bacalı sanayi sahibi olacak, biz de makine -hatta makine yapan makine- yapacaktık. Nitekim 1960 darbesi ardından ilk yaptığımız sanayi hamlesi  otomobil yapmak idi.

    Fakat ne manavlık olarak sembolize edilen tarım ve tarımsal ticaretin, ne de otomobil üretiminin katma değerini AR-GE yoluyla artırabildik.

    İki soru: AR-GE tek katlı mıdır ve bu katlar kimlerin işidir?

    Söylene söylene sanki yalnızca bir kalemden ibaretmiş gibi anlaşılan AR-GE gerçekte -her biri diğerleriyle irtibatlı- çeşitli katların üstüste bindirilmesinden oluşmuş bir “etkileşimli süreçler kümesi” olarak anlaşılmalıdır.

    Sivri ucu altta, ters bir koni boyunca yerleşmiş katmanları düşününüz. En üstte en geniş katman, altlara indikçe daralıyor, fakat etkileşim nedeniyle üst katmanlardakileri de etkiliyor. En altta ise en dar alanlı ama tüm katmanları etkileyebilen katman bulunuyor.

    Tek kişiden ibaret bir küçük işletmede “ürettiğim mal ve/ya hizmeti daha iyi ve ucuza nasıl yaparım?” sorusu bu çok katlı kümenin en üstteki katmanıdır. Tüm diğer süreç katmanları bu katmanın altında yapılanacaktır. Bu tepedeki katman kuruluşların bireysel sorumlulukları altındadır.

    Bu katman ne devlete, ne bilim kurumuna ne de danışmanlara bırakılabilir. Kimden ne hizmet alınırsa alınsın AR-GE sorumluluğu -devredilemez biçimde- işletme sahibinindir.

    Hangi konularda AR-GE yapılacaktır?

    Bu sorumluluk doğrudan iş sahibine aittir. İşinin hangi bölümüyle ilgili AR-GE yapılacağına işin sahibinden başka kim karar verebilir? İş sahibi bu konuda çeşitli danışmanlıklar alabilir ama nihai karar kendisinindir. Dolayısıyla bu açıdan AR-GE de devletin ya da bilim insanlarının işleri değildir.

    AR-GE nasıl yapılacaktır?

    AR-GE konisini oluşturan her bir AR-GE katmanı da kendi içinde katmanlardan ibarettir. Bir işletmenin AR-GE katmanının içinde bizzat işletme sahibi, yöneticileri ve çalışanları (kapıdaki güvenlik görevlileri dahil) yer almalıdır. “İşimi daha iyi ve ucuza nasıl yapabilirim?” sorusu herkesin sorusudur ve AR-GE’nin en temel sorusudur. Bu soruyu sormak herkesin devredilemez görevidir. Kesinlikle devlete, üniversiteye, bilim kuruluşlarına bırakılamaz. Onlardan danışmanlık alınabilir, ama sorumluluğu onlara bırakılamaz.

    İşletmenin AR-GE katmanları içinde doğrudan bilim kurumları ve bilim insanlarının uzmanlık alanına girenler de olacaktır. Onların eğitimleri, uzmanlıkları budur. İşletme sahiplerinin, çalışanlarının ve devletin bu konudaki rolleri sıfıra yakındır. İşletmenin sorumluluğu bu tür AR-GE çalışmalarını finanse etmektir.

    Birden fazla işletmeyi ilgilendiren AR-GE kimin işidir?

    Co-operative research (yardımlaşmalı araştırma), aynı türde AR-GE ihtiyacı olan işletmelerin sorunudur. Bu da sektörel örgütler eliyle yaptırılır; sorumluluk müteselsil olarak sektör örgütünün ve işletmenindir. Devletin bu konudaki katkısı -tüm iş hayatının çıkarlarını gözeten kurumların önerileriyle- bazı özendirmeler şeklinde olabilir. Fakat kesinlikle neyin nasıl araştırılacağını belirlemek, hele hele onlar adına AR-GE yapmak değildir.

    Sektör örgütleri ilgilenmez ise!

    Bu tür ortak konulardaki AR-GE faaliyetlerini sektör örgütleri üstlenmez ve bir de bunların devletin işi olduğunu savunmaya başlarsa ne olur? Demokratik sistemlerde bu tür savunular halkın temsilcilerince üstlenilir ve gerçekten de devletin işi haline -şekil 1-A’da görüldüğü gibi(!)- getirilir.

    Büyük ölçekli AR-GE’ye kim karar verir, kim finanse eder, kim yapar, kim denetler?

    Daha alt katmanlardaki AR-GE ihtiyaçları giderek işletmelerin AR-GE ihtiyaçlarından uzaklaşır ve bir çeşit temel araştırma niteliğine bürünür. Bu tür araştırmaların bir bölümü büyük sektör örgütlerince, silahlı kuvvetlerce ya da devlet kurumlarınca kararlaştırılır. Kararların alınmasında akademik ve bilim kurumlarının danışmanlıklarından yararlanılabilir, ama karar bu kurumların yönetimlerinindir. Finansmanını da bu kurumlar sağlarlar.

    Büyük ölçekli AR-GE’yi yapacak olanlar akademik ve bilimsel kurumlardır.

    Denetim ise karar sorumluluğunu taşıyan ve finansmanını sağlayan kurumlarca yapılır. Bu konudaki olası bir yanılgı “bilimsel özerklik” kavramının burada kullanılmasıdır. Bilimsel özerklik, AR-GE uygulamalarının başladığı yerde başlayıp bittiği yerde sona erer.

    Hangi konuda AR-GE yapılacağı ya da sağlanan finansmanın hesabının verilmesi (accountability) bilimsel özerklikle ilgili değildir. Bilimsel özerklik bilimsel çalışmaların sadece bilim kurallarına göre yapılması, hiçbir idari, siyasi, dini, ideolojik tercihe göre şekillenmemesi anlamına gelir.

    Sonuç

    AR-GE konularının karardan denetime kadar tümüyle bilim insanlarının işi sayılması ve bunun dışındaki kesimlerin daima “talep kurumu” konumunda beklemeleri geleneği önümüzdeki dönemde yaşamsal önem kazanacaktır.

    Bu gelenek değişmeksizin, toplumumuzun üretmekte olduğu katma değerler, tüketme arzusunda olduğu katma değere yetişemeyecek, aradaki fark -aynen bugün olduğu gibi- yasa ve ahlak dışı yollardan finanse edilmeye devam edilecektir.

    Türkiye’de AR-GE’ye verilen tüm teşvikler kaldırılmalı, bu kaynaklar, AR-GE’nin -daha da doğrusu yüksek katma değer üretmenin- varlığımızı sürdürebilmenin tek yolu olduğu bilincinin geliştirilmesine harcanmalıdır.

    AR-GE bütünüyle akademik ve bilim kurumlarına ihale edilmiştir. Bu ihale iptal edilmeli, herkes, vazgeçilmez işlevlerinin başında şu sorunun geldiğini iş yerinin, evinin ve yatağının başına asmalıdır: işimi daha iyi ve ucuza nasıl yaparım?

    Pazartesi, Şubat 20, 2006

  • Teknoloji üretmek. Öyle mi?

    Gün geçmiyor ki çeşitli yayın organlarında teknoloji üretmenin anlam ve önemine değinilmesin. Zaten vatanımızı kurtaracak iki kavramdan birisi bu, diğeri de “marka olmak”tır. Bu ikinci konu giderek o hale geldi ki geçenlerde bir yabancı sanayicinin de bu kurtarma kampanyasına katılarak tam bize göre önerdiği bir çözüm yerli bir köşe yazarımız tarafından marka sektörünün bilgisine sunuldu.

    Sanayici aynen şöyle buyuruyordu: “marka yaratmak zorlu ve uzun bir süreçtir (bizi yakından tanıyor, bu tür süreçlere gelemeyeceğimizi iyi anlamış). Siz boşu boşuna (bu da harika; yani uğraşsanız da beceremezsiniz demeye getiriyor) uğraşmayın. Avrupada satılık (yani artık işe yaramayan) çok marka var. Verin parayı bunlardan bir tane alın“.

    Yıllar önce bir sanayicimiz de benzer şekilde teknoloji üretimi işine çare bulmuştu: parayı bastırır, “ithal ederim“! (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=195, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=196).

    Şimdilerde artık böyle denilmiyor, teknoloji üretmenin önemi sık sık vurgulanıyor. Hattâ çeşitli girişimcilik yarışmalarında teknoloji ürettiğini belirterek ödül talep edenlerin çokluğuna bakılırsa biz bu konuda epey de ilerledik.

    Teknoloji tarihimiz

    Adını ancak orta yaş üstü kişilerin belki hatırlayabileceği bir avuç insandan birisi Nuri Demirağ’dır. Çocukluğumuzda ilk yerli uçağı yaptığını dinler, sonraları niçin arkasının gelemediğini anlamazdım. Daha sonraları, ailesinde ve/ya okulda kendisine “belletip”ezberletilenlerin-sık sık ikisini beraber kullanıyorum ki birisi farkını sorar diye- dışına çıkanların başlarına neler geldiğini öğrendikçe kök nedenleri kavrar gibi oldum.

    Gün gelir de günce tutma -ve sonrasında da bunları yayımlama- adetini edinirsek, gelişkin teknolojilerin hiç bir zaman gaza gelen birkaç kişinin el çabukluğu ile geliştirilemediğini, iğneyle kuyu kazan isimsiz insanların çabalarının bir bileşkesi olduğu ortaya çıkabilir.

    19 Ekim 1900’da Wright kardeşler Kitty Hawk’ta ilk deneylerini yaparken bir yandan da Dayton Ohio’da çıkardıkları tabloid gazeteye bir çizim ve bir alt yazı koymuşlardı: “Sam amca bizim omuzlarımızda yükselecektir” (İki kardeşin arasına resmedilmiş ve onların omuzlarına tutunarak ayaklarını yerden kesmiş bir Sam amca resmediliyordu).

    Bu iki bisiklet tamircisi (gerçek tamirci) tahta raylar üzerinde çekip hızlandırdıkları tahta ve bez karışımı uçaklarıyla tam 1000 deney yaptıktan sonra 54 saniye havada kalmayı başarıyor ve böylece binlerce sayıda havacılık teknolojilerinin temelini atıyorlardı.

    Dayton’da yaşayan bu iki kardeşin Ulusal Meteoroloji Dairesine başvurarak, en uygun rüzgarlı yerin neresi olacağını sordukları dilekçelerini ciddiye alıp araştırma yapan memurlar tam 6 ay sonra en uygun yer olarak Kitty Hawk denilen çöl parçasını öneriyorlardı. Bu ciddiyet bile -anlamak isteyenlere- işin altındaki sırları gösterebilir.

    Nuri Demirağ -ve benzer onlarcası- ise muhtemelen kıskanç, ilgisiz, akılsız ve dolayısıyla ahlâksız görevliler tarafından durdurulmaya çalışılmıştı. Bir gün tarihimiz bunları yazacaktır.

    İşte bir benzeri

    Şimdilerde teknoloji denilince otomotik olarak şu sözcüklerin çeşitli bileşimleri akla geliyor: nano, bilişim, chip, biyo-teknoloji, fiber optik vs. yani Türkçesi “daha aşağısı kurtarmıyor“.

    Halbuki daha yüzlerce-binlerce teknoloji var ki bunlar ortalıkta konuşulmuyor, bunlara sahip olmamaktan ötürü -can ve mal kayıplarına- uğruyoruz.

    Bunlardan birisi de, patlayıcı gaz ortamlarında kullanılan elektrikli donanımın testlerinin yapılıp sertifikalandırılması teknolojisidir.

    Tüm maden ocakları patlayıcı grizu gazı nedeniyle yıllardır yüzlerce can almıştır.

    Tüm rafinerilerde kullanılan elektrikli donanım yine patlayıcı gaz ortamında çalışmaktadır.

    Tüm benzin istasyonlarındaki pompalar benzer riskler altındadır ve kaç defa patlamalar olmuş, canlar kaybolmuştur.

    Türkiye’de bu denli yaygın risk içeren bir konu ile ilgili teknoloji sayısı azdır.

    Bu tür elektrikli aletleri usulüne göre test edip sertifikalandıran kuruluş sayısı bütün dünyada sayılıdır ve bu teknolojiye sahip olmayan ülkeler bunun fiyatını -yüksek know-how bedelleriyle- ödemektedirler.

    Türkiye yüz yıl kadar bu bedeli ödedikten sonra 1974 yılında bu teknolojiyi kendi mühendisleri ve o zamanın vizyon sahibi bürokratlarının işbirliği ile geliştirmiş, eşine az rastlanır esneklikle kurumlaştırmış ve yüksek katma değerli işler yapmıştır.

    • İlk sertifikasını, 1976’da “Akülü Madenci Baş Lambası” cihazına vermiş ve böylece Alevsızdırmaz (ALSz) sertifikalı cihaz imalatı Türkiye’de başlatılmıştır.
    • Bugüne kadar ALSz Test İstasyonuna 390 adet sertifika müracaatı, tesis kontrol istemi, bilgi alma başvurusu olmuş, toplam 230 adet sertifika verilmiştir.
    • 112 adet sertifika ise çeşitli teknik nedenlerle iptal edilip yürürlükten kaldırılmıştır.
    • 212 başvuru, testlerde başarısız olduğundan iptal edilmiştir.
    • Bütün bu faaliyetler, 2003 yil sonu itibari ile toplam1698 adet raporla belirlenmiştir.
    • ALSz merkezinin içinde yer aldığı Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait ise  test ve kontrol sayisi 6346’dır.

    Bütün bu bilgi ve deneyim birikim süreci gerçekte bir teknoloji üretimi sürecidir ve tam bir iğne ile kuyu kazma sürecidir. Bunu, parayla marka satın almayı ya da para bastırıp teknoloji transfer etmeyi düşünebilenlerin anlamasını beklemek yersizdir, ama teknoloji üretimi tam böyle bir süreçtir.

    Yani cingöz birilerinin durup dururken kafalarında ampul yanması meselesi değildir; Prof. Zihni Sinir benzetmesiyle teşvik edileceği ve milyonlarca gencimizin bir anda birer Einstein kesileceği sanılan süreç ise hiç değildir.

    Şimdi belki merak edilebilir: E peki şimdi bu teknolojiye ne oldu?

    Beklentiniz, Wright Kardeşler gibi başlayan bu sürecin bugün daha da geliştirilmesi için çalışıldığı, bilim-teknoloji ile ilgili kurumların üzerine titrediği, hatta bu  teknolojiye sahip olmayan çok sayıda ülkeye transfer edilip para kazanıldığı filan olabilir.

    “Bunlar adi mühendislik işleridir, biz bilim yaparız”!

    Şimdilerde bu istasyon;

    • Türkiye Taş Kömürü Kurumunun başından atmak için uğraştığı,
    • Maden İşleri Genel Müdürlüğünün “bizimle ne ilişkisi var?” diye üstlenmediği,
    • TSE’nin “bizim zaten var” sandığından dolayı bu birikime ihtiyacı olmadığını düşündüğü,
    • Diğer anlı-şanlı bilim kuruluşlarımızın ise -başından beri- “biz yüksek bilim yaparız, bunlar adi mühendislik işleridir” diye aldırmadığı,
    • Bilim-teknolojide geri kaldığımızı yazıp-çizen sektörümüzün(!) ise ilgi alanının içine -moda olmadığı için- almadığı

    bir konumda kapatılmayı beklemektedir. Test donanımlarının bulunduğu binası ise bir gıda toptancısına satılmıştır.

    Şimdi bana teknoloji üretimi deyince..

    Eskiden teknoloji üretimi konusunda ahkâm kesenleri dinler, yazılanları okur, neler yapılması gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise cevabı buldum: @?Ú!!EDP

    Nisan 1, 2006