• Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu-Nisan 2013

     

    Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu

    Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerine..”

    M.Tınaz Titiz – Nisan 11, 2013 – Ankara

     

    Saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler,

    Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerinde aslında iki soru sorup cevap adaylarımı paylaşmak istiyorum. Bu iki soru, eğitimi niçin yaptığımız ve politikanın –ya da hangi tür politikanın- eğitimi yozlaştırdığı üzerinedir.

    Ama önce, eğitim ve siyaset ilişkilerinin anlaşılmasını güçleştirerek zihinsel karmaşaya yol açan öğelerin temizlenmesi gerekir. Bunun için de birkaç başlık üzerindeki düşüncelerimi ortaya koyup, böylece o konularda zihnimi düzene soktuktan sonra sorularımı cevaplamaya çalışacağım.

    1)     “Kışlaya, okula ve camiye politika girmemelidir!

    Burada kastedildiği varsayılan politika, bu kavrama yüklenegelen iki anlamdan ikincisi olsa gerekir. Eflatun tarafından tanımlanan birinci anlam “insanları mutlu etme sanatı” iken, zaman içinde ikinci bir anlam daha kazanmıştır. Bu da “insanları mutlu edecek, ama çeşitli neden ve/ya amaçlarla, yerine getiril(e)meyecek vaatlerde bulunmak” şeklinde özetlenebilir.

    Sürekli olarak uzun ifadeler kullanmamak için birinci tür politikaya Pg (gerçek anlamında) ve ikinci türe ise Pyoz (yoz veya yanıltıcı anlamında) diyelim.

    Bu tanımlara göre, Pgerçekkışla, okul ve cami de dahil– her yere girmeli, hatta Pgerçek’in girmediği hiç bir yer olmamalıdır. Pyoz ise sadece kışla, okul ve cami değil hiç bir yere girmemeli; hatta mümkünse hiç var olmamalıdır.

    Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek birkaç sonuç olabilir:

    a)      Nedensel düşünme’nin şablonu “eğer …. ise ….dir” şeklindedir. Söz konusu genelleme bu kurala göre ifade edilmiş olsaydı, “eğer politika kavramı Pyoz şeklinde anlaşılır ise hiç bir yere, özellikle de kışla, okul ve camiye girmemeli dir” şeklinde olur ve de doğru olurdu.  Politikanın bu inceliğe dikkat edilmeden karalanması, insanları mutlu etme yolundaki güçlü bir aracı bozmuş, ayrıca da politikaya girmek isteyen nitelikli insanları caydırır olmuştur.

    Bu örnek, hemen her konudaki yargıları koşulsuz olan toplumumuzda rasyonel düşünme’nin yaygınlaşamamış olmasının örneklerinden birisidir. Toplumumuzun sorun çözme kabiliyeti açısından bunun ne denli talihsizlik olduğu açıktır.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (www.beyaznokta.org.tr) bu yoldaki bir çalışması, yaşamlarımıza yön veren –hemen hepsi yararlı- çeşitli yargı kalıplarının, hangi koşullar altında geçerli olduklarını sorgulayabilecek “doğru soru”lar üretmekte güçlük çekildiğini göstermiştir.

    Doğru düşünmenin iki temel bileşeni olan nedensel düşünme ve kritik düşünme’nin, toplu yaşamın vazgeçilmez iki öğesi olduğu bilinciyle, eldeki mevcut tüm araçlar harekete geçirilerek sorgulama, sorun çözmede etkili bir araç olarak toplumun dağarcığına girebilmeli.

    Bu temel düşünsel becerileri benimsememiş bir toplumun, önüne çıkacak sorunlar hakkında sorular sorması ve onları cevaplayabilecek yaratıcılığı göstermesini beklemek mümkün müdür?

    b)     Bir yandan da eğer, rasyonel düşünme ilkelerine uyulmuş olsa idi, topluma, politika kavramının bir de Pgerçek anlamı olduğu mesajı da iletilmiş olacak; politika bugünkü aşağılanmış (Pyoz’dan ibaret) anlamına indirgenmeyecekti.

    c)      Bir de soru ortaya çıkmaktadır: Politika yozlaşıp her yere Pyoz olarak nüfuz ederken bundan okul kurumu da nasibini aldığına göre, ne(ler) yapılmalıdır ki hem okul kendini koruyabilsin, hem de Pyoz’un yerini Pgerçek alabilsin?

    Eğer bu soru cevaplanamazsa, siyaset-eğitim ilişkileri üzerindeki görüşlerin pratik bir önemi olamaz.

    Bu soru’nun yanıtı hem kolay hem güçtür. Kolaydır, çünkü benzer sorunlarla –en azından potansiyel düzeyde- karşılaşıp onların gerçekleşmesini minimize edebilmiş toplumların sıkça uyguladıkları yöntemler bizde de uygulanabilir. Bu yöntemlerin başında, “Örnek Tavırlı” kişilerin aralarında oluşturabilecekleri ağlar (bkz. http://bit.ly/Utya2L) geliyor.

    Politikanın Pgerçek anlamını yaşama geçirmiş olanların imzalayıp topluma ilan edebilecekleri bir bildirge (bkz. http://bit.ly/Utyi2m) küçük fakat etkili bir arınma sürecini tetikleyebilir; daha doğrusu tetiklemesi için elden gelen yapılmalıdır.

    Ama aynı zamanda güçtür de. Siyaseti kolay çıkar sağlama aracı olarak benimsemiş kişilerin çokluğu bir yana, “bal tutan parmak yalar” kuralına inanmış kitleler karşısında, bu tür girişimlerin şans bulabilmesi, sıradan yollarla gerçekleşemez.

    Bu iki ters eğilimin bileşik etkisi altında, özlenen arınmanın gerçekleşmesi için kitleleri bu ideal yolunda harekete geçirebilecek bir toplum hareketine ihtiyaç vardır.

    Eğitim siyaset ilişkilerini gözden geçirirken değinilen bu başlıkların yalnız bu konuda değil, tüm sorunlarımız açısından geçerli olduğuna işaret edilmelidir.

    2)     Koşullanmama: Bir numaralı insan hakkı!

    a)      Py’nin işgal ettiği alanı boşaltıp, –orta veya uzun vadeli de olsa- Pgerçek ile doldurabilecek bir süreci başlatabilmek için, Pyoz’un etkili araçları farkedilip etkisizleştirilebilmelidir.

    b)     Bu araç, “benimsetme” olup, okul versiyonunun adı ise “öğretme”dir. Benimsetme kavramının temelinde, “mutlak doğru” inancı yatıyor.

    Bir şeyin değişmez (mutlak) doğru olduğuna inanıldığında, başkalarının da bu doğruyu –zorlayarak dahi olsa- benimsemesinin istenilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Koşullandırma, benimsetme’nin yollarından başlıcasıdır.  “Eğer … ise … dir” yaklaşımı yaygın bir kültür olabilseydi, benimsetme bu denli yaygın ve yıkıcı olmayabilirdi (bkz. http://bit.ly/10QO3MN).

    c)      Koşullandırma, insan türünün çeşitli sorunlar karşısında türünün devamını sağlama amaçlı milyon yıllık evrimi sonunda kazanmış olduğu olağanüstü öğrenebilme yeteneğini hiçe saymak, onunla mücadeleye girmek anlamına gelen yanlış bir girişimdir. Bu abes girişim yerine, genetiğimize yerleşmiş bulunan yüksek öğrenebilirlik yeteneğine güvenmek zorundayız.

    d)     Yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir ulus ve devlet inşa ederken kaçınılmaz sayılabilecek ideolojik eğitimi, günümüzde de sürdürmeyi haklı gösterebilecek bir neden olamaz.

    3)     “Düşünme” hep kutsanagelmiştir.

    a)      Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki;

    i)      Rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek,

    ii)     Kritik [1] düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek

    olup, bileşenleri ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.

     

    b)     Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan -kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir.

    c)      Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.

    4)     Bu irdelemeler yoluyla bir ölçüde netleştirildiği düşünülebilecek platform üzerinde iki soru sorulup cevaplanmasına çalışılabilir:

    Soru 1.     Eğitim; iyi de niçin?

    a)      Küçük ölçekte ticaret yapacak bir firmanın dahi misyon ve vizyonunun olması –ülkemiz istisna edilirse(!)- bir gereklilik iken, büyük kitlelerin yaşamlarını derinden etkileyen eğitim gibi bir sürecin:

    –       niçin yapılacağı (misyon),

     –       nereye varmak için yapılacağı (vizyon) ve

    –       hangi ilkelere sadık kalınarak yapılacağı (değerler)

    noktalarındaki ilkelerin ortaya konulması –ve sürekli sorgulanarak pekiştirilmesi- kaçınılamaz bir zorunluk değil midir?

    b)     Gerek misyon, gerekse vizyon –Türkçeye çevrilmeyişlerinden de görüleceği üzere- önemli diğer kavramlar gibi tanımsızdır (bkz. http://bit.ly/TKJwXJ).

    c)      Bir hatırlatma olması için:

    –       Misyon: En temelde ne yapılmak istendiği (örn. Bedensel engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak..)

    –       Vizyon: Misyon şeklinde tanımlanan derindeki amacı gerçekleştirmek üzere girişilebilecek çeşitli eylemlerin her birisinin varmak istediği hedef  (örnek; bu misyona yönelik 4 ayrı eylem örneği ve bu eylemlerin  vizyonları):

    Eylem 1.      Bedensel Engelliler (BE) Vakfı kurmak.

    Vizyon: Tüm engellileri üye yapıp, kapsayıcı bir dayanışma ağı oluşturmak.

    Eylem 2.      Uluslararası BE olimpiyatına katılmak üzere bir organizasyon yapmak.

    Vizyon: En az 3 altın madalya kazanmak.

    Eylem 3.      BE’in parlamentoda temsili ve haklarını savunmak.

    Vizyon: 5 yıl içinde, her seçimde 2 BE’nin yerel ve merkezi meclise girmesi.

    Eylem 4.      BE için araç-gereç üretimi yapacak bir ticari firma kurmak.

     Vizyon: Her BE’nin firma ortağı olmasını ve ortaklık payını, yapacağı inovasyonların bedeliyle ödemesini sağlamak.

    Görüldüğü gibi misyon tek, o misyona hizmet edebilecek eylemlerin vizyonları ise çok sayıda olabilir.

    – Değer(ler): Vizyon(lar)’a erişme yolunda daima sadık kalınacak değer yargıları (örn.  “daima ortak akla güvenmek”, “tüm organların birbirleri yerine kullanılabilirliği”, “engelden yakınma, acındırma yok”.

     d)     Bu tanımların ışığı altında, “eğitim için misyon, vizyon ve değerler neler olmalıdır?” konusundaki önerilerim (kuşkusuz başka öneriler de olabilir):

    –       Misyon: Kişinin –her bakımdan- ayakları üzerinde durabilmesi.

    –       Vizyon

     Eylem 1.      Bedensel, zihinsel, ruhsal ve ahlaki açılardan sınırlarını, tam olarak öğrenip, o sınırların özendirebileceği yönlerden birisi doğrultusunda ilerleyerek “kendini gerçekleştirmek”.

    Vizyon 1: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)

    Eylem 2.      İçinde bulunduğu toplum ve insanlık ailesine net katkı sağlamak.

    Vizyon 2: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)

    –       Değerler: (Kişi bu süreçte kendi değerlerini kendisi oluşturabilmelidir. Bu onun en doğal özgürlük alanı sayılmalı, müdahale edilmemeli, değer benimsetilmeye, öğretilmeye, empoze edilmeye çalışılmamalıdır. Bu ilke aynı zamanda, merak ve yaratıcılığına herhangi bir yolla –sorgulanamazlık, koşullandırma gibi- müdahalede bulunulmamasını da kapsamaktadır).

    e)      Bu çerçeveye oturacak bir eğitim sisteminin desteklenmesi, yaygınlaştırılması, çeşitli müdahalelere karşı korunması Pg anlamında politikanın vazgeçilmez ödevlerinden birisi olmalıdır.

    Soru 2.     Pg anlamındaki politika bu misyon ve vizyonun neresine oturuyor; Py niçin / nasıl kirlenme yaratıyor?

    a)      Politikanın kirlenmesi tek nedenle açıklanabilecek bir sorun değildir. Siyaset sisteminin kirlenmesine yol açan ve birbirini besleyerek yerleşen kirlenme olgusu Alternatif Siyaset Anlayışı adlı yayında irdelenmiştir (bkz. http://bit.ly/10XWp5p). Burada ise, kirlenme olgusunun eğitim sistemiyle etkileşimi üzerinde durulacak ve bir dizi neden arasında en önemli görülen birisi ele alınacaktır. Bu, tüm canlıların ve özelde de insan türünün olağanüstü öğrenme yeteneğinin gözardı edilmesi gerçeğidir.

    b)     Kimi sistemler “kendi kendini taşıyabilme” özelliğine sahiptir. Bu özelliği –iyi niyetlerle- güçlendirmek amacıyla yapılan müdahaleler çoğunlukla bu yeteneğin bozulmasına yol açıyor. İşte birkaç örnek:

    i)      Yumurtadan çıkmaya çalışan civcive “yardım”,

    ii)     Kendini taşıyacak şekilde tasarlanan uzay kafes kirişe destek koyarak “yardım”,

    iii)   “Zarar verme” (bkz. http://bit.ly/153ed3E) ahlak ilkesini, “zarar verme ve yarar sağla” şeklinde yorumlayarak yapılan “yardım”.

    Her üç örnekte de “yardım” edilen nesneler ya ölür ya yıkılır ya da zarar görürler. Bu nedenle, yapılacak yardımların, genetik miraslardaki öğrenilmişlikleri bozabileceklerine dikkat edilmelidir.

    c)      Canlılar’ın, milyon yılda geliştirdikleri “yaşadıklarından öğrenebilme” yetileri de kendi kendini taşıyabilme özelliğine sahiptir ve bilinçsiz yardımlar halinde zarar görür.

    Örneğin yüzme böyledir. Tüm canlılar gibi insan da milyon yıllık geçmişi boyunca  yüzmeyi öğrenip DNA’sında saklar; ama daha sonraları, öğrenilmiş çaresizlik yoluyla –ki o da bir öğrenmedir- bu yeteneğini geçici olarak kaybeder ve tekrar yüzme öğrenmeye çalışır.

    d)     Eğitim adını verdiğimiz benimsetme / öğretme süreci, bu milyon yıllık deneyime dayalı ve halen de süren muhteşem öğrenme süreciyle bir çeşit “mücadele”dir. Söz konusu “mücadele”, aile-okul-toplum üçlüsünün  kolektif çabalarıyla yapılıyor (bkz. http://bit.ly/VMHkAg).

    e)      Py türü politikanın ihtiyaç duyduğu insan malzemesi, mutlak doğru olarak kabul ettiği kendi ideolojisini benimsetme yoluyla yaymaya eğilimli olmak zorundadır. Çünkü kendi varlığının güvencesi, kendine benzer insanlarla çevrili olmaktır.

    Eğitim sistemimizin başlangıçtan beri ana renginin “ideolojik benimsetme” olmasının nedeni, Py türü politikanın amaçları için okul sisteminin en uygun ortam olmasıdır.

    Kuşkusuz, okul sisteminin yetiştirdiği tüm insanlar ideolojik benimsetici eğilimli değildir; ama, sistemi sorgulama yoluyla değiştirebilecek nedensel ve kritik düşünme yetileri de kritik kütleyi oluşturabilecek düzeyde değildir.

    f)      Buna karşı ne yapılabilir; hatta daha doğru olarak  yapılabilir mi ve de yapılmalı mı?

    Biyolojik yaşam gibi sosyal yaşam da –biz beğenelim ya da beğenmeyelim- kendine bir yol buluyor. Biz hem o kadar beklemek, hem de önümüze gelecek o çözümleri kabul etmek istemeyebiliriz. Bu durumda ayrıntılı bir planın işe yaramayacağı bellidir. Çünkü kimse bu denli karmaşık bir süreci, her adımını kontrol edip yönetemez.

    Bu gerçeğin idraki bir başlangıç noktası olabilir. Bir bulamaç’a benzetilebilecek kaotik yapılı sistemin içine atılarak, onu tedricen dönüştürebilecek bir nano-tool düşünülebilir. Bu dönüştürücü, insanlık tarihinde en güçlü etkiyi yapabilmiş olan “kuşku” kavramı olabilir.

    Bildiklerimizin, inandıklarımızın, hatta elimizle dokunup gözümüzle gördüklerimizin dahi, ancak koşullu –ve kuşkulu- doğrular olabileceğinin idrakini üretebilecek bir dönüştürücü.

    İşe yarar mı? Bilmiyorum, kuşkuluyum!

    Teşekkür ederim.

    Nisan 11, 2013

     


    [1] Critical º krisis (Gr.) º iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek.

  • Depocu – 22

    Akıl karışıklığının –nedenleri farklı olsa da- yaygın olduğu bugünlerde, çok somut ve de hemen her duruma uygulanabilir bir konuyu ele alıp, biraz olsun zihinsel duruluğun sükunetini deneyimlemek istiyorum.

    Yazının başlığı, “catch-22” (https://www.wikiwand.com/tr/Catch-22_(roman)) olarak bilinen ünlü söylemi hatırlatmak amacını taşıyor. Bir sorun’un çözümünün, sorun’un varlığına bağlı olduğu durumlar için kullanılan bir deyim. Zihinsel duruluk sağlamak bir yana, mevcut olanı da –varsa- tamamen yoketmeye yol açabilecek bir zihin törpüsü de denebilir.

    Neyse bunları bir yana bırakalım. Üzerinde durmak istediğim, herhangi bir sanayi kolunda üretim yapanların en büyük sorunu olan depoculuk ile ilgili. Hele, rekabetin bu denli sert olduğu günümüzde, tüm depo yöneticilerinin bir nolu sorunu bu.

    Ne üretilirse üretilsin, ya üreten ya da ona yan sanayi olarak iş yapanların mutlaka depoları vardır ve bunlar, üretim girdilerinin ihtiyaç olduğu anda elleri altında bulumasını sağlar. Tüm depoların amacı budur. Ama burada, birbirine zıt iki istek aynı anda yerine gelmek zorundadır: Bir girdiye ihtiyaç olduğunda stokta bulunsun ve fakat stokların maliyeti de minimum olsun.

    Her girdiyi tıka basa stoklasan stok maliyeti katlanılamaz olur; hiç stok bulundurmasan bu defa da üretim duracağı için yine katlanılamaz maliyetler doğar.

    Bu tür açmazlar, yaşamımızın her karesini doldurur: Asgari ücretle çalışanın eşi bir yandan ailesini iyi beslemek zorunda iken, bir yandan da bu parayı yetirmek zorundadır. Yargıç vereceği çezanın azami caydırıcılık sağlamasını isterken bir yandan da bizzat ceza alacak kişinin haklarını korumak zorundadır. Taksi şoförü yolcusunu olabildiğince çabuk götürüp yeni yolcu almak için tekrar sıraya girmek zorunda iken, bir yandan da yolcusunun konforunu gözetmek için yavaş gitmelidir. Ve daha yüzlerce örneğin hepsinde benzer ikilemler.

    Bu tür durumlar için “optimizasyon” (eniyileme) adı verilen yöntem kullanılıp, birbirine ters etki yapan öğeler arasında “olabilecek en iyi” çözüm bulunmaya çalışılır. Fakat bunun için bir anahtar kavrama ihtiyaç var: Çözümün anahtarı “kötü duruma rıza gösterebilme oranı” denilebilecek bir kavramdır.

    Depocunun sorunu bağlamında bu kavram “stok tükenmesine razı olma oranı”dır. Böyle bir oran belirlendiğinde, ortadaki sorun, optimizasyon teknikleri yoluyla çözülebilir; benzer durumdaki tüm sorunlar da bu yolla çözülebilir.

    Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Kötü duruma rıza gösterebilme oranı (kısaca Rıza Oranı ya da daha kısa RO diyelim) %0’dan büyük ve %100’den küçük olmalıdır. %100’lük bir RO, “stok biterse bitsin farketmez” demektir ki bu, ya o girdi olmasa da olur ya da yerine kullanlabilecek başka bir girdi var demektir. Bu makul olmadığına göre %100’den küçük bir oran belirtilmelidir.

    Ayrıca belirtmeye gerek olmayan bir özellik, RO’nun %100’den uzaklaştıkça o girdinin kritik girdi olma olasılığının arttığıdır.

    RO’nun bir de öbür ucu var. Örneğin bir nükleer santralda, yakıt çubuklarının erimesine yol açılmaması için en kritik girdi soğutma suyu olduğuna göre, suyun kesilmesine rıza gösterme oranı “neredeyse sıfır”dır.

    Su kesintisine karşı önlem olarak santrallar genellikle büyük su kaynakları yanına inşa edilirler, ama bu defa da suyun çubuklara erişimini sağlayacak borular, vanalar, pompalar, elektrik motorları vb onlarca kritik elemanın “bulunmayışlarına ne kadar rıza gösterilebileceği” sorusu gündeme gelir ki, bunlar için de RO “neredeyse sıfır”dır.

    Bu “neredeyse sıfır” düzeyindeki güveni sağlamak ayrı bir mühendislik dalının (güvenilirlik mühendisliği) konusu olup, daha çok yedek, daha özenli üretim, daha çabuk onarma teknikleri, daha iyi insan kaynağı gibi önlemler demektir.

    Şimdi dilimin altındaki ilk baklayı çıkarayım: Bir yönetici gelse ve “ben sıfır RO istiyorum” (yani asla soğutma suyu kesilmeyecek) dese ne olacaktır?

    Bu durumda iki çare vardır: (1) Sistemdeki her şeyin onlarca –ve birbirinden bağımsız- yedeği olacak, onların da yedekleri ilh yedekleri olacaktır. (2) Birisi çıkıp bu ceberrut veya ahmak insana “böyle istek olmaz; gerçekleştirilebilir ve sıfırdan büyük bir RO belirtmelisin” der.

    Birinci çözümün niçin olamayacağı bellidir. Çünkü belli bir noktadan sonra –ki o noktayı zaten güvenilirlik mühendisliği söyler- artan yedekleme, başa çıkılamayacak bir karmaşıklık yaratır ve bu defa da yedeksizlik nedeniyle değil ama karmaşıklığı yönetememek nedeniyle daha beter sorunlar doğabilir.

    İkinci olasılıkta ise yönetici yine de israr etse ve mesela “kardeşim sen china syndrome [1] diye bir şey duymadın mı; insanların ölümü senin umurunda değil mi?” diye püskürse, yedeklemenin yedeklemesinin yedeklemesi nerede durdurulacaktır?

    Görülüyor ki her iki durumda da, doğabilecek çekirdek erimesi olgusuna rıza göstermek gereken bir yer vardır, olmak zorundadır. “Neredeyse sıfır” bunu anlatmaktadır ve ne olursa olsun sıfır olamayacağına işaret etmektedir. O noktanın neresi olduğu, buna etki yapabilecek ve de sonuçtan etkilenebilecek durumdaki kişilerin sayılarına, akıl-fikir düzeylerine, fikirlerinin alınıp alınmadığına, bilimi yaşamlarına ne denli rehber kılabildiklerine vb faktörlere bağlıdır.

    Sonuçta akıl galip gelirse, belirli bir RO üzerinde karar kılınır ve ancak ondan sonrası Tanrı’ya bırakılır. Bu, karar kılınan RO’ya karşılık gelen bir olasılıkla “meşum olasılığın gerçekleşmesi ve belli sayıda insanın zarar görmesine rıza gösterilmesi” demektir.

    Akıl yerine akılsızlık –ve ahlaksızlıkla birleşik  çeşitli türevleri- galebe çalarsa, çekirdek belki erimeyecek, ama meşum olasılığa karşılık gelenden daha çok insan, bu defa söz konusu türevlerin dolaylı sonuçları nedeniyle daha derin düzeyde zararlar görecektir.

    Sonuç olarak bilinmesi gereken şudur: Her kaza-beladan korunmanın bir maliyeti (RO) vardır ve o maliyet kesinlikle sıfır değildir. Stok tükenmesine hiç uğramamak, trafik kazalarında hiç insan kaybetmemek, topraklarını sıfır kayıpla koruyabilmek, sıkıntı çekmeden refaha erişebilmek, yargıçların kendilerine sağlanan ayrıcalıkları hiç kötüye kullanmamaları ve daha yüzlerce bedava yemek, herkesin arzu edeceği nimetlerdir.

    Ama,  o amaçların doğal maliyetleri sayılması gereken kayıplara rıza gösterilmezse, o nimetlere erişilemez. Bunlara ancak, o süreçleri bu bilinçle yönetebilen toplumlar sahip olabilirler.

    Pazar, Nisan 7, 2013 (Rev. Ekim 7, 2021)



    [1]   Bir nükleer reaktörün çubuklarının erimesiyle başlayan zincirleme olaylar sonunda, reaktör koruyucu yapısının da eriyip toprağı eriterek Çin’e kadar dünyayı deleceği varsayımı.

  • Okullarda hırsızlık mı öğretiliyor?

    Toplumumuzda en yaygın eğrilik türü nedir? Hiç kuşku edilmesin hırsızlıktır. Hırsızlık, “kendine ait olmayan bir şeyin, sahibinin rızası olmadan alınması” biçiminde tanımlanabilir. Bu olguya ikinci bir boyut eklenir ve bu tanımda kullanılan “alma” eyleminin nasıl olduğunu tanımlarsa,  hırsızlık türleri epey zenginleşmiş olur. Örneğin alma eylemi, gerçekleşmeyecek bir vaat yoluyla yerine getirilebilir (genç kızların evlenme vaadiyle kandırılması), zor kullanarak yapılabilir (gasp), dikkatsizlikten (yankesicilik) veya akılsızlıktan yararlanarak (Titan) gerçekleştirilebilir.

    Bu liste uzatılarak, laf uzatmanın, sorulan bir soruya başka bir yanıt vermenin, trafikte önündekinin yolunu kesmenin, üst katta gürültü yaparak istirahat özgürlüğünü almanın, sınıfta gürültü yaparak başkalarının öğrenme özgürlüklerini almanın, hepsinin aynı tanıma girdiği görülebilir.

    Hırsızlık olgusuna eklenebilecek üçüncü boyut ise, verdiği zararın kalıcılığıdır. Nasılsınız? gibi sıradan bir soruya verilebilecek uzun bir yanıt kuşkusuz ki bu tanım uyarınca zaman hırsızlığıdır. Ama bu hırsızlığın verdiği zarar ile, evi soyulan bir kişinin uğradığı zarar da aynı değildir. Böyle bir sınıflama, hırsızlığı bilimsel olarak daha doğru bir yerlere oturtmaktadır.

    Bu üç boyut açısından değerlendirildiğinde, acaba tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en büyük olan hırsızlık türü hangisidir?

    Okullarda yaygın biçimde var olan “kopya çekmek”, hırsızlık türleri içinde tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en fazla olanıdır. Kendine ait olmayan bir bilginin, sahibinin rızasıyla ya da rızası olmadan, kendi hakkı olmayan bir notun “alınması” amacıyla kullanılması, hırsızlığın tanımına tam olarak -hem de katmerli olarak- uymaktadır.

    Ama esas felaket burada değildir. Öğretmenlerin çok büyük çoğunluğunun kopya çekmeye karşı uyguladıkları önlem(!), bu tür hırsızlığın okul dışına çıkmasına ve ömür boyu sürecek bir kalıcı davranışın yerleştirilmesine yol açmaktadır. Okulun bir amacının da kalıcı davranışlar edindirmek olduğu hatırlanırsa, bu başarının(!) eğri bir davranışı kazandırmak yerine doğru bir davranış kazandırmakta niçin gösterilemediğinin acı acı düşünülmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.

    Kopyaya engel olmak için öğretmenlerin %99’unun kullandığı yöntem, sınavlarda “gözetim yapılması” dır.

    Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!” demek yerine;

    Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli  çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz. Çünkü sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!” mesajını çocukların gözlerinin içine baka baka veririz.

    Tüm sınavlarda  ve %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenlerimize, okul idarelerine, velilere ve nihayet öğrencilere çağrım, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeleri, ama iyice düşünmeleri ve bu yanlıştan dönmeleridir.

    5 Kasım 2001

    19Aralık 2012 itibariyle ekleme: “E peki ne yapabiliriz?” diye soran olursa Gözetimsiz Sınav  (Onur Sistemi) yazısına göz atmaları önerilir (https://tinaztitiz.com/3646/gozetimli-sinav/).

  • Üniformalar demokrasi ile bağdaşır mı?

    Önce bir soru: Tek-tip giyim kuşam nedir?

    Soru’nun iki ucundan birisi, giyimi oluşturan tüm parçaların (rozet dahil) tam olarak aynı olması, diğer ucu ise bu parçalardan en küçüğünün –gözlük, yüzük, rozet, kravat iğnesi gibi- aynı olmasıdır.

    Böyle bir tanım olmasa da, galiba tek-tip’i belirleyen şey, -kullananlar ya da algılayanlarca-  “yüklenen simgesel anlam” ile ilgilidir. Örneğin, gizli bir örgüt, üyelerinin birbirlerini tanımaları için ilk bakışta göze çarpacak irilik ve/ya çarpıcılıkta bir şeyi değil, diğer öğeler arasında gözden kaçabilecek bir öğeyi simge olarak seçer. Hatta, bunun bir nesne olması yerine, beden diliyle ifade edilen özgün bir işaret daha da güvenlidir. Sol elinin işaret ve orta parmağını çaprazlayıp kalbinin üstünü kaşır gibi yaparken diğerinin gözüne bakmak gibi bir tanıma/tanınma simgesi –eğer çok küçük bir olasılık denk gelmezse- yüklenen simgesel anlam açısından tek-tip sayılabilir.

    Gizli olmayan gevşek örgütlenmeler için “Atatürk rozeti”, -belirli biçimde bağlanıp adlandırılan- “türban”, “gümüş yüzük”, “kafa tokuşturarak selamlaşma”, “metalci selamı” ve daha onlarca simgesel anlam yüklenmiş tanıma/tanınma işareti, tek-tip tanımına uyuyor.

    Bu örneklerin tam aksine, -kızlı erkekli- gençlerin büyük çoğunluğunun giydiği ve üniforma teriminin tanımına tam uyan blucin pantalonlar, bütün göze çarpıcılığına karşın yüklenen simgesel bir anlam –henüz- taşımadığı için tek-tip sayılamaz.

    Tek-tip niçin kullanılır?

    Başlıca iki neden grubu  akla geliyor. Birisi “zorunluk”, diğeri ise “grup aidiyetinin ilanı”. Zorunluk kategorisine tüm iş kıyafetleri giriyor. Arıcıların kıyafetleri tek-tip, ama tamamen arılara karşı korunma amacı taşıyor. Robocop polis kıyafeti de kızgın vatandaşların saldırılarına karşı tasarımlanmış. Benzer durumdaki mesleki giyim kuşamların amacı aynı.

    Bir gruba ait olduğunu ilan ederek:

    –       “Biz ….yiz, bilinmek ve desteklenmek istiyoruz”

    –       “Benim dünya görüşüm şudur, biline

    –       “Grubum önemlidir, ben de önemliyim

    –       “Beni tek başıma görüp de yanılmayın, arkamda bizimkiler var

    –       “Benim dünya görüşümü kabul etmeyen …..dır

    gibi mesajlardan birini yayanlardan özellikle de sonuncusu, en sık rastlananlardan.

    Tek-tip ve demokrasi..

    Polis, belediye zabıtası, asker, avukat, hakim, hemşire, hakem, imam, akademik kisve sahipleri, orkestra elemanları, belirli işleri yapanların giymeleri “gerekli” veya “yararlı” giyim-kuşam, “özgürlükler” –dolayısıyla da demokrasi- ile bağdaşır mı bağdaşmaz mı?

    Bu, bir nefeste yanıtlanması güç soruya bir başka aracı soru yardımıyla cevap verilebilir.

    Bu sayılanların giyinip kuşandıkları tek-tip’ler niçin gerekli veya zorunludur?

    Olası nedenler olarak şunlar akla gelebilir:

    –       Özgür olamayacaklarını, demokrasiye layık sayılmadıklarını ilan etmek için,

    –       Bugün ne giysem endişesini yok etmek için,

    –       Tek-tip giydirilen insanlara “siz hepiniz aynısınız, kendinizi bir halt sanmayın” aşağılayıcı mesajını her daim kafalarına kakmak için,

    –       Kurumsal örgünün, emir-komuta sistemine bağlı olduğu yerlerde kimin emir verip kimin alacağını açık ve kolayca belirtebilmek için,

    –       Bir çeşit görev tanımı olarak algılanmasını ve ayrıca görev ve yetkilerinin sorgulanmasını önlemek için,

    –       Bir kuruma ait olanlarla olmayanların kolayca ayrılabilmesini sağlamak için,

    –       Yaşlarının ve görevlerinin gereği olarak çok hareket etmek ve kirlenilmek gibi koşullarda giysilerini korumak için.

    Sonuç..

    (1)  Tek-tip, tüm giysi ve aksesuarlardan oluşmaz; belirli anlam yüklenen giysi ve aksesuarlar da tek-tip etkisi yapar.

    (2)  Serbest kıyafet kolayca bir sorun üreteci haline getirilebilir. Mayo (veya benzeri) ya da çarşaf (veya benzeri) birer örnektir.

    (3)  Okul formaları birkaç yaratıcı önlemle tek düzelik görüntüsü dışına çıkarılabilir.

    (4)  Bundan 15 yıl kadar önce, İzmir’de bir okulda yapılan ortak akıl çalışmasına[1] yöneltilen sorulardan birisi de “nasıl bir okul kıyafeti?” idi. 3 saatlik çalışma sonunda –çoğunluğu öğrencilerden oluşan- gurup şu ifadelerde  uzlaşmıştı:

    Görüntü

    1. Kılık, kıyafet, takı, makyaj ve/ya tavır ve davranış yoluyla cinsellik ön plana çıkarılmamalıdır. Bunun değerlendirmesini olabildiğince yansız olarak yapmak, çocuk ve gençlerin bulunduğu bir ortamda nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğini değerlendirmek, bunu bir kanıtlama zorunluğuna dönüştürmemek herkesin vazgeçilmez ödevidir.
    2. Kılık, kıyafet, saç, vb. açıdan bir diğer ilke, bakımlı olması ve okulun dışarıdaki imajını olumsuz etkilememesidir.
    3. Erkek öğrenciler için gri pantalon, beyaz veya çizgili mavi gömlek, kravat, lacivert kazak, okul armalı beyaz veya lacivert polo yaka penye, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert sweat-shirt, okul armalı lacivert ceket veya kazak ve okul armalı monttan oluşan seçenekler içinden istediği bir bileşimi seçer. Bahar ve yaz döneminde kravat takılmayabilir.
    4. Kız öğrenciler için ; lacivert -kırmızı ekose etek, beyaz veya çizgili mavi gömlek, gömlek içine beyaz, lacivert, kırmızı veya mavi balıkçı kazak, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert polo yakalı penye, okul armalı mont, okul armalı lacivert, kırmızı veya beyaz  sweat-shirt veya kazak, dize kadar lacivert, gri, kırmızı veya beyaz veya ten rengi külotlu çorap; bahar ve yaz aylarında diz altında çorap, içinden istediği bir bileşimi seçebilir.
    5. Kız ve erkek öğrenciler takı takamazlar.
    6. Öğrenciler makyaj yapmaz, tırnakları kısa, boyasız ve bakımlı olur.
    7. Hizmetli personel, okul idaresinin belirlediği iş önlüğü veya elbiselerini giyerler.

    (5)  Kırmızı pelerine aslında boğalar değil inekler kızar. Boğalar, inek yerine konuldukları için kırmızıya saldırırlar.

    2 Aralık 2012



    [1] Çalışmaya katılan 40 kişi şunlardı: çeşitli sınıflardan (ilk okul dahil) öğrenciler, birkaç öğretmen, idareci, güvenlik görevlisi, aşçı, memur, veli, güvenlik görevlisi, temizlikçi, gazeteci (dışardan davet).

  • Pasteur’ün son sözleri..

    Louis Pasteur ve Claude Bernard arasında, hastalıkların nedeni hakkındaki anlaşmazlığın, Pasteur’ün ölüm döşeğindeki son sözlerine yansıdığını iddia eden yazarlar, şöyle bir sözle yaşamının bittiğini söylerler: “Bernard haklı; mikroplar hiç bir şey, ortam ise her şeydir”[1].

    Yaşamı boyunca hastalıklara  ne(ler)in yol açtığını araştıran bu bilge kişi, son nefesinde –ömrü boyunca savunduğu- “hastalıkların nedeni mikroplardır” görüşünü niçin değiştirmiş olabilir?

    Pasteur’ün bunları son nefesinde söyleyip söylemediği tam bilinmiyor; en azından biyografisinde[2] tam bu sözlerin olmadığı, ama yaşamı boyunca benzer bir görüşü ısrarla savunduğu ve sonradan değiştirdiği belirtiliyor. Bunun nedeni ne olabilir?

    Büyük ihtimalle bu değişim ölümünden önce bir kuşkuyla başlamıştır. “Acaba mikropların dışında bir etmen olabilir mi?” kuşkusu, son zamanlarında iyice netleşmiş ve giderek dünyevi baskılardan kurtulup ölüme yaklaştıkça gerçek, tüm yalınlığı ile görünmüş olmalıdır.

    İnsanın yargılarından tam kurtulması –ki ölüm anından daha uygun bir zaman olmaz- şeklinde tanımlanabilecek bir “saf akıl derinliği” ile Pasteur, mikropların olsa olsa birer aracı olabileceğini anlamıştır.

    Mikropların –ki daima var olduklarına göre- durup durup da belirli bir durumda hastalık yaratmalarının nedeni, “ortam” denilen “bir dizi uygun koşul”dur. İster kendi kendine oluşmuş, ister dış müdahalelerle oluşturulmuş olsunlar, hazır bekleyen –ama uygun ortam bulamamış- mikroplara operasyon emrini işte bu “uygun koşullar” vermektedir.

    Bu olgu sadece hekimlere hastalıkların oluşumu ile bir bakış açısı getirmez, aynı zamanda toplum yaşamında da önemli bir rol oynar.

    Bu gerçeği bilenler, amaçlarını –her ne ise- gerçekleştirebilmek için  her şeyi tek tek yapmak zorunda olmadıklarının, uygun koşulları hazırlayabildikleri takdirde arzu ettikleri sonuçları üretebilecek çok sayıda etkenin harekete geçeceğinin farkındadırlar.

    Bir toplum içinde bulunabilen ve görüşlerinin doğruluğunu sorgulamayan –her görüşteki- fanatik kesimler, bu gibi  “hazırlanmış ortamlar”dırlar; ve bir işaret fişeği gibi yorumlayabilecekleri durumlarda harekete geçip, işaret fişeğini atanların tahayyül dahi edemeyecekleri tutum ve davranışlar sergileyebilirler. Yakın tarihimizdeki Kubilay olayı, 6-7 Eylül olayları, Madımak katliamı ve benzerleri sadece birkaç örnektir.

    Sorgulamayan insanların çoğunlukta oldukları toplumlar hiçbir zaman güvende olamazlar. Bu insanların bir tehdit oluşturmaları için tümünün birden aynı doğrulara sahip olması da gerekmez. İçlerindeki her sorgulamasız görüş grubu potansiyel birer patlayıcı gibidir.

    Böylesi bir sorgulamasızlık kültürüne sahip bir toplum, hangi anayasayı yaparsa yapsın, hangi önlemleri alırsa alsın, sorgulamasız kesimler nedeniyle tehdit altındadır.

    Sorgulanamazlığın en bağdaşmadığı rejim ise demokrasidir.

    Stephan Hawking, kendisiyle röportaj yapan muhabirin “sizce mutluluk nedir?” sorusuna hiç düşünmeden şu cevabı veriyordu: “Mutluluk anlamaktır”.

    Bu olguyu anlamak için daha çok çaba harcanmasını beklemek fazla iyimserlik midir?

    1 Aralık 2012



    [2] R.Vallery Radot, The Life of Pasteur

  • Cumhuriyet nedir?

    İnternet yoluyla bana erişen ve cumhuriyeti şiirsel bir dille anlatan satırları okurlarımla paylaşmak ve sonuna da bu şiirsel anlatımın aksi bir soğukluktaki kendi tanımımı ekleyerek, yazının ortalama sıcaklığını biraz olsun azaltmak istedim:

    <<Bazılarımız bizdeki Cumhuriyeti pek anlayamadılar. Ya da doğru dürüst bir şekilde anlatamadılar. Veya birileri anlamak istemediler, istemiyorlar. Bir de ben anlatayım Cumhuriyeti kısaca ve şöyle dilimin döndüğünce…

    • Cumhuriyet, köşeye kıstırıldığı sanılan bir ulusun, bir at gibi kükreyişi ve şahlanışıdır.
    • Cumhuriyet, mağdur edilen ve yok sayılarak üstüne gidilen bir ulusun dünyaya göklerden bakışı ve haykırışıdır.
    • Cumhuriyet, özgürlük meşalesini sürekli yakan ateştir.
    • Cumhuriyet, karanlığı kovan güneştir.
    • Cumhuriyet, ülkemiz, vatanımız ve bayrağımızla özdeştir.
    • Cumhuriyet, dünyada (adeta) cennete eştir.
    • Cumhuriyet, dirençtir,
    • Cumhuriyet, gönençtir.
    • Cumhuriyet, erinçtir.
    • Cumhuriyet, zincirleri, prangaları kırıştır.
    • Cumhuriyet, düşmanların karşısında ak alınla, dimdik duruştur.
    • Cumhuriyet, tüm çıkarcı ve karanlık kafalara vuruştur.
    • Cumhuriyet, “Yurtta sulh, dünyada barıştır”.
    • Cumhuriyet, insanlığın gelişiminde yarıştır.
    • Cumhuriyet, hak, hukuk, adalet başta; en kutsal değerlere varıştır.
    • Cumhuriyet, insanlık yolunda olağanüstü bir niyettir,
    • Cumhuriyet, doğaya ve tüm canlılara hürriyettir.
    • Cumhuriyet, çok güzel bir lisandır.
    • Cumhuriyet, Türkler için büyük bir tarihtir, destandır.
    • Cumhuriyet, velhasıl çok iyi ve hayırlı iştir.
    • Cumhuriyet, insanlık âleminde tam bir yükseliştir.
    • Cumhuriyet, özgürlük sevdalısı Türk’e yaraşır = Türk’tür.
    • Cumhuriyet, ATATÜRK’tür.>>

    Egemenlik açısından, üç önemli soru vardır:

    (1)  Egemenlik nedir?

    (2)  Egemenlik kime (kral, padişah, şah, sultan, imparator vbg bir kişiye, bir aileye, bir sınıfa, halk=cumhur’a vd) aittir?

    (3)  Egemenliği, ait olan adına kim (kişi, sınıf, aile, aracısız doğrudan halk, temsilcileriyle halk (parlamento, başkanvb) kullanır?

    Birinci soru’nun yanıtı basittir: Egemenlik, kişilerin yaşam tercihleri’ni kimin yapacağıdır. Yaşam tercihleri, hangi topraklarda ve hangi bayrak altında yaşayacağı, nasıl giyineceği, ne yiyip içeceği, ne öğreneceği, hangi dine inanacağı, inanıp inanmayacağı vb konulardaki kararlardır.

    Cumhuriyet, ikinci sorunun cevabıdır ve egemenliğin cumhur’a (halk) ait olduğunu; demokrasi ise üçüncü sorunun cevabı olup, egemenliği kullananın halk olduğunu ifade eder.

    Bu tanımlar ışığında, egemen bir halk’ın (yani cumhuriyet), egemenliği yine kendisinin (yani demokrasi) kullandığında, kendisiyle ilgili tercihlere kendisi karar verir; sanılsa da öyle değildir 🙂

    1 Kasım 2012

  • Ombudsman kadın olsun..

    https://tinaztitiz.com/3424/halk-avukati-ombudsman/ adresindeki yazı Mayıs 1993 tarihinde katıldığım Dünya Ombudsmanlar Konferansı sonrası kaleme alınmış ve edinilen kanaatler bağlamındaki öneriler TBMM başkanlığı da dahil tüm siyasi parti liderlerine bir mektup eşliğinde duyurulmuştu.

    Bu yazıdan 1 ay sonra da https://tinaztitiz.com/3443/kamu-alimlari-ombudsmani/ adresinde ikinci bir yazı ile, bu defa daha dar –ama kesinlikle çok daha problemli- bir alanda ombudsmanlık oluşturulması önerilmişti. Girişimcilerin tartışmasız 1 numaralı sorunu olan “torpil”, “siyasi himaye (veya aksi)”  gibi alanlardaki şikayetlerin ulaştırılabileceği bir halk avukatlığı sistemi o gün için de bugün için de önemli bir gereksinimdir.

    Bugün, TBMM ombudsmanlığın hayata geçirilmesiyle ilgili prosedürü işletiyor. Başvuran adaylar arasından TBMM üç tur oylama yapıp “baş denetçi”yi (ombudsman) seçecek.

    Şu ana kadar yaklaşık 700 aday başvurmuş durumda ve bu adayların sadece on’u kadın.

    Kim olursa olsun ama..

    TBMM’de temsil edilen siyasi partiler arasında nasıl bir uzlaşı olur bilinmez ama kanımca, seçilecek adaylarda aranması gereken birkaç özellik olmalı. Şöyle ki:

    • Kadın ombudsman: Bir pozitif ayrımcılık uygulanarak kadın adaylar arasından seçilmesi, kadının toplum yaşamı içindeki yerinin pekiştirilmesi açısından doğru olur.
    • Yabancı dil: Bir yabancı dili yeter düzeyde anlayan, yazan ve konuşan bir kişi olmalı,
    • Dışımızdaki dünya ile ilişkileri bulunmalı,

    Kuşkusuz daha başka koşulların da bulunması gerekebilir, ama zaten 10 kişilik aday için daha fazla koşul ileri sürmek, “kadın olmasın” anlamına gelir.

    Ombudsmanlık kurumunun nasıl işleyeceği, seçilecek kişinin özellikleri kadar onu seçeceklerin de ne beklediklerine bağlı olarak seçim yapacaklarına bağlıdır.

    Toplumumuza yararlı olması dileklerimle..

    1 Kasım 2012 Perşembe

  • Ne oluyor, ne olacak?

    Bu ara en çok konuşulan konunun, “uluslarası ölçekli kaos ortamında Türkiye’nin ne olacağı, ne kazanıp ne kaybedeceği” olarak ortaya konulsa pek yanlış sayılmaz.

    Yakın dönem ve Suriye ve PKK ile ilgili mikro ölçekli olayları yorumlayıp, ne gibi önlemler alınması gerektiğini tartışmak yararlı görünmüyor. Bir yandan da sürekli değişkenlik gösterme karakterindeki bu süreç için reçeteler önermek yerine, uygulanabilir nitelikli ilkeler ortaya koymak daha yol gösterici olabilir.

    Başlıklar şöyle sıralanabilir:

    • Herhangi bir andaki olayın (bir terör saldırısı, komşu ülke tutumu, Obama’nın sopası vbg) ertesinde ne yapılması gerektiğini tartışmak için harcanan zaman ve enerji, o olayın kök-nedenlerinin anlaşılmasına harcanmalıdır.
    • Bu ilke basit ve yararlı olsa da, uygulanabilmesinin önünde –sadece bugün için değil ilkesel olarak- önemli bir engel vardır. O engel, kaba dilde “tükürdüğünü yalamak” denilen ve daha açık anlamı “önceden söylediğini savunmaya zorunlu hissetmek” demek olan kavramdır.
    • Bu engelleyici kavramın aksi ise, hiçbir fikir ve ona dayalı tahminin mutlak doğru olamayacağı’dır. Ama, söylediklerinin bir dizi ön-koşula dayalı olduğu, bunlarda bir değişiklik olduğunda söylemini de değiştireceği gibi ifadede bulunanları halkımız hoşgörmediği için, kestirme ve koşulsuz ifade sahipleri öne çıkar. Böylece, bir fikir bir yetkilinin ağzından dile getirildi mi artık ona “yapışmış” sayılır ve onun aksine bir fikir ileri sürmesi güçleşir.
    • Buna göre, kısa vadeli ve mikro ölçekli olaylar yerine, onları doğuran en temeldeki kök-nedenlere yönelerek “tedavi edici” çarelere harcamak; bir yandan da “semptomatik tedavi” niteliğindeki uygulamalara yönelmek daha doğru görünüyor.
    • Semptomatik önlemler neler olabilir?

    —    Herhangi bir anda ortaya çıkan bir sorun’un, o anda alınacak önlemlerle tekrarının önlenemeyeceği, bir benzetmeyle “uzun bir borunun ucundan akan suyun, çok önceden boruya girmiş olan suyun kaçınılmaz çıkışı” olduğunu; sonucu doğrudan etkilemeye yönelik her girişimin, ancak olayın tekrarına yardımcı olacağını kabul etmek,

    —    Her olayın ardından söylenmesi kalıplaşmış sözlerden kesinlikle ve bir defada vazgeçmek. Hiçbir yararı olmadığı gibi, sinirlendirici etkisinden başka etkisi olmadığı herkesçe bilinen tehditvari ifadeler yerine, yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, yoksa susmak.

    —    Medyanın, terör konusundaki eğitim programlarını [1] askıya alması,

    —    Tüm il ve ilçe belediyelerinin 1 numaralı görevinin, kendi çalışma alanı ile ilgili kuralları eksiksiz ve sıfır tolerans ile uygulamak olduğunu idrak etmeleri, her büyük yanlışın daha küçük yanlışlar üzerinde yapılandığı gerçeğini görmeleri ve böylece, tüm terör olaylarının bu tür yanlışları kullandığı ortamları verimsizleştirmek,

    —    Yumuşak karın olarak görünen etnik ve dini temelli sorunlar bağlamında birincil konu durumundaki, toplumun dindar-dindar olmayan, Sünni-Sünni olmayan, Kürt-Kürt olmayan biçiminde ayrışmaya başladığı olgusunu farkedip gereğini yapmak,

    —    Gerek Türkiye gerekse komşu ülkelerdeki Kürtler ile ilgili sorunların temelinin, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının [2] kontrolu amacıyla, kendi içinde istikrarlı olamayacak Kürt Bölgeleri kurmak olduğunu, yurt içinde ve dışındaki Kürtler’e –ve kışkırtılan diğer halklara- anlatmak.

    • Tedavi edici önlemler neler olabilir?

    —    Şu benzetmeyi göz önünde tutmak: Çok topla oynanan bir bilardoda, diğer toplardan küçük olan bir tane varsa –ki bilardoda böyle şey olmaz, ama burada örnek diye varsayılıyor-, o küçük kütleli topun nereye gideceğini büyük kütleli toplar belirler. Eğer küçük top kendini büyük top görme yanlışına düşer, oraya buraya kendini çarparak toplara yön vermeye çalışırsa en çok kendisi savrulur! Türkiye’nin cüssesi her bakımdan küçük bir top gibidir. Yüksek kabiliyetli insan kaynağı, mevcut az sayıdakiler arasında ağ oluşturabilme kabiliyeti, başkalarını sömürmeden ayakları üzerinde durabilirliği, örgütlenerek kendi başına çözemediği sorunları çözebilirliği, hatalarından ders alabilirliği, bilmediklerini öğrenebilirliği, bilmediklerini bilebilmeyi ve bunların tümünden oluşan sorun çözebilirliği son derece sınırlıdır ve sorunludur.

    —    Bu durumuyla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırma, geniş topraklara hükmetme gibi hayalleri ancak alaya alınmasına ve dahası kullanılmasına yol açar. Okur-yazar kesim arasında da savunucuları bulunduğu görülen bu hayalin farkına varılması iyi olur.

    —    Bu sorunlu toplum üstüne üstlük son derece değerli topraklar üzerinde oturmaktadır. Katı petrolü, suyu, madenleri, coğrafi konumu açısından nadir durumdadır. Bu yetmezmiş gibi, iyi yönetilebilirse birer zenginlik, yönetilemezse potansiyel birer çatlak olabilecek kültürel farklılıklara da sahiptir. Bütün bunlar birer istismara açık alan [3]’dır ve istismar, oyunun 1 numaralı kuralıdır.

    —    Thedore Roosvelt’in ünlü sözünü (https://tinaztitiz.com/3791/buyuk-sopa/) TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünün altına yazmak ve bunu hiç unutmamak: “Yumuşak konuş ama elinde iri bir sopa bulundur; daha uzağa gidebilirsin”.

    —    Tüm kararlarımıza yön veren düşünme biçimimiz, çıkarları Türkiye ile zıt yönde olan gelişkin toplumlarla başa çıkabilecek düzeyde değildir.

    Hemen her fırsatta övünmeyi, özellikle de birer öğrenme fırsatı olarak kullanımı gereken hatalı hallerde daha da çok övünmeyi bir “milli huy” haline getirmiş toplumumuzda, “bir fikrin işe yarar kısımlarını ayırmaya dayalı düşünme biçimi” demek olan kritik düşünme biçiminin yaygınlaştırılmasından daha önemli bir konu var mıdır?

    Bunun daha kısa erimli bir adımı olarak, “kullana kullana birer kalıp haline gelmiş söylemlerin sorgulanmalarını”, çocuk ve gençler arasında bir moda haline getirilmesi düşünülebilir.

    —    Uluslararası ilişkilerin başat olgusunun, güçlülerin güçsüzleri sömürmesi gerçeğini kabullenip, güçsüzlüğümüz nedeniyle uğradığımız muamele (ve operasyonların) çaresinin ancak ve yalnız güçlenmek olduğu; diplomasi vd araçların güçlülerin elinde işe yaradığı unutulmamalıdır. Burada yol gösterici ilke bilimdir.

    —    Güçlü olabilme yolunda koz kavramını iyi kullanılabilmesi, varlığımızı sürdürebilmenin olmazsa olmazıdır [4]. İlişkilerde kullanılabilecek tek geçerli para birimi, “koz çantanızın zenginliği”dir.

    Bu kavram yoluyla uluslararası topluluğun daha saygın bir üyesi haline gelmeye çalışırken, kendine yönelik tasallutları özendiren “sorun çözebilirlik yetersizliği”nin kısmen de olsa giderilmesi mümkündür.

    Bu kadar çok ve geniş kapsamlı bir listenin bütünü ya da bir bölümünün yerine getirilmesi bir dizi koşula bağlı olsa da, koşulların en başında, yazının başlarında değinilen “yapışmışlık” en güç aşılabilir olandır.

    Herkese kolay gelsin.

    11 Ağustos 2012 Cumartesi

     



    [1]Teröristler yüzlerini örtmedikleri için mobese’ye yakalandılar”, “bombacı, bıraktığı sigadan yakalandı”, “gaspçılar çaldıkları aracı yanlış park edince yakayı ele verdiler” gibisinden ve “bu hataları yapmazsanız daha zor yakalanırsınız” mesajlı haberler(!)..

    [2]  Türkiye toprakları içindeki katı petrol (oil shale) varlığı ile ilgili ve gerekli referansları içeren bir makale http://www.kirj.ee/public/oilshale_pdf/2008/issue_4/oil-2008-4-444-464.pdf adresindedir.

    [3]  Bkz. T.Titiz, “Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler”, PEGEM Yayınevi, Ankara, 2011, www.pegem.net, (4.1. İstsmara Açık Alanlar)

    [4] Bu konu –geçmişte- devletin en önemli makamlarına anlatılmış, ama cari paradigmaya uymadığı için hayata geçememiştir.

  • Şiddet Çözüm mü değil mi?

    Kimlere şiddet?

    Hasta yakınlarının doktorlara, öğrenci veya velilerinin öğretmenlere, öğretmenlerin öğrencilere, erkeklerin eşlerine şiddet uygulama olaylarının gündemde giderek daha çok  yer alıyor. Sorunun, “öğretmenlerin öğrencilere, şiddetin bir çözüm aracı olmadığını öğretmeleri” yoluyla çözülmesi gerektiği yolunda görüşler basında yer aldı.

    Hemen her sorunun çözümünün okul müfredatına katılarak çözülmesi, ayrıca da dünyanın “öğrenme” yönündeki yürüyüşünün aksine “öğretme” yolundaki geleneksel eğilim burada da görüldüğü için, şiddetin ne ölçüde bir sorun çözme aracı olduğunun ve bu yolla çözülüp çözülemeyeceğinin sorgulanması yarar sağlayabilir.

    Bir ortak özellik!

    İster futbol, ister sağlık, ister okul, isterse aile ortamındaki şiddetin ortak özelliği “hınç alma”, “intikam alma”, “öç alma” gibi duygular olup, hepsi de kısa süre içinde gerçekleştirilmek istenir. Eğer bu mümkün olamaz ise bu takdirde kin gibi zamana dayanıklı bir forma dönüşürler. Daha da ilkel düzeydeki amaç, yaralanan benliğin tamir edilmesi için, yaralayanda eşit (kısas) acıtıcılıkta –mümkünse daha derin (misilleme)- bir yara açılmasıdır.

    Hukuk “karşı yara açma”nın medeni yöntemidir!

    Yaralanan benlik çeşitli şekillerde rahatlatılabilir. Medeni yol, yaranın büyüklüğü, dengeleme yolları vb konulardaki insanlık birikiminin (evrensel hukuk) ya da yerel kanunların öngördüğü yara açma yollarıdır. Bu yollar yeterince hızlı ve etkili ise “normal” insanlar daha hızlı ve derin yaralar açma peşinde olmazlar. “Normal dışı” insanlar ise yaranın büyüklüğüne aldırmaksızın –hatta yara olup olmadığına bakmaksızın- misilleyici yaralar açmak için yanıp tutuşurlar.

    Yaralanma ve karşı yara açma konularında dikkate alınması gereken önemli birkaç başlık vardır:

    • Açılan yaraların nedenleri: Birisi rasyonel nedenlerdir. Arabasına arkadan çarpılan, evi soyulan, aldığı mal ayıplı çıkan, eşi tarafından aldatılan, bir yakını görevini yaparken öldürülen ve daha onlarca kişi haklı olarak, benliklerinin uğradığı zararların dengelenmesini beklerler.

    Diğer bir neden türü ise edinilmiş değer yargılarına saygı gösterilmeyişidir. Yakını olduğu hastanın herkesinkinden daha önemli olduğu, milletvekili olduğu için herkesten daha öncelikli hizmet alması gerektiği, çocuğunun yüksek not alması gerektiği, başka çocuklara şiddet uygulamaya hakkı olduğu, aldattığı eşinin şikayete hakkı olmadığı ya da dini inancının herkesçe benimsenmesi gerektiği yolunda bir değere sahip bir kişi, bu değer yargısının yanlış bir yargılamanın sonucu olduğuna bakmaksızın, benliğinde açıldığını varsaydığı yarayı dengelemek isteyebilir.

    Nihayet bir diğer neden türü ise psikopat nitelikli kişilerin durumudur. Onlar benliklerinin sürekli olarak yaralı olduğuna inandıkları için herkese karşı yara açma isteği taşırlar. Döner bıçağı ile maça giden kişiler bu türün tipik örneğidirler.

    • Yaralanmayı kolaylaştırıcı / özendirici ortamlar: Pasteur’ün son sözlerindekimikroplar hiçbir şey, ortam ise her şeydir” deyişindeki “ortam” sadece biyolojik anlamda değil toplumsal anlamda da geçerlidir.

    Örneğin, hemen tüm TV dizilerinin başat sahnesi –çoğunlukla erkeğin- karşısındakine şiddet uygulamasıdır. Ortalama insanın en önemli eğlence aracının TV olduğu düşünüldüğünde, evlerin içinde sürekli olarak dövüşen, birbirini öldüren insanların ne kadar çok olduğu görülecektir.

    Bilgisayar oyunlarındaki temel element yine öldürme üzerinedir. TV ve internetin yaşamımızdaki yeri karşısında “şiddet ortamı”nın önemli kaynaklarından birisi ortaya çıkmıyor mu? TV haberleri keza şiddet özendirici sahnelerle doludur.

    Denilebilir ki, şiddetin oluşması için tüm faktörler el birliği içinde bir “şiddet sinerjisi” yaratmaktadır.

    • Karşı yara açma yollarının etkililiği: Bu denli “uygun” bir şiddet ortamı ve nedenleri bileşimine karşı hukuk yeterince hızlı ve eşit etkinlikte bir “benlik yaralanmasını dengeleyici karşı yara” açamıyorsa, bu takdirde yaralı kişiler işe bizzat girişmekte ve şiddet yoluyla dengeyi sağlamaktadırlar. Bu insani açıdan kabul edilebilir olmasa da analitik olarak çok anlaşılabilir bir dengelemedir.

    Şiddet etkili bir çözümdür. Amaç kısa sürede hıncını, intikamını, öcünü almak olduğuna göre; hukuk da bunu süratli ve etkili biçimde yerine getiremez ise şiddet kaçınılmazdır.

    • En önemli faktör: En sona bırakılmakla birlikte en önemli faktör, yukarda sıralananların düşünülüp gereğinin yapılması yerine, öğretmenlerin öğrencilerine “şiddetin çözüm olmadığını öğretmeleri”nin beklenmesidir.

    Son Söz

    Şiddet, şiddeti özendiren / kolaylaştıran uygun ortam öğelerinin anlaşılıp, sonra da o öğelerin ortadan kaldırılması yoluyla giderilebilir. Bunun dışındaki önlemlerin tamamı sadece zaman kaybettirir ve yeni şiddet türlerinin ortaya çıkmasına, mevcutların ise tırmanmasına yol açar.

    13 Mayıs 2012

  • Demokrasi kimler içindir?

    En çok kullanılan terim: Demokrasi

    Medyadaki tartışmalara bakıldığında –eğer saymak mümkün olsa idi-, kişilerin birbirlerini suçlamak ve/ya kendilerini övmek için en çok kullandıkları terimin demokrasi olduğu görülecekti.

    Her kalıba bu kadar kolayca sokulabilen bir kavramın bu kargaşadan kurtarılıp, yüzlerce kaynakta çeşitli akademik derinlikteki tanımlarının ötesinde, herkesin yaşamlarında bir işlevsel araç olarak kullanabilmesine yarayabilecek bir tanımının yapılması gerekmez mi?

    Kültürümüzde tanımlar genellikle “özellik sayarak” yapılır. Buna göre örneğin şöyle tanımlara sıkça rastlanır: Demokrasi:

    –       herkesin eşit muamele gördüğü,

    –       seçilenlerin geçici bir süre için seçenleri temsil ettiği,

    –       seçimler yoluyla seçilenlerin değişebildiği,

    –       çoğunluğun oylarıyla seçim yapılan ama azınlıkların da haklarının gözetildiği,

    –       ifade özgürlüğüne dayanan,

    –       basının özgür olduğu,

    –       ve benzer “özellikler”…

    Çoğu kaynakta “demokrasi bir yönetim biçimidir” biçimde bir tanım var.

    İyi de demokrasi “niçin”dir?

    Yukarıdaki ifadeler amaç açısından bir anlam ifade etmiyor; çünkü, bir yönetim sisteminin demokratik olup olmadığında bir anlaşmazlık ortaya çıktığında başvurulabilecek hakem niteliğindeki bir “ayırıcı özellik” belirtmiyor.

    Buna göre cevaplanması gereken soru şudur: “Demokrasi, hangi başat  ayırıcı özelliği yoluyla, diğer yönetim biçimlerinden farklıdır?”

    Demokrasi, sorun çözmeye yarar..

    Demokrasi, –geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış olan-bireylerin, onlardan oluşan kurumların ve de bu ikisinden oluşan toplumların, sorunlarını örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi güçlü sorun çözme araçları kullanarak –ve gerekirse yenilerini icat ederek– çözebilme yoluyla kendi kendilerini yönetebilmenin bir yoludur.

    Başka yollar da var mı?

    Birey, kurum ve toplumlar yaşamları boyunca karşılaşacakları sorunlarını çözmek için kuşkusuz başka yollar da seçebilirler. Bilge ve yetkin olduğundan emin oldukları otoriter bir başa biat ederek yaşamış ve halen yaşayan nice toplumlar olduğu gibi, bir aile ya da bir sınıf tarafından yönetilenler de olagelmiştir.

    O halde, örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi yollarla kendi bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlarını çözerek yaşam sürdürme, net bir ayırıcı özelliktir.

    Peki “çözüm üretmek” yeter mi?

    Örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme yollarıyla çözüm üretmenin tek başına yeterli olamayacağı bellidir. Çözümlerin gerektirebileceği kuralların (yasa, tüzük vd) konulması, bunlara uyulup uyulmadığının denetlenmesi, uygulanmaları için yaptırımlar uygulanması ve anlaşmazlıklar halinde adil çözümler bulunması da “kendi kendini yönetme” sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.

    Yerel ve merkezi yürütme organları, kural koyma organları (belediye meclisleri, TBMM) ve yargı mercileri bu vazgeçilmez parçalar olarak bireylerin sorun çözme çabalarının tamamlayıcısı olurlar.

    Net olarak görüleceği gibi demokrasinin itici gücü, halkın [1] sorun çözme eylemleridir. Neyin nasıl yapılacağına, yapılmadığında hangi yaptırımlar uygulanacağına, anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine bütünüyle halk karar verecektir.

    Her düzeydeki idare ve onların memurları, halkın tercihlerini değiştirmeden onları uygulamak durumundadırlar.

    Ancak bir olmazsa olmaz var..

    Dikkat edilirse sistemin işleyişi bütünüyle halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır. Bu kabiliyette:

    –       herhangi bir nedenle düşüklük var ise veya

    –       halk, sorun çözme yerine sorun ihale etme gibi bir alışkanlık edinmişse veya

    –       kendisinin halktan daha doğru-iyi-güzel [2] düşündüğüne inanan kişiler, halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’in (ortalamasının) düşüklüğünden yararlanarak:

    • bu devredilmemesi gereken yetkiyi devralmışlar veya
    • el koymuşlar (askeri darbeler) veya
    • çoğulculuk yerine çoğunluk ilkesini uygulamışlar ise

    bu durumda demokrasi, böylece tanımlanan sistem içine oturtulamadığı için sürekli olarak sorun üreten bir “yanlış üreteci” haline dönüşür.

    Uzun sözün kısası!

    Sorun Çözme Kabiliyeti düşük insanlardan oluşan bir toplum demokrasi içinde yaşayamaz. Demokrasi onlar için bir sorun kaynağıdır.

    Yapılması gereken demokrasiden vazgeçmek değil, demokrasi ortamı denilebilecek Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğünü kabul edip geliştirmeye çalışmaktan ibarettir. Başlangıç noktası ise sorgulanamazlık kültürü yerine sorgulanabilirliği yerleştirmekten ibarettir; okuldan başlayarak.

    23 Nisan 2012



    [1] Halk deyimiyle, yukarıki bölümlerde de değinilen, geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış bireyler kastedilmektedir. Halk, aynı zamanda kurumları ve toplumu da oluşturur.

    [2] Doğru-Yanlışlar’ın akıl boyutunu oluşturdukları ve gerçekleştirme aracının bilim olduğu; İyi-Kötüler’in ahlâk boyutunu oluşturduğu ve çeşitli inanç sistemlerince (ateizm de dahil) yaşama geçirildiği; Güzel-Çirkenler’in ise estetik boyutunu oluşturduğu ve sanat yoluyla artiküle edildiği varsayılmıştır. Bkz. Grafik gösterim.