• Düğmeler ülkesi..

    Ülke adlarının anlamları

    Thailand (Özgür Ülke), Netherland (Çukur Ülke), Iceland (Buz Ülkesi), Greenland (Yeşil Ülke) ve Türkiye: (Düğmeler Ülkesi)

    Türkiye ne zaman sıkışsa birilerinin düğmeye bastığı ileri sürülür.

    Bu yazı bu iddianın kısmen doğru olduğunu, ama tam doğru olmadığını savunmaktadır.

    İlişkilerde temel ilke: Koz!

    Artan dünya nüfusu, kıtalan kaynaklar, vahşileşen rekabet karşısında günümüzde uluslararası ilişkilere egemen olan temel ilke, “doğrudan ve/ya dolaylı kozların yönetimi; daha da Türkçesi koz üstünlüğünü elde etmek“tir. Bir ülkenin bir diğerine karşı “koz”u, birincinin herhangi bir üstünlüğü ve/ya diğerinin herhangi bir zafiyetidir.

    Doğrudan koz, bir ülkenin topyekün ya da bir kesimiyle (ticari, politik, askeri, sektörel, kurumsal vd) , bir diğer ülkenin mütekabil yanına karşı isteklerini yaptırabilme imkanlarıdır. Bu bir tarafın üstünlüğü ya da diğer kesimin zafiyeti biçiminde olabilir. Nitekim geleneksel mücadele (power strugle) ‘doğrudan koz’ anlayışına dayalıdır.

    Dolaylı koz ise, bir ülkenin bir diğerine karşı bir veya daha çok ülke üzerinden isteklerini yaptırabilme yeteneği olarak anlaşılmalıdır. Bunun için ise, aralarında doğrudan koz bağlantısı bulunan ülkeler, birbiri peşisıra dizilerek kesintisiz bir zincir oluşturabilmelidirler.

    Bu durumda zincirin başındaki ülke diğer ucundakine karşı bir koz üstünlüğü elde etmiş demektir ki bu da dolaylı koz adı verilebilecek kavramdır. Bu kozların aynı türden (aynı bir üstünlük ya da zafiyet türü) olması gerekmez.

    Yoğun ilişki -ki dostluk, düşmanlık, ittifak ilişkileri olabilir- içindeki ülkelerin birbirlerine karşı sahip oldukları doğrudan kozlar -normal olarak- bilinir. Ancak, ‘koz AR-GE’ si denilebilecek bir yöntemi geliştirmiş olan ülkeler, diğerinden daima bir adım önde bulunacaktır.

    Bu karşılıklı bilinirlik bir doğal denge oluşturur ve her iki taraf için yaşam çevresini oluşturur, bozulmadığı sürece de ‘barışık ülkeler’ olarak kalırlar (kalmak zorundadırlar).

    Ama ülkelerden birisi, diğerinin ilişkide bulunduğu ülkelerle olan koz dengeleri hakkında bilgi sahibi ise durum değişir. Bu defa bu ülke, karşı tarafa yalnız doğrudan kozlarla değil, diğer ülkelere karşı sahip olabileceği dolaylı kozlar üzerinden de üstünlük sağlayabilir. Hatta bu yeni koz aritmetiğini iyi anlamışsa, sahip olmadığı kozları dahi üretmeye girişebilir.

    İhtiyaç halinde koz üretimi..

    Canlı bir örnek Fransa’nın, zaten sahip olduğu seçimlik bir yetkiyi, zorunlu hale getirmesidir. Bugüne kadar cumhurbaşkanının referanduma başvurma yetkisi, bu defa da bir anayasa hükmü olarak zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye’nin AB üyeliğini önlemek için başvurulan bu yöntem, mevcut olmayan bir kozun üretimine iyi bir örnektir.

    Türkiye, dolaylı koz konseptine yabancıdır. İlişkide bulunduğu ülkelerle koz ilişkileri doğrudan kozlarla sınırlıdır ve onlar da Türkiye açısından daha ileri götürülemez durumdadır. Yeni koz üretme konusunda ise diğer alanlardaki icatçılığı kadar yaratıcıdır.

    Koz yerine düğme!

    Dolaylı koz konsepti henüz gündeminde değildir. İlişkide bulunduğu ülkeler ise bu konuda bir uzmandır ve Türkiye’nin çok sayıda noktası ‘düğmeler’ ile donatılmıştır.

    Hangi düğmeye basılırsa o taraftan canı yanmaktadır.

    Bu nedenle ‘birilerinin düğmeye basması’ deyimi yerine, ilişkide bulunduğumuz tüm ülkelerin tüm kesimlerinin (ticaret, diplomasi, siyaset, askeri) istedikleri anda gereken düğmelere basabilmesi söz konusudur.

    Türkiye bir ‘düğmeler ülkesi’dir. İlişkilerimizi ‘koz’ ve ‘dolaylı kozların yönetimi’ kavramlarına oturt(a)madığımız, bunu anlamamakta direndiğimiz ya da ayak sürüdüğümüz sürece, her yanımızdaki düğmelere basıldıkça oynatılacağız.

    Ama biz oynamak istediğimiz şekilde değil, başkalarının işine nasıl geliyorsa öyle!

    Nisan 9, 2005

     

     

  • Kural kirliliği..

    Mevzuat nehrinde kuralsızlıktan boğulmak..

    Neye dayanırsa dayansın kurallar daima şu temel varlık nedeninin ürünleridir: Birşeylerin birlikte yaşama zorunluğu!

    Şirketlerin toplumlarla birlikte yaşayabilmeleri için ticaret kanunları, eşlerin birlikte yaşayabilmeleri için medeni kanunlar, insanların hayvanlarla birlikte yaşayabilmeleri için hayvanları koruma yasaları ilh. sadece birkaç örnektir.

    Ama bu yasaların hiçbiri tek başına amacını gerçekleştiremez. Yasalarla konulan kuralların en zayıf yanı “belirsizlik altında işe yaramayışları”dır.

    Yasal kurallar “kesintili mantık” (discrete logic) uyarınca işlerler. Bir kuralın yasa ile düzenlenebilmesi için, kuralın konusunun sınırları, o sınırlar içindeki durumlar, o durumlar karşısında ne(ler) yapılacağının sınırları belirli olmalı, onların herkes tarafından aynı şekilde ayırdedilebilmesine imkân tanıyacak şekilde nirengi noktaları bulunmalıdır. İşte bu nirengiler, sürekliliğin kesintiye uğradığı noktalardır ve bu tür kurallar bu yüzden kesintili mantık uyarınca işleyebilirler.

    Halbuki toplum yaşamı “bulanık [1] mantık” (fuzzy logic) uyarınca işler. Bu mantık sisteminde –saçaklı mantık da deniliyor- siyah ile beyazın arasında sonsuz sayıda gri ton vardır, kesinti yaratabilecek bir sıçrama yoktur.

    Yasal kurallara göre yalnızca doğru ve yanlışlar varken, bulanık mantığa göre bunlar arasında “belki doğru”, “biraz doğru” gibi bulanık doğru ve yanlışlar da vardır.

    Herhangi bir alandaki birlikte yaşam için, kesintili ve bulanık mantık esaslı kurallar birlikte tanımlanmış ve de böylece kabul görüp uygulanır olmalıdırlar.

    Birlikte yaşama kurallarının yaklaşık dağılımı

    Alan

    Yaklaşık payı

    Gelenek kuralları

    %30

    Yasal kurallar

    %10

    Zorunluktan doğan kurallar

    %5

    Etik kurallar

    %15

    Dini kurallar

    %20

    Herşeye karşın kontrol dışında kalan alan

    %20

    Yukarıda, kesintili ve bulanık mantık kurallarının birlikte kullanımlarına ve ayrıca da bunların toplam içindeki ideal sembolik ağırlıklarına işaret edilmektedir. Her ne kadar her bir dilimin içinde hem kesintili (discrete) ve hem de bulanık  (fuzzy) mantık kuralları varsa da, yasal kuralların ağırlıklı olarak kesintili, diğer hepsinin ise ağırlıklı olarak bulanık mantık esaslı olduğuna dikkat edilmelidir.

    Beğenelim ya da beğenmeyelim, toplumu birlikte yaşatan kuralların büyük çoğunluğu bulanık mantık esaslıdır. Çünkü olayların da çoğunluğu bu tür mantık uyarınca oluşmaktadır.

    Sayılar kadar, onlarla ilgili mantık işlemlerinde de tarihte ilginç gelişmeler olmuştur. Geleneksel kesintili mantık sistemine göre –ki daima iki durumdan birisi geçerli olmak zorundadır- daha karmaşık yedili bir mantık sistemini eski Hindistanda Jain’ler kullanmıştır. Şöyle;

    1. Olabilir 
    2. Olmayabilir
    3. Olabilir, fakat değildir
    4. Belirsiz olabilir
    5. Olabilir fakat belirsizdir
    6. Olmayabilir fakat belirsizdir
    7. Olabilir ve olmayabilir ve aynı zamanda belirsizdir..

    Bulanık mantık sisteminin sonsuz sürekliliğine göre yine de kesintili sayılabilecek bu yedili mantık sisteminin dahi gerçek yaşam durumlarını ne denli daha iyi temsil edebildiğine dikkat edilmelidir.

    Modern –denilen- yaşamın temposu içinde birbirini dinlemeye vakti ve tahammülü bulunmayan, ayrıca da zihni doğmalarla doldurulup gerçeklerin tek ve mutlak olduğuna koşullandırılmış insanın, bırakalım yedili mantığı, ikili kesintili mantığı bile uygulayabilme sabrını göstermesine şaşmak gerekir.

    Bir tuzak: Kesintili mantık kuralı ile düzenleme spirali!

    Birlikte yaşamın söz konusu olduğu yerlerde kural koyanlar açısından en kolay kurallar kesintili mantık esaslı olanlardır.

    Kesintili mantığın –görünüşteki- kolay çözüm üretme özelliği, kural koyucuların fazla düşünmeden kural üretmelerine yol açar. Her nerede bir sorun görünüyorsa, o görüntüyü yok edecek keskin bir kural konularak “iş bitirilmiş” olur.

    Birbirini anlamanın yerini almış olan ben merkezlilik, her türlü belirsizliği “ben” hesabına yontmak isteyeceği için, bu tür kesin tanımlamalar hemen herkesçe de benimsenir.

    Fakat trajedi hemen başlar. Kesin tanımlamalardaki sınırlar niçin oradan geçmektedir? Farklılıklar var olduğuna göre onları dikkate almayan keskinliklerin yol açacağı haksızlıklar nasıl giderilecektir? Ve bunlar gibi onlarca itiraz –ki çoğu da yerindedir- üremeye başlar.

    Bu itirazlar toplumsal baskılar oluşturmaya başlayınca kesintili mantık yandaşı yöneticiler çareyi yine kesintili mantık sisteminin kesin sınırlı kurallarında bulur ve ek kurallar koyarlar. Konulan ek kurallar yakınmaların bir bölümünü giderir. Bir bölüm haksızlık ise aynen kaldığı gibi, evvelce bulunmayan yeni haksızlıklar da ortaya çıkar.

    Bu sürecin kritik elemanı, kimin sesinin çok çıktığıdır. Hangi baskı grubu haksız olduğunu daha yüksek perdeden dile getirebilirse kural koyucu o kesim için ek kural üretir. Her ek kural, sesi az çıkan gruptan alınıp diğerine verilen bir pasta dilimi gibidir.

    Toplum, bu süreci keşfetmiş ve olabildiğince atomize olarak kendisine ek kurallar üretilmesini talebetmeye ve bunun için de baskı grubu olarak sesini duyurmaya çalışmaktadır.

    Graicunas formülü [2] burada da geçerli!

    Her ek kural, daha evvel konulmuş olan kurallarla çelişmemek zorundadır. Ama belirli bir karmaşıklık düzeyinden sonra da bu pek mümkün değldir. Yönetim biliminde kullanılan “kontrol sahası prensibi”, kurallar için de geçerlidir. Her konulacak kural ile daha evvel konulmuş kurallar arasındaki olası ilişkilerin sayısı, Grainucas’ın ünlü formülüne göre hesaplanabilir. Örneğin, birbiriyle ilişkide olacak kuralların toplam sayısı 100 civarında olsa, bu kurallar arasındaki olası ilişkilerin sayısı 6.1031 mertebesinde olacaktır. Bu nedenle de kurallar yığını bir süre sonra içinden çıkılmaz hale gelir. İşte bu, “kural kirlenmesi” denilen olgudur.

    İnsanlarımızın çoğu, kendilerini rahatsız eden iklim keskinleştikçe daha çok kesintili mantık kuralı arzu eder hale geliyor. Her eğrilik için bir yasa çıkarılması –ki öyle bir durum gerçek bir felâket olurdu- mümkün olabilse, ülke nüfusunun %90’ının bu kuralları yorumlayan, uygulayan, denetleyen, yargılayan ve benzeri işlerle uğraşması gerekirdi.

    Türkiye, kural kirlenmesi sürecinin çıkmazına sürüklenmiştir. Kamu, özel ya da gönüllü hangi kuruluşa giderseniz gidiniz, kesintili mantığın sonsuz spirali içine birdenbire girersiniz.

    Bir gönüllü kuruluşun toplantısına katılanlara, daha kapının girişinde, “toplantıya katıldığımı imzamla teyit ederim” anlamında bir form imzalatılır. Bu acayipliğin bir adım sonrası, imzanın sahte olup olmadığının noterden onaylatılması, noterin sahte olup olmadığının da bir başka organca teyididir.

    Vergisini yatırmak için vergi dairesine giden vatandaşın o masadan bu masaya koşturulması, devlet veya üniversite hastanelerinin bahçelerinde hastaların bekletilmesi, yaralı olarak acil servise getirilen hastanın sigorta kâğıdının sorgulanması ve benzeri olaylar yeni yasa, tüzük, yönetmeliklerle çözülemez.

    Bunların altında yasalar değil, her şeyin, kesintili mantığın keskin hükümleriyle halledilebileceği yanlış inancı yatmaktadır.

    Trafikteki ölümlü kazaların neredeyse tamamını önleyebilecek 3-5 adet bulanık mantık kuralına uymaya yine bu mantık uyarınca “söz” verenlerin aralarında oluşturacakları bir ağ yine bir bulanık mantık ürünü olacaktır. Yasalarla bir türlü önlenemeyen, ancak istatistiklerle oynanarak –kazadan sonra hastanede ölenler hariç tutularak- azaltılmış gibi görünen ölümlü kazalar ancak bu türlü önlenebilir.

    Yasalar ya da gece yarısı evden alınıp götürmelerin yarattığı terör ile önlenmeye çalışılan rüşvet, keskin hükümlü yeni yasalarla değil, “rüşvet vermeme” riskini üstlenebilen gerçek girişimcilerin oluşturacağı ağın, yine bulanık mantık uyarınca vereceği “söz”ler yoluyla önlenebilir.

    Bu örneklerin sayısı artırılabilir. Ama anlaşılması gereken, ister etik, ister gelenek isterse dini kural kılığında olsun bulanık mantık kurallarının olağanüstü etkisidir.

    Kesinliğin çıkmazına saplanmış, her kesin kuralın işlemeyeceği sınırları keşfedip o bölgeleri istismar etmekte uzmanlaşmış bir toplumun etik başta olmak üzere bulanık mantığın süreklilik gerçekliğine dönmesi zordur, ama bir başka yol da yok gibidir.

    14 Temmuz 2002



    [1] “Bulanık” yerine “gevşek” sözcüğünün kullanılması da mümkün ve muhtemelen daha da iyi olabilir. Fuzzy sözcüğü, düşük Almanca (Low German)  fussig (gevşek, elyaflı, süngersi) sözcüğünden gelmektedir. (Origins, Eric Partridge, Greenwich House, 1983)

    [2]  V.A. Graicunas, bir Fransız yönetim danışmanı olup 1933 yılında ortaya attığı bir formülle “Yönetimde Kontrol Sahası Prensibi” (span of control) adı verilen bir yaklaşımı tanımlamıştır. Buna göre, bir üstün yönetebileceği azami ast sayısı, bu durumda ortaya çıkması olası ilişkilerin azami sayısı tarafından belirlenir. Bu ilişki sayısı ise n.(2n-1 +n-1) formülü ile hesaplanır. Buna göre 7 astın yönetimi halinde ilişki sayısı 490; 8 ast halinde 1080, 9 ast halinde ise 2376dır. Bu nedenle özellikle ordularda bir 1:7 civarında bir üst-ast oranı genel kabul görmüştür. (Bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Span_of_control)

  • Ücret kargaşası nasıl önlenebilir?

    Şikayetleri gruplayalım..

    Ücret şikayetlerini, özellikle de kamu kesimindekileri birkaç grupta toplamak mümkündür:

    1. Yaşamak istediği hayat standartı için geliri yeterli olmayanların şikayetleri (hemen herkes),
    2. Kendini mukayese ettiği kişiler / kesimler dolayısıyla gelirinden şikayet edenler -ki bunlar da ikiye ayrılır-:

    (a) Ücretini hak etmemekle birlikte, başka hak etmeyenlerin de varlığına dayanarak şikayet edenler

    (b) Ücretinin karşılığından fazlasını verdiği, objektif ölçülere göre sabit olup da şikayet edenler

    Bu üç grup içinde ilk ikisinin şikayetlerini karşılamak oldukça kolaydır. Toplum olarak zenginleştikçe, düşlediğimiz yaşam düzeyine yaklaşacağımız tabiidir.

    Bu ise, daha çok ürettikçe olabilecek bir iştir. Daha çok üretebilmenin koşulları da bellidir. Bu koşulların bağırmakla gerçekleşmesi imkansızdır.

    Dolayısıyla bu bağlamda sızıldanmanın fazla bir anlamı yoktur.

    İkinci grup için ise bu kadar dahi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur. Yalnızca, “kötü örnek örnek alınamaz” demek yeterlidir.

    Böylece şikayetlerin %66.6’sını karşılamış olmakta, geriye sadece %33.3’lük gibi bir azınlığın (!) şikayetleri kalmaktadır. Ancak ne var ki bu azınlık, sesine çok kulak verilmesi gereken bir azınlık olup genellikle sesi pek çıkmayan, kamu kesiminin ürettiği her ne yararlı iş varsa onları üreten bir azınlıktır.

    Bir azınlığın ücret sorunu gibi görünen sorun aslında, Türkiye’mizin birçok farklı görünümlü sorununun kıyafet değiştirmiş bir bileşkesidir.

    Ürettiğinin karşılığını almak..

    Ürettiğinin -toplumun zenginlik sınırları içinde- karşılığını alamamak” şeklinde formüle edilebilecek bu sorunun çözülebilmesi için,  soruna nelerin yol açtığına bakılmalıdır. Aksi halde sorun, “filan genel müdürün haksevmezliği” veya “baba’nın çalışanlara sahip çıkmayışı” gibi gerçekle ilişiği bulunmayan biçimlere bürünebilir ve bürünmüştür bile.

    Bu nedenlerin hangisinin öbüründen daha önemli olduğu konusu biraz karışıktır. Dolayısıyla, bu sebepleri -hiç olmazsa başlangıçta- eşit önemde saymak daha doğrudur. Kanımızca, yukarıdaki şekilde formüle edilen soruna ait gerçekler şunlardır:

    (a) Ücret tanımındaki karışıklık

    Üzerinde bu denli yoğun şikayet bulunan “ücret”in tanımı konusunda, ülkemizde inanılması güç bir karışıklık vardır.

    Bir kısım vatandaşımız ücretin, devletin kendilerine ödemesi gereken ve yaptıkları ya da yapmadıkları işlerle ilgisi olmayan zorunlu bir ödeme olduğuna inanmaktadırlar.

    Bir diğer kısım ise ücreti, yaptıkları iş karşılığında kendilerine ödenen TL cinsinden bir bedel olduğunu, bunun dışındaki ödentilerin (adına yanlış olarak sosyal hak denilmektedir) ise ücret sayılamayacağını düşünmektedirler.

    Bir başka grup insanımız ise ücretin, örgütlerinin gücü ile orantılı olarak alınabilecek bir karşılık olduğunu savunurken, çok ufak bir azınlık da ücretin, işgücü piyasasına arz ettikleri akli ve/ya bedeni emeğin, arz-talep dengesi içindeki karşılığı olduğunun bilincindedir.

    Ancak her ne olursa olsun ücretin tanımı konusunda sağlıklı bir fikir birlikteliği yoktur. İnanmayanlar, rastgele 10 kişiye ücretin tanımını sorup, alacakları cevaplardan şaşkalabilirler.

    (b)Ücret verenler için de karışık tanım

    (a) şıkkında belirtilen kavram kargaşası yalnız ücret alanlar için değil, ücret verenler için de geçerlidir.

    Buna inanmayanlar da 1475 sayılı iş yasasındaki “ücret” tanımına bakabilirler.

    (c)Ücret düzeyi ve ücret yapısı

    Ücret sorunları ile ilgilenenlerin ne kadarının “ücret düzeyi” ve “ücret yapısı” kavramları gibi iki anahtar kavram hakkında doğru bilgi sahibi olduğu da şüphe götürür.

    Bu da ikinci bir eksiklik olup inanmayanlar bunu da test edebilirler*.

    (d) Gelir yetmezliği:  Kök sorun

    Şikayetlerin büyük bir bölümü, adına “Gelir Yetmezliği” denilebilecek olan ve enflasyondan tüketim ahlakı yetmezliğine, beceri yetersizliğinden hızlı nüfus artışına kadar yayılan geniş bir sorunlar yelpazesinden kaynaklanmaktadır.

    Ortalama gelir düzeyi düşük, harcama konusundaki motivasyon yüksek oldukça bu sıkıntılar azalmayacak, aksine artacaktır.

    (e)Enflasyon= Kemirgen

    Enflasyon, ücretleri kemiren -ve büyük parçalar koparan- bir etkendir.

    Enflasyon, toplumun az üretip, ondan daha çok tüketmesinden kaynaklanmaktadır.

    Hal böyle iken, birçok sektörde “en az enflasyon oranında zam yapmak”, genel kabul gören bir uygulama haline gelmiştir.

    Bu ise, bazı kesimlerin enflasyondan korunurken (kısmen, tamamen ya da fazlasıyla), bazı kesimlerin ise bu yükü olduğundan daha ağır olarak taşımalarına yol açmaktadır.

    Enflasyonun kendisi haksızlıktır. Ama bu haksızlığın haksız biçimde dağılımı, haksızlığı ortadan kaldırmamakta aksine daha da büyütmektedir.

    (f)Kalabalık kamu kadroları

    Kamu kadrolarının gereğinden fazla kalabalık olması, bu kesimde çalışanların ücretlerini düşüren en önemli etkendir.

    Kalabalık kamu kadrolarının başlıca sebepleri ise, adına İş Yaratma teknolojisi denilebilecek metodların uygulanması için çalışmak yerine, işsizliğe karşı kolay bir önlem (!) olarak kamuya ek personel almak ve ikinci olarak da özel girişimcilerin yapmaları gereken işleri (ayakkabı, bez, tuz ve süt üretiminden temizlik ve taşıma hizmetlerine kadar) kamunun yapmaya “kalkışması” dır.

    “Doğru sistem kuramamak” gibi başka nedenler varsa da ilk iki sebep zaten yeterlidir.

    (g)Yoz siyaset anlayışı

    Mevcut siyaset anlayışımız ve buna dayalı örgütlenme (ki hepsine birden yanlış siyaset anlayışı denilebilir), ücretlerin, teknik bir hesaplama işi olmaktan çıkıp, “birilerinin birilerine haksız çıkar sağlama yarışı” na dönüşmesine yol açmıştır.

    Örneğin sözleşmeli personel uygulamasının dejenere edilerek, kollanmak istenilen personele bol keseden dağıtılması, işini dürüstçe yapan insanların dolaylı olarak cezalandırılmasına yol açmıştır.

    (h)Müktesep hak

    Her ne şekilde olursa olsun bir defa alınan ücretin derhal müktesep hak haline gelmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmiştir.

    (i) Gereksiz korumacılık

    Belirli sektörlerdeki gereksiz korumacılık, o sektörlerdeki ücretlerin olması gerekenin üstüne çıkmasına ve onun da başka sektörler için “belirleyici” olmasına yol açmıştır.

    (j) Zam için manivela

    Belirli sektörler, işçi ücretlerini bir manivela olarak kullanmakta ve ürettikleri malların fiyatlarına bu yolla aşırı zam yapmaktadırlar.

    Ürün maliyeti içindeki işçilik payı örneğin %10 olan bir malı üreten özel sektör kuruluşu, işçisine toplu sözleşmede %150 zam yapmakta, ondan sonra da bunu bahane ederek ürün fiyatına yüksek oranda zam yapabilmektedir.

    Piyasa ücret yapısını bozan bu uygulama son derece yaygındır.

    (k) Yapıyı bozan ekler

    Tazminat, ek ödeme, yan ödeme vs gibi adlar altında ödenen ve güya belirli bir kesimin diğerlerine göre mağduriyetini önleyeceği sanılan acayiplikler tek sonuç vermektedir: Genel ücret yapısının daha da bozulması!

    (l)”e şit işe eşit ücret” nedir ne değildir?

    Hemen herkesin ağzında (özellikle de en çok çiğneyenlerin ağzında) slogan olmuş “eşit işe eşit ücret” in ne demek olduğunda büyük bir kavram kargaşası vardır.

    Bir kesim (çoğunluk), “eşit iş” derken, gerçekten birbirinin aynı olan işleri anlarken, çok küçük bir azınlık ise “iş değerlemesi yöntemi uygulanarak bulunan ağırlık puanlarının eşit olduğu işler” i anlayabilmektedir.

    (m) Söke söke almak!?

    “Söke söke alırız” inancı, ücret yapısı deformasyonunun önemli bir nedenidir.

    Toplu pazarlıklarda ücret zammını gerçekten “söke söke” alanların cebinden, enflasyonun “usulca” geriye aldığı zamlar, daha az “sökme” (her ne demekse) gücüne gücüne sahip olanları mağdur etmektedir.

    Toplu pazarlığın bir ilkesi serbest pazarlık ise, onun ayrılmaz ikizi de serbest rekabet olmalıdır. Çoğu tekel durumunda olan kamu kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmetlerdeki tekelcilik, bu “sökme” işini, tek taraflı bir eylem haline getirmektedir.

    Bu genel gerçeklerin dışında, “genel ücret yapısı” ndaki sorunlar şu özel nedenlerden de beslenmektedir:

    (n) İlke eksikleri

    657 sayılı Devlet Personel Yasası, toplumumuzun uygulayamadığı bazı ilkelerinden dolayı, kamu personeli ücretlerini bir haksızlıklar manzumesine dönüştürmüştür.

    Adına, “Başarı Değerlemesi” (Merit Rating) denilen ve ölçülmesi güç işlere (çoğu kamu hizmetleri böyledir) uygulanan metodun, kamu yöneticilerinin çoğunluğunca bilinmeyişi veya uygulanmayışı ya da uygulanamayışı ve bunun yerine bambaşka ölçülerin kullanılması, kamu personeli ücret yapısını önemli ölçüde bozan etkenlerden birisidir.

    (o) Kurtuluş ünvanda görülünce..

    657 sayılı yasanın öngördüğü ücret modelinde ücretin, ancak “yüksek ünvan” ile mümkün olabilmesi, zorlamayla birçok anlamsız ünvanın ve dolayısıyla da ücret bileşeninin doğmasına neden olmuştur.

    (p) Beceri kazandırma sistemi

    Kamu personelinin yapmakla yükümlü oldukları işlere uygun nitelikler edinmelerini sağlayabilecek bir “Beceri Kazandırma Sistemi”nin yokluğu, ücretlerin nitelik ve liyakata değil, amirine yaranma, iktidar partilerine yakın olma (veya görünme) gibi unsurlarca etkilenmesine ve sonuçta da ücret yapısının bozulmasına yol açmıştır.

    (q) Sözleşmeli statü

    Başlangıçta, ancak çok az sayıdaki üst düzey görevlisine “teminindeki güçlük” ücretini verebilmek amacıyla çıkarılan sözleşmeli personel uygulamasının kısa sürede dejenere edilip yaygınlaştırılması, müdüründen çok maaş alan sekreter ve şoförleri yaratmıştır.

    (r) Sendikalı ve sendikasız yanyana..

    Aynı kuruluş içinde, benzer görevleri yapan kişilerin bir bölümünün sendikalı bir bölümünün sendikasız oluşu önemli bir çelişkidir.

    Tanım itibariyle serbest pazarlık, serbest rekabete açık işler için uygulanabilir. Rekabeti olmayan işlerde (örneğin köy hizmetleri, sağlık hizmetleri ya da belediyelerin temizlik işlerinde), bir kısım personelin serbest pazarlık imkanına sahip olmasının, sonuçta farklı ücret alan “eşit işler(!)” yaratması kaçınılmazdır.

    Bunun sebebi de bu tür hizmetlerin, “hizmet satınalma” yoluyla değil “kamu görevlisi” eliyle yapılmasıdır.

    Bu tablonun çıkış yolu var mıdır?

    Tabii ki vardır: Bunlardan en kolayı, tüm kamu görevlilerinin ücretlerini mesela 20 milyon TL’den başlatmaktır. Böyle bir çözüm aslında işsizlik meselesine de büyük katkıda bulunacaktır. Her kamu görevlisi asgari bir kişi tutup işini (yapılacak bir iş varsa) ona yaptıracak, kendisi de bilgi ve becerisini kullanabileceği daha yararlı hizmetler üretecektir.

    Böyle bir çözümün uygulandığı ilk pazartesi günü işe gelen olursa bu çözüm pekala yürütülebilir.

    Ancak bu çözümün uygulanmasında bazı pratik güçlükler vardır. Örneğin T.C. bütçesinin 900 trilyon kadar olması gereği filan gibi!

    Başka çözüm var mıdır?

    Pek hoş görünmese ve kısa sürede şikayetleri dindiremese de çözüm, yukarıda başlıcaları sayılan yanlışları ortadan kaldıracak bir “paket”in uygulanmasıdır.

    Yapılmaması gereken ise birçok şey olabilir. Ama bunlar içinde bir tanesinden özenle kaçınmak gerekir: O da sistemin orasına burasına yama yapmaktır. Yani, en fazla bağıran kesime yeni bir ad altında (tazminat vs gibi) bir ödeme yapmak, daha sonra en fazla bağıran kesime aynı hakkı tanımak ve bu yolla vakit geçirip, sorunu daha da büyüterek ileriye taşımak!

    Tabii bir başka (ve belki de en etkili) çözüm de, işlerin güçlüğü ile ücretlerini tam ters orantılı hale getirmeye devam etmek ve sonuçta herkesin birer trilyonluk maaşlarıyla ekmek alamayacak hale gelmesini görmek ve ancak ondan sonra yukarıdaki “paket” çözümü uygulamaya mecbur kalmaktır.

    Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder” çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep”  e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz”  a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, en çok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”  in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”  , bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem” dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir.

    Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi” dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1).       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2).       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    Vazgeçilmez bir ön koşul: İş yaratmak!

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    İkinci ön koşul: İki ilkenin benimsenmesi

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–   Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–   Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001

  • Süreç parçalanması, kar, deprem vb..

    Ocak 2004 karı, sorunlarımızı anlamak -ve çözüm üretmek- isteyen amatör, profesyonel ve gönüllülere mükemmel bir örnektir.

    Yanlış anlaşılmasın, bu ders yerel idarelerin performansı açısından değildir. Genel kanının aksine yerel idarelerin performansı açısından hiçbir sorun yoktur. Çoğunlukçu demokrasinin ilkel denilebilecek 49-51 mantığından, çoğulcu demokrasinin çok katmanlı yapısına geçememiş toplumumuzda, çoğunluğun seçtiği yerel yönetimler eğer daha “iyi” performans gösterselerdi, eminim ki kendilerini seçen “çoğunluğun” eleştirilerine maruz kalırlardı.

    Kendi yapması gereken ne kadar işlev varsa onları yap(a)mayıp, işi, kendi direktiflerine göre uygulama yapmakla sınırlı olan “hizmetkârlara” –civil servant– değil de “yönetici” -hattâ daha aşağılayıcı olarak “bizi yönetenlere”- ihale eden toplumumuza müstahak olan “yönetici” tipi bunlardan daha farklı olabilir miydi?

    Bu açıdan bakılırsa vali, il ya da ilçe belediye başkanı gibi kişilerle onlara uygun çevrel kişilerden oluşmuş kadrolara küfür etmek haksızlıktır.

    Bilgi-beceri temelli bir yaşam örgüsü içinde -Çetin Altan’ın deyimiyle- çoğu işsiz kalacak olan bu kişiler, nasıl olduğunu anlamadan bu denli büyük yetki ve imkânlara kavuşunca, bu gücü kendi küçük algılama dünyalarının çerçevesi dışında kullanabilirler mi? Ders bu değildir.

    Söz konusu ders, kamu yönetimi kadar -özel, akademik, gönüllü, ticari, askeri vd- kurum yönetimlerini de ilgilendiren “süreç parçalanması” olgusu ile ilgilidir.

    Bir “bütün” olarak korunması gerekirken, -açıklanacak olan nedenlerle- parçalara ayrılan süreçler yönetilemez, hattâ bırakınız yönetilmeyi “anlaşılamaz” hale gelmektedir. Süreç parçalarının her birisinden sorumlu (ve yetkili) olanlar için, sürecin diğer parçaları tanımsızdır. Negatif sayıların kare kökünün olamayacağı öğretilen bir öğrenci için imajiner sayılarla işlem yapmak nasıl algı-dışı bir iş ise, kendi süreç parçacığının tanımladığı uzay içinde düşünmeye alışmış -hattâ bu konuda bilgi-beceri kazanmış- bir kişi için sürecin diğer parçaları da algı-dışı’dır.

    Belediye başkanı ile TV’de yapılan bir görüşmede, İstanbul belediye sınırları dışındaki bir yerde mahsur kalan karzedeler için “ama onlar bizim sorumluluk alanımız içinde değiller ki” diyen başkan gerçekten de haklıdır. Aslında söylemek istediği, “onlar bizim algı sınırımız dışında” biçimindedir, fakat o sınırın dışı kendisi -ve çevresi- için “yok”tur ve bu yüzden de ancak öyle ifade edebilmektedir.

    Fakat her şeye karşın yine de kendi uzayının dışında bir şeyler olduğunu ve birşeyler yapmak gerektiğini idrak etmekte ve bu yapılması gereken şeyin “çok farklı bir şey” olduğunu da farkettiği için, “en yüksek alarm düzeyi olan C planına geçilmiş bulunmaktadır” şeklinde duyurular yapmaktadır.

    O yaptığına göre benim neyim eksik” diye düşünen ve böylece büyükşehir başkanlığına adaylığını ilân eden bir ilçenin belediye başkanı ise, kendisine sorulan “bir kar kenti bu duruma nasıl getirebiliyor?” sorusuna ise yine kendi uzayının dışından bir sesle “kentin refleksi kniz tetikliyor” gibi acayip bir yanıt vermektedir.

    Peki, bütün olarak korunması gereken süreçler niçin parçalanmış -ve parçalanmaya devam etmekte-dir? Buna göre bütün işleri tek merci mi yapmalıdır? İş bölümü denilen şey neyin nesidir?

    Parçalanmanın başlıca nedenleri şunlardır:

    (1)    İşsizlikle mücadelede araç eksikliği: Tüm medyayı tarayınız; uzman yorumları, tartışma oturumları, gazete yazıları vb. hepsini. Bunların içinde hiç, “işsizliğin nedenleri nelerdir?” -ya da buna benzer- bir söz duyamaz, okuyamazsınız. Çünkü işsizliğin nedeni bellidir(!) ve yatırım yapılmamasıdır. Çözüm de, hortumlara engel olup onları yatırımlara yöneltmektir.

    İşsizliğin nedenlerinin irdelenmesi bu yazının kapsamı dışında olsa da hiç olmazsa ana başlıkların dahi verilmesi, bu bakış fıkaralığının derecesini anlatabilir. Bu nedenler* tek tek giderilmeden işleri ancak Tanrı yaratabilir.

    Bu sayılanlar sadece başlıklardır. Bunların alt-nedenleri ve onların nedenleri (ilh.) giderek daha az sayıda kök-nedene bağlanır.

    Bu nedenlerin her biri için yeteri sayı ve etkinlikte araç tanımlayan bir “İstihdam Politikası” bundan 18 yıl evvel hazırlanmış, bir süre uygulanmış ve sonra -herhalde daha kestirme yollar(!) düşünenler sayesinde- kenara bırakılmış ve bugünlere gelinmiştir.

    Şimdilerde ümit yatırımlara ve o yolla tüm işsizlerimizi inşaat işçisi -ve sonra da türkücü- yapmaya bağlanmış görünüyor.

    İşsizlikle mücadeledeki “araç yetersizliği” ile “süreç parçalanması” arasındaki sıkı bağlantı ise şudur: sayılan araçlara boş verilip yatırımlara ümit bağlanır ve o ümit de bitince işsizlerin yönelebileceği tek yer kalmaktadır: mevcut kamu kadroları.

    İnsanımızın ortalama niteliğindeki sorunlar yüzünden zaten yetersiz hizmet veren kamu kadroları bir de işsizlerin baskısı altında kalınca, bir kişilik iş için birden fazla insan çalışmaya başlamıştır.

    Bu insanlar şu nedenden dolayı süreçleri parçalamışlardır: Her süreç, içinde yer alanlarca yönetilmesi gereken kaynakları içerir. İşsiz iken kamuda iş verilen insanlar, yanıbaşlarında duran ve iş arkadaşının kullandığı -yönettiği- kaynakları gördüklerinde -hepsi değilse de- bir kısmı bundan pay almak isteyecektir. Bunun çaresi o süreci parçalayarak koparılan parçaya ait kaynağı yönetme durumuna geçmektir.

    (2)    Bütünleri ancak parçalayarak algılayabilme: Süreçlerin parçalanmasının ikinci nedeni ise bütünleri algılayamamak, süreçleri parçalayarak “ancak” algılayabilmektir. Neanderthal insan muhtemelen bu şekilde -ve gayet iyi niyetlerle- yok olmuştur.

    Birbirinden farklı gibi görünenlerin aslında bir bütünün parçalanmaması gereken elementleri olduğunu farkedemeyen Neanderthal insanı, örneğin ısınmak, pişirmek ve vahşi hayvanlardan korunmak için ateş yakmanın bir bütün olduğunu kavrayamamış ve muhtemelen bu denli çok işle başa çıkamadığı için ya aç kalmış, ya soğuktan ya da vahşi hayvan saldırısından ölmüştür.

    İstanbul’da “beyaz felâket” diye adlandırılan olayın görüldüğü gibi karla bir ilgisi yoktur. Parçalanarak un-ufak edilmiş ve bu yolla onları kontrol edenlerin algı ve tırtık -her anlamda- sınırları içine girmiş süreçler, kar ile birleşince “beyaz felaket”, trafikle birleşince “trafik canavarı”, depremle birleşince “doğal felâket”, kumar makinesi ile birleşince “kollu canavar” haline dönüşmektedir.

    Bu yüzden lütfen “bizi yönetenler”e kızmayınız ve ilgili olduğunuz süreçleri parçalamayınız, parçalatmayınız.

    10 Mart 2004

    (*) İşsizlik tanımı içine girmeyenlerin işsiz sayılması / Gelir yetmezliğinin işsizliği de üreten daha temel bir sorun olduğunun anlaşılmamış oluşu / Bilimin toplum yaşamına egemen kılınamayışı / İşgücünün nitelik yetersizliği / İşgücü nitelikleriyle ihtiyaçların çakışmaması (mismatching) / Ürettiği katma değerden fazlasını tüketerek yaşama isteği / Çocuklarına nitelik kazandırma imkân ve bilinci yetersiz olanların hızlı, imkân ve bilinci yüksek olanların ise az çoğalması (çarpık nüfus artışı) / İcat (invention) ve yenileşimler (innovation)yoluyla yüksek katma değer üretemeyen, giderek düşük ücretlendirme yoluyla ayakta kalmaya çalışan sanayi / Teknolojik yenilenmeyi yapamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Kârlı çalışamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Girişimciliğin önündeki engeller / Kamunun haksız rekabeti / Verginin tabana yayılamayıp az sayıda kayıtlının üzerine binmesi nedeniyle rekabet gücü düşüklüğü ve istihdamdan kaçış / İşsizlik ithalâtı (lüks tüketim malları bu demektir) / Toplumsal değer ölçülerini şekillendiren öğelerin -medya, rol modelleri vbg- çalışmayı aşağılayan tutumları / Toplumun sorun çözme kabiliyetinin düşüklüğü / Kalabalık kamu kadroları / Yüksek enflasyon / Özel iş ve işçi bulma bürolarına (marriage bureau) izin vermeyen tekelcilik / Kamudaki israf / Tasarrufun en etkili gelir yaratma yolu olduğu bilincinin yaygınlaşmamış oluşu / Mevcut işleri korumak için sürekli zorlamaların işgücü esnekliğini azaltması nedeniyle istihdamdan kaçış / Erken emeklilik nedeniyle çalışanlar üzerindeki yük vd.

  • Değişen dünyada değişen Türkiye için..

    Yeni dönem – yeni söylem..

    Sokaktaki insanımızın tamamı değilse de bir kısmı, aydınlarımızın ise büyük bölümü, “içinde bulunulan durumdan nasıl kurtulunacağı”na kafa yoruyor. “Kurtulmak” ile ne kastedildiği, kurtulup da nereye varmak isteneceği -ki birbirinden çok farklı, hattâ uzlaşmaz yerler olabilir- tam bilinemez ama bazı asgari fiziki ve sosyal koşulların kastedildiği tahmin edilebilir.

    Kurtulmak istenilen durum, bir dizi -bağımlılık düzeyinde- bireysel ve toplumsal alışkanlık yaratmış ise, ama aynı zamanda o alışkanlıklardan da besleniyor ise -ki çoğu toplumsal olgu böyledir- bu durumda ne olacaktır? Yani kurtulma, bizzat kurtulmak istenen alışkanlıklar yoluyla mı sağlanacaktır? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu “domuzbağı sarmalı” aynen böyledir.

    A. Einstein bu dilemma’yı şöyle özetliyor: sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlarla çözülemez! N.Machiavelli de benzer tesbitleri yapmış, kurumların kendi kendilerini değiştirmelerinin güçlüğüne değinmiştir.

    İçinde bulunulan global-yerel etkileşimli sosyo-ekonomik iklim, bireysel ve kurumsal ölçekli “kurtulma” araçlarının giderek daha çok ortaya atılmasına yol açıyor. Bunlar siyasi partiler ya da yeni siyasi girişimler, platformlar, sivil örgütlenmeler, bireysel kurtarıcı adayları, hattâ belki daha gizli-kapaklı oluşumlar şeklindedir, yani farklı niteliklere sahiptirler.

    Buna karşılık -medyaya ve çeşitli bilgilenme kanallarına yansıdığı kadarıyla- hepsinin ortak yanı, yukarıda sözü edilen bağımlılık düzeyindeki alışkanlıkları aynen koruduklarıdır.

    Çoğunun halis niyetlerinden kuşku bulunmayan bu “kurtarma girişimleri”, mevcut değer yargılarından ve doğrularından hiç kuşkulanmadan, sadece tek noktaya dayalı reçeteler öneriyorlar: onlar bilemedi-bilemez, yapamadı-yapamaz, ama ben bilirim ve yaparım!

    İşte sorun budur ve esas kurtulunması gereken alışkanlık-bağımlılık bu noktadadır.

    Milyonlarca kişi ve kurum arasından kimin doğru kimin eğri reçete içeriklerine sahip olduğunu anlamak pek kolay değildir. Ama bir asit testi oldukça aydınlatıcı olabilir. O da, kurtarma girişimcisine şu sorunun yöneltilmesidir: Girişiminizin, üzerinde yapılandığı söyleminizin birkaç önemli ayağı olmalıdır. Bunlardan başlıcası, hangi “değer yargıları” ve “doğrular”ı koruyup hangilerini değiştirmeyi öngördüğünüzdür. Siz, korumayı, geliştirerek korumayı, değiştirmeyi ve değiştirip beton çukurlara gömmeyi öngördüğünüz değer yargılarınızı ve doğrularınızı açıkça ortaya koyar mısınız?

    Gerek politik gerek diğer alanlardaki yeniden yapılandırma -ki kurtarma girişimi aslında bu demektir- söylemleri, bu değişikliklerin açıkça ifadesi şeklinde olmalıdır. Bunu yerine getirmeyen girişimler heyecan verebilir, yandaş toplayabilir, girişimcisine şöhret de kazandırabilir, ama bir işe yaramaz. Girişimcilerin çoğunun gözlerini kapattıkları gerçek, söylemlerini oturttukları sorunların aslında birer “görüntü”den ibaret olduğu, kökteki sorunların ise “değer yargıları” ve “varsayılan doğrular”ın yanlışlık ve/ya zamanının geçmiş olduğudur.

    Girişimciler rakiplerini akılsız sanmaktan vazgeçseler, kendi gördükleri ve doğrudan çözebileceklerini sandıkları sorunları onların da pekalâ görebildiklerini, hattâ belki kendilerinden daha güçlü “doğrudan çözme araçları”na sahip olduklarını idrak edebileceklerdir.

    Mesele sorunları görüp görmemek değildir. Eğer kör veya aptal değillerse -ki hiç olmazsa kurtarma girişimcilerinin çoğu herhalde değildir- herkes sorunları görmektedir.

    Mesele, “doğrudan çözme” denilen yanılgıya kapılıp kapılmamadadır. “Onlar bilemedi yapamadı, ama ben bilirim yaparım“, en yanıltıcı “doğrudan sorun çözme aracı”dır ve maalesef halen tedavülde bulunan girişimcilerin çoğunun dayanağı olduğu gözlenmektedir. İşte asit testi budur: Yeni söylemin içerdiği yeni değer yargısı ve yeni doğruların neler olduğunun açıkça ifade edilip edilmediği.

    Bu akıl yürütmeden herhalde çıkarılmaması gereken bir sonuç, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni söylemin, belirli kalıplar biçiminde olduğudur.

    “Kurtulmak”la ne(ler) kastedildiğine bağlı olarak hepsi de geçerli söylemler olabilir. Hattâ aynı bir kurtulma amacı için birden çok söylem de geliştirilebilir. Aynen bir noktaya değişik yollardan -ve tabii değişik süre ve maliyetlerle- ulaşılması gibi.

    Çıkarılmaması gereken ikinci sonuç ise bu yazının amacının böyle bir söylem için “giriş” bölümü olduğudur. Ama, yukarıda çizilen söylem özellikleri için rastgele birkaç örnek vermek de yararlı, belki de gereklidir.

    Yeni söylemin bir yeni değer yargısı: Demokrasi yalnız hak ve özgürlükler değil, sorumluluklar rejimidir de..

    Eski söylemlerin hemen tümü, “bizi yönetenler” şeklinde bir değer yargısını kullanır. Yani halk yönetilmelidir. Hem de çöpünden suyuna, rüşvetten yoldaki güvenliğe, değer ölçülerindeki yozlaşmadan TVlerdeki cinsellik pazarlamasına kadar halk yönetilmelidir.

    Peki, “demos-kratus=halkın kendini yönetmesi” ne olacak ve halkın buradaki sorumluluğunu kim(ler) üstlenecektir?

    Hayır, halk bir şey üstlenmeyecek demokrasinin haklar-özgürlükler-sorumluluklar üçgeninin sadece “gelir” tarafıyla ilgilenecek, “bizi yönetenler” ise “gider” yani sorumluluk kısmını üstlenecektir.

    Yeni söylemin bir ayağı, bu geleneksel değer yargısının değiştirilmesidir. Yeni değer yargısı, “halkın kendini yöneteceği -ve bu yolda çaba harcayacağı- ve bunun devredilemez bir sorumluluk olarak halk tarafından üstlenileceği”dir.

    Bugün “bizi yönetenler” denilenlerin de yeni rollerine (sivil hizmetkâr) çekilmeleri, halkın kendini yönetebilmesi için, yine onun istekleri doğrultusunda “kolaylaştırıcılık” işlevi yapmasıdır. Bu noktadaki radikal değişim, halkın sorumsuz seyirci olmaktan sorumlu oyuncu olmaya dönüşmesidir. Halkın bunu güvenle ve bilinçle nasıl yapacağı konusunda, halkın elit (seçkin) tavır sahibi olanları sorumluluk almalıdır. Kolaylaştırıcı (sivil hizmetkâr) devlet, bu konuda aydınlatma görevine sahiptir.

    Yeni söylemin bir başka değer yargısı: “Bütün”lerin parçalanıp, böylece oluşan karşıtlıklarla mücadele yerine, parçaların bütünleştirilmesi..

    Geleneksel söylemler, parçalanmadan korunması gereken olguların parçalanmasına dayalıdır. Örneğin laik-dindar ayrımı böyledir. Bilim -ve onun aracı olan akıl- ile inanç -ve onun aracı olan sezgi- birbirinden ayrılmadan ve sürekli olarak birbirini denetleyip birbirinin önünü açan iki parçalı bir “bütün”dür.

    Keşif ve icatlar önce “niye olmasın, olabilir mi; herhalde olmalı, olabilir gibi geliyor vs .” şeklinde bir sezgi ile başlayıp, daha sonra akıl yoluyla bilim süzgecinden geçirilir. Bu süzgece takılanlar yanlış sezgi olarak kalırken, süzgeçten geçenler “buluş” olarak yerini bulur. Süreç burada bitmez. Ortaya çıkan buluş -ki bir üründür-, sezgi/akıl araçlarıyla mükemmelleştirmeye yani katma değeri artırılmaya çalışılır ve böylece sürer gider.

    Şimdi bu döngü koparılırsa ne olur? İki şey olur: (1) Sezgi kendi başına ürünler üretir ve bunlar akılla doğrulanmadığı için hangisinin doğru hangisinin yanlış sezgi (hurafe) olduğu anlaşılamaz, doğru ve eğrilerin birbirine karıştığı bir zihinsel bulanıklık ortamı doğar. Sezgi, diğer parçası olan akıl ile kıyasıya çatışır. (2) Akıl, sezgiden yoksun bir iktidarsızlığa bürünür; hammaddesi (sezgi) yok olduğu için refah ve mutluluk ürünleri üretemez, sadece eleştirir, yakınır ve en çok gereksindiği ikiziyle mücadele eder.

    Sonuç şudur: Değişimden yana olmayan hemen hiç kimse yok görünüyor. Ama değişim yandaşlarının tek değiştirmeyi düşünmediği ise kendi değer yargıları ve doğrularıdır. Böylece tüm değişim yanlıları, kendi dışında kalanları değiştirip kendi gibi düşünmeye, davranmaya zorluyor.

    Bu fesat çemberinden çıkışın sihirli bir yolu yoktur. Medeniyet de zaten böyle bir kolay reçete bulunmadığı için adım adım gelişmiş ve her adımda da birilerini eleyerek gelişmiştir: kendi doğrularından kuşkulanmayanları! Yeni dönemin söylemini dile getireceklerde aramamız gereken özellik budur.

    Mayıs 2002

  • Türkiye üretimde dördüncü döneme girebilecek mi?

    Osmanlı’nın son dönemlerindeki bazı sanayileşme hareketlerini bir yana bırakırsak, üretim tarihimiz Cumhuriyet’le yaşıttır.

    70 yıllık bu tarihimizde, birbirinden kesin çizgilerle ayrılabilecek dört dönem vardır. Daha doğrusu üç dönem yaşanıp bitmiş, şimdi dördüncüsüne girilip girilemeyeceği belli olmayan bir ara dönem yaşanmaktadır.

    Birinci dönem, I Dünya Savaşı’ndan perişan çıkıp Cumhuriyet’i kuran neslin, toplumun temel ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik üretim dönemidir. Tarımda özel, sanayide çoklukla devlet işletmeciliğine dayanan bu dönemin belirgin vasfı, yalnızca iç pazarın sınırlı ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu dönem 30 yıl sürmüş, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle sona ermiştir.

    1950-’80 arasındaki dönem ise, sanayide ithal ikamesi denilen bir modeli benimsemiştir. Bu dönemin baskın vasfı ise, çoklukla yine iç pazarın biraz daha gelişmiş talebinin karşılanması ve düşük rekabet gücünün, yüksek gümrük duvarlarıyla korunmasıdır.

    İthal edilmekte bulunan bir malın benzerinin -sadece adının benzemesi şartıyla- yurt içinde üretilmeye başlanması halinde, Sanayi Bakanlığı’na başvurarak ithalinin yasaklatılması bu dönemin karakteristiği sayılabilir.

    Bu dönemin sembollerinden birisi de, çeşitli yollarla gümrük duvarlarını aşan malların aranır olması dolayısıyla yükselen kaçakçılık ile, sınırlı üretimin tahsisleri yoluyla politik yandaşlara çıkar sağlanması usulüdür.

    Bu çıkmaz sokak 1979 ekonomik krizi ile noktalanmış, 1980’de, bugüne kadar süren üçüncü dönem başlamıştır.

    Gümrük duvarlarının -mecburen- önemli ölçüde alçaltılıp, ani bir devalüasyonla ihracatın özendirildiği bu dönemin belirgin niteliği ise, gerçekte düşük rekabet gücü olan sınırlı üretimin dış pazarlara yönelmesidir.

    Bu dönem bir anlamda – ve doğru olarak-, toplumun vazgeçtiği refah payının ihraç edildiği bir dönemdir. Önemli bir üretim artışı olmaksızın, sadece fiyat düşürme yoluyla ihracat artmış ve döviz darboğazı aşılmıştır.

    Ancak bu durum, iç pazar ihtiyacının yeterince karşılanamayışı nedeniyle içeride fiyatların artmasına yol açmıştır. Bir yandan bollaşan döviz yoluyla ithalatın kolaylaşması, bir yandan da tüketim eğilimlerinin yükselmesi enflasyonu kamçılamış, Çığ Etikisi dikkate alınmadığı için -ki hala bu etkiye dikkat edilmemektedir- enflasyon kronik hale gelmiştir. Bu olgu, sınırlı olan üretimi daha da düşürmektedir.

    Üretimin rekabet gücünün yükseltilmesi yerine, sürekli devalüasyonlarla -ki bu durumda kaçınılmazdır- ihracatın artırılmaya çalışılması, bugün sınıra ulaşmış bulunmaktadır.

    Rekabet gücü düşük iç üretim, rekabet gücü yüksek ithalat karşısında giderek anlamsızlaşmış, üretmek yerine ithal edip satmak ya da para oyunları ile para kazanmak daha karlı hale gelmiştir. Bugün, üretim yapanlar, bunu niçin sürdürdüklerini kolay açıklayamamaktadırlar.

    Bugün gelinen nokta, bu üçüncü dönemin de bittiğine işaret etmektedir. Yani, bu düzeydeki bir rekabet gücü, dış ürünler karşısında tutunmayı mümkün kılamamaktadır

    “Kara Çarşamba” diye adlandırılan ve “5 Nisan Kararları” ile süren olgu, iyice düşmüş olan rekabet gücümüzü yeni bir devalüasyon sıçraması ile yükseltme girişiminden başka bir şey değildir.

    Ancak artık yeni bir “refah payı terki” yoluyla önemli bir rekabet gücü artırımı mümkün görünmemektedir.

    İhracatı artırabilecek düzeydeki bir “refah payı terki” ise bu defa sosyal çalkantıları getireceği için, bu yolla sürdürülmüş bulunan üretimin doğal sınırlarına gelinmiş bulunmaktadır.

    Düz deyişle deniz bitmiş, üçüncü üretim dönemi kapanmış, ama dördüncü üretim dönemi de başlamamıştır.

    Türkiye şimdi bir karar noktasındadır. Ya önemli bir miktar daha refah payı ihracına razı olacak (yani fakirleşecek) ve bir zaman kazanıp sonra yine aynı ve daha zor bir noktaya gelecektir ya da vazgeçeceği bu payı iyi kullanıp dördüncü dönem üretim için gerekli Yeni Anlayış’ı benimseyecektir.

    Bu Yeni Anlayış, “Rekabet Gücü Yüksek Üretim”dir. Bu, aynı zamanda yüksek ihracat gücü ve iç pazarın gümrüksüz korunabilmesi anlamına da gelmektedir.

    Yüksek Rekabet Gücü, bir toplumun tüm birey ve kurumlarının daha iyi, daha ucuz ve daha çabuk çalışması, böylece rakip toplumların ürünlerine göre daha çok satabilme imkanı demektir. Ama bunlardan çok daha önemlisi, ürünlerin, rakiplerin buluşçuluğunun kopyalanmasına değil, onlardan yararlanarak ama kendi buluşçuluğumuza dayandırılması zorunluğudur. Hiç bir toplum, kendisine rekabet gücü kazandıran bir buluşunu başkasına devretmeyeceği için buna ihtiyaç vardır.

    İşte bu, Yeni Anlayış’ın en güç gerçekleştirilebilecek yanıdır. Yüzyıllardır yaratıcılığı, özgür düşünmesi baskı altında tutularak önemli ölçüde tahrip olunan insanımızın içinde kalmış olan buluşçuluk ateşinin karşısında bir “buluşçuluğa düşmanlık” engeli vardır.

    Bu deyim, abartılı bir tanımlama sayılmamalıdır. Liselerde fen ve matematiğe yatkın olmak ya da olmamak (dikkat! sosyal bilimlere yatkınlık değil, fen ve matematiğe yatkın olmamak) biçiminde alt yapısı oluşturulan devlet yönetimi, bilim ve politika kadroları, içinde fen ve matematiğe yer olmayan bir toplum yaşamı yaratmışlar ve ellerinden tesadüfen kurtulabilen yaratıcı insanlarına da kendi çağdışı normlarını benimsetmeye çalışmaktadırlar. Buna bir çeşit “çağdaş yobazlık” denilebilir.

    Evet, Türkiye’nin Dördüncü Üretim Dönemi’ne girebilmesinin karşısındaki engel, bu “buluşçuluk düşmanlığı” dır.

    2000’li yıllar Dünya için buluşçuluk çağıdır. Sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe ve hepsinden önemlisi kamu yönetiminde !

    Buluşçuluğa düşman elitimiz, 2000’li yıllardan bizi ayırabilecek en güçlü engeldir. Bunu aşabilmek bir toplu tedavi (terapi) ile mümkündür. Ünvanı ne olursa olsun tüm kadrolarımızın düşünce stillerini değiştirip akılcılığı egemen kılmak, buluşçuluk düşmanlığını giderip onları yaratıcı (ya da en azından zararsız) insanlar haline getirmek zorundayız.

    Buluşçuluğun karşısındaki ikinci engel, teknoloji transferi diye bilinen illettir. Türk sanayicisi, teknoloji transferi dediği sürecin, lisans ücreti ödeyerek öğrendiği ama gerçek bir rekabet gücü bulunmayan üretim (gibi) olmadığını, bu yolla öğrenilen teknolojinin tek başına rekabet gücü sağlayamayacağını, bunun sadece gümrük duvarları arkasında sanayicilik oynamaya yeteceğini artık anlamak zorundadır.

    Dördüncü Üretim Dönemi’ne girip giremiyeceğimizi belirleyecek daha çok sayıda kesim ve kurum vardır.

    Üniversitelerimiz ve araştırma kuruluşlarımız olaylara çok farklı gözlüklerle bakmalı, sadece kendisine az ödenek verildiğinden yakınmakla kendini tatmin etmekten vazgeçmelidir. Bu kurumlarımız, teknoloji üretimi sürecini iyi anlamak, bunun, “getirin sorununuzu, çözelim!” den çok farklı olduğunu anlamak zorundadırlar.

    Kamu parasıyla finanse edilen bilimsel araştırmaların, bilim adamlarının hoşlarına giden konuları araştırmaya yönelik olamayacağını, toplumun total rekabet gücünün artırılabilmesi için sahip olunması gereken teknolojilerin -ki en başta öğrenme teknolojileri gelir- üretilebilmesi için bilinmesi gereken doğa bilinmeyenlerinin araştırılması demek olduğunu anlamak zorundadırlar.

    Ve nihayet, Dördüncü Üretim Dönemi’nin politik hayatında yer almaya niyetli politikacılar, bütün bu resmi görüp göremediklerini tartmak ve eğer göremiyorlarsa, görebilecek olanlara yerlerini bırakmak üzere köşelerine çekilmek zorundadırlar.

    Ucuz, halk ve delege dalkavukluğu ile, bir avuç “teşkilat” mensubuna avanta dağıtmak olarak anlaşılagelen geleneksel siyaset anlayışının bu yeni üretim döneminde yeri olmayacaktır.

    Ne dersiniz? Girelim mi girmeyelim mi?

    Pazar, 15 Mayıs 1994

  • “İş Yaratma”nın bir teknoloji olduğu da ıskalandı (mı?)

    Kimya, ama neyin kimyası?

    Neredeyse sonsuz sayıda maddenin, çok az sayıda temel elementin kendi aralarındaki birleşimlerinden oluştuğu ana fikri “kimya” adı verilebilecek bilim dalını ortaya çıkarmıştır.

    Buradaki ana fikir basit ama heyecan vericidir: iki veya daha fazla “şey” birleştiğinde, kendilerine benzemeyen bir başka “şey” oluştururlar.

    Bu ana fikirdeki “şey” yerine “organik madde” konulursa organik kimya; “inorganik madde” konulursa inorganik kimya; genel olarak “madde” konulursa da madde kimyası ortaya çıkmaktadır.

    Ancak yakın geçmişe kadar pratikte başka türlü bir kimya bulunmadığı için madde kimyası değil sadece kimya denilmekteydi. Ama artık hücre kimyası, biyokimya, boya kimyası ve benzeri alt dallar ortaya çıktı. Bununla beraber bunların hepsi “madde kimyası” olarak adlandırılabilir.

    “İki veya daha fazla şeyin birleşerek kendilerinden daha farklı bir şey(ler) oluşturduğu” ana fikri, maddeler dünyasının dışında da kullanılabilir mi, kullanılırsa bir işe yarar mı?

    Evet yarar, hem de çok yarar. Eğer yaşam sorun çözme uğraşından ibaretse (Karl Popper, “All life is problem solving”), yukarıdaki ana fikir içindeki “şey” yerine “sorun” kavramı konularak bir de Sorun Kimyası tanımlanabilir. Böylece yaşamlarımızı kaplayan bir uğraşın sistematik biçimde ele alınması imkânı doğmuş olur.

    Sorun kimyası hakkında ayrıntılı düşünceler;

    https://tinaztitiz.com/profesyonel-hizmetler/konferans-ve-seminerler/

    https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/

    https://tinaztitiz.com/3360/sorun-kimyasinin-dorduncu-kanunu/

    adreslerindeki yazılarda işlenmiştir.

    Bu yazının amacı çeşitli sorunlarımızı oluşturan temel sorun elementlerini belirlemek ya da bunun yöntemlerini irdelemek değildir. Bunun yerine, toplumumuzun önemli sorunlarından birisi durumundaki işsizliğe yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan;

    –          işsiz kalanlara iş bulunamayacağı,

    –          işsiz kalacak olanlara engel olunamayacağı,

    –          yasa çıkarılarak işlerin güvenceye alınamayacağı

    gibi olguları Sorun Kimyası yardımıyla vurgulamak ve kimi somut öneriler üretebilmektir.

    Kök Sorun – Hayalet Sorun

    Sorun Kimyası’nın kavramlarından birisi “Kök Sorun – Hayalet Sorun”dur. Birbirinden türeyen sorunlar arasındaki kök-türev ilişkisi düşünüldüğünde, türeyen sorunlara “hayalet”, onları türeten(ler)e ise kök denilmesi kolay anlaşılabilir. Bir zincir gibi birbirinden üreyen sorunların herbirinin hem kök hem de türev olabildiği de yine kolayca görülebilir.

    “Kök sorun”lar ilk bakışta göze çarpmayan, etkileri ise şiddetli biçimde hissedilen sorunlardır; aynen elektrik akımı gibi. Çarpılan kişi “elektrik” denilen şeyi göremez, ama dokunduğu çıplak teli görüp müsebbip olarak onu tanımlar. Bu durumda elektrik “kök”, çıplak tel ise “hayalet” sorunlardır.

    Bir sürpriz: İşsizlik diye bir sorun yoktur!

    Bu açıklamanın ışığı altında şunu söyleyebiliriz: işsizlik bir hayalet sorun’dur. İşsizlik konusu ile herhangi bir düzeyde meşgul olanların;

    • işsizliğin ne olduğu ve de nelerin işsizlik sayılamayacağı,
    • hangi kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği,
    • işsizlik konusundaki hayalet sorunların neler olduğu, bunların köklerinin niçin hiç ilgi çekmediği,
    • halen bir işe sahip olanların hangi durumlarda potansiyel işsiz haline geldiği,
    • her yeni gelişen teknolojinin bir bölüm insanın işi için bir tehdit, bir bölüm içinse yeni iş imkânları demek olduğu,
    • her ihraç edilen mal ve hizmetin aslında işsizlik ihracı, her ithal edilenin ise işsizlik ithali olduğu, ithal ve ihraç işlerine böyle bakıldığında bunların “iyi yönetimi”nin net iş (yani ihraç edilen işsizlik-ithal edilen işsizlik) yaratabileceği,
    • işleri devletin yaratamayacağı ve de yaratmaya kalkmaması gerektiği, devletin sadece “işlerin yaratılması için uygun iklim yaratmak” işlevi bulunduğu, işleri ise ancak kişilerin kendilerinin yaratabileceği,

    gibi konulara bir zihinsel netlik içinde bakabilmeleri ve nihayet, bu denli çok nedenli bir sorun’un, bir yöntem -örneğin Sorun Kimyası- kullanmadan çözülemeyeceğinin anlaşılması şarttır.

    “Üçlü”nün günahı ve sevapları!

    Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsü -tabii ki çoğunluğu açısından-, kamuyu ilgilendiren hemen tüm alanlardaki sevap ve günâhların sahipleridir. Başarıda payı olmayanların yanısıra başarısızlıklarda payı olmayanlar da vardır.

    Politika belirleme-uygulama-bilim desteği sağlama işlevlerini üstlenmiş bu üçlü, “iş yaratma” kavramının bir “teknikler demeti” olduğunu anlamadan uzun yıllar boyunca şu 2 yolla iş yaratmıştır:

    1. Yeni yatırımlar yaparak,
    2. Kamu kadrolarını kullanarak (yerine atama ya da bu yetmediğinde yeni kadrolar ihdas ederek).

    Bunlardan birincisi, kamu gelirleri -vergi, borçlanma, özel kaynaklar, tasarruflar vd- yeterli olduğu zamanlar işe yaramış, Türkiye eserler kazanmıştır. Ama uzunca yıllardan bu yana bu kanal kapalıdır. Borçlanmayı artık yalnızca borcumuzun faizlerini ödeyebilmek için kullanıyoruz.

    İkinci yol ise başlangıçtan beri tam bir tahribat yaratmıştır. Kamunun en önemli kadroları -aynen içme suyu şebekesine kanalizasyon karışması gibi- iş yaratmak amacıyla kullanılmıştır. Dikkat edilirse, tüm iç ve dış (IMF gibi) baskılara karşın devlet kadroları küçülmemekte, aksine büyümektedir.

    İşten çıkarılan, erken emekli edilen kamu görevlilerinin yerine -daha fazlasıyla- eleman alınmaktadır. Bunun durdurulması mümkün değildir. Çünkü, iş=aş eşitliği, gereğinde zorla olsa dahi yeni kadroların ihdas edilmesini, ihdas edilemiyorsa mevcudun işten çıkarılıp yenilerinin o işe alınmasını -ki işin sağlayacağı gelirin dönüşümlü olarak kullanılması demektir-gerektirir.

    Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsünün büyük çoğunluğu, herbiri diğerini suçlasa da, kendisine yeterli iltifatın gösterilmediğini iddia etse de, bu 2 yol dışında bir yol düşünememiştir ve halen de düşün(e)memektedir. Aslında 2 yoldan birincisi de -yeni yatırımlar yoluyla iş yaratma- zaten kullanılması zorunlu bir yoldu. Geriye sadece kamu kadrolarının kullanımı kalmaktadır.

    Keşif ve icatlar konusunda olağanüstü başarısız olan insanımızın içinden çıkan bu üçlünün, bula bula kamu kadrolarını icadetmesine şaşmamak, ancak üzülmek gerekir.

    Bugün halâ 80 üniversitemizin hiçbirisinde -anlı şanlıları da dahil- bir “istihdam mühendisliği” dalı yoktur. Akademik özgürlük, çağdaşlık vs gibi parıltılı sözlerin ötesinde, buna akıl erdirmeye çalışan bir üniversite dahi olmaması, üzerinde  çok düşünülmesi gereken, kolay kolay yenilip yutulamayacak bir gerçektir.

    Bürokrat ve politikacıların durumu daha farklı değildir. Her biri Türkiye’yi kurtarmaya aday siyasi partilerin hiçbirisinin -bir tanesi hariç, onu da kuranlar kapattı- programında ya da politika dokümanları içinde böyle bir konu yoktur.

    İş yaratmak, bütün karmaşık süreçlerde olduğu gibi bir dizi tekniğin bir araya gelip uyumlu biçimde kullanımından ibarettir. Bir uzay aracı nasıl ki yüzlerce farklı sürecin uyumlu biçimde birleştirilmesiyle uzaya yollanabiliyor ise ve bir baraj nasıl ki benzer şekilde bir “teknikler demeti” ise, iş yaratma da öylece bir teknikler demetidir ve bu tekniklerin birlikteliğine istihdam mühendisliği denilebilir.

    İş yaratmanın bu özelliğini anlamış ülkelerde bu adla bir dal yoktur, ama her bir tekniği bilen, öğreten, kullanan insanlar vardır. İşin tuhaf yanı bunlar gizli de değildir. Hattâ bu teknikler bir araya toplanmış, yazılmış basılmış kullanması gereken insanların ellerine verilmiştir.

    Vedat Özdemiroğlu’nun “Selâm Dünyalı, Ben Türküm” kitabı bir şaka gibi görünse de, bu anlaşılmaz aymazlığı görenler işin pek şaka olmadığını anlayabilirler.

    Sözün kısası, iş yaratma konusunu anlamamakta direnildikçe bu sorunun giderek daha tehlikeli hale geleceğini tahmin etmek güç değildir.

    Bir sürpriz daha: işsizlik (pek) önemli de değildir!

    Dörder kişilik A ve B aileleri düşününüz. A ailesinin tüm bireyleri düşük birer ücretle çalışmaktadırlar. B ailesinin ise yalnızca tek bireyi çalışabilmekte ve yüksek bir ücret almaktadır.

    Buna göre A ailesinde işsizlik oranı %0, gelir yetmezliği ise “büyük”tür. B ailesinde ise %75 oranında işsizlik var, fakat gelir yetmezliği “yok”tur. Bu ailedeki işsizlik kimi sorunlara -psikolojik, çalışma motivasyonu azalması vbg- yol açıyorsa da hiçbir şekilde bir yokluk yaşanmamaktadır.

    O halde sorun doğru tanımlanırsa “gelir yetmezliği”nin -ki o da bir hayalet sorundur- işsizlikten çok daha önemli olduğu ortaya çıkacaktır.

    Gelir Yetmezliği’nin kök sorunları işsizlikten farklıdır ve daha geniştir!

    Bu hem iyi hem kötü haberdir. Kötü haber sayılabilir, çünkü daha çok sayıda kök nedenin ortadan kaldırılması gerekecek demektir.

    İyi haberdir, çünkü bu çok sayıdaki kök nedende birer iyileşme sağlayabilme olasılığı daha yüksektir ve sonuç üzerine böylece daha büyük etki sağlanabilir.

    Örneğin, “tasarruf” bir iş yaratma tekniği sayılmaz. İşsiz olan birisinin geliri olmadığı için bu anlamsız sayılabilir. Ama tasarruf önemli bir gelir yetmezliği azaltma tekniğidir. İngiytere’de bir yerel radyo sadece işsizlere yönelik olarak yayın yapmaktadır. Radyo bir programında, işsiz kalan kimselerin evleri içindeki su depolarına ısıl yalıtım yapmalarını öneriyordu. Dışarıdan soğuk olarak gelen suyu, ev içini ısıtmada kullanılan enerji aracılığıyla boşu boşuna ısıtmamak için yapılan bu öneri, gelir yetmezliğine karşı alınan önlemlerin iş yaratmasa dahi işsizliğin olumsuz etkilerini azaltmada etkili olabileceğini gösteriyor.

    Bu tür önlemler Türkiye için büyük potansiyel taşırlar. O halde artık “iş yaratma” teknikler demetine içinde “gelir yaratıcı teknikler”i de düşünmeliyiz.

    İş Yaratma teknikleri konusunu bir Politika Dokümanı biçiminde yayımlamış olan BEYAZ NOKTA VAKFI’ndan alıntılayarak bir gelecek yazımda işlemek üzere hoşça kalınız.

    18 Nisan 2003

     

     

     

     

  • Seyyar satıcıları ne yapmalı?

    Yıllardır belediyelerin değişmeyen ve pek de canla-başla yerine getirilen görevlerinden birisi, “seyyar satıcılarla mücadele”dir. Bu mücadele çeşitli yöntemlerle yürütülmekte olup başlıcaları “kovalama”, “tezgah kırma”, “malların tahribi” ve “beyanat verme” şekillerindedir.

    Kamu görevlileriyle seyyar satıcılar arasındaki bu uzun mücadele, zaman zaman seyyarlar aleyhine gelişirmiş gibi görünse de zaman, seyyar satıcılar lehine çalışmış ve sayıları, nüfus artışımızdan daha da hızlı artmıştır.

    Bu akılsızca mücadelenin sonuçlarından bir diğeri ise seyyar satıcıların giderek daha sağlıksız, daha kural tanımaz ve daha rahatsız edici hale gelmeleri olmuştur.

    Hemen hiçbiri hijyen açısından standartlara uymayan, hemen bütünüyle vergi sisteminin dışında kalan bu sektör bir yandan da küçük mafyaların yeşerdiği alanlar olmuştur.

    Aslında seyyar satıcılık, özel girişimciliğin en katıkşıksız bir formudur ve bırakınız mücadele etmeyi, desteklenmesi gereken alanların başında gelmektedir.

    Düşük genel giderleri ve bu sektördeki rekabet nedenleriyle düşük fiyatlarla mal ve hizmet üreten bu kesim, toplumun düşük ve orta gelirli kesimlerinin birçok ihtiyacını karşılamaktadır.

    Ama bu, kendiliğinden oluşabilecek bir tablo değildir. Yerel idareler, bu küçük girişimcilerle bu şekilde mücadele edeceklerine, gerekli destek ve denetim ortamını kurmuş olsalardı, sokakları yaşanmaz hale getiren bu kişiler, Batı’nın sokaklarına canlılık veren, insanların ihtiyaçlarını ucuz ve pratik olarak karşılayan ve de daha büyükçe girişimlerin laboratuvarlarını oluşturan bir kesim haline gelebilirlerdi ve hala da gelebilirler.

    İşsizlikle mücadele araçları arasında önemli yer tutabilecek bir aracın, işsizlikle mücadeleden birinci derecede sorumlu kamu kurumları tarafından budanması, akıl almaz gibi görünse de maalesef gerçektir.

    Bu konuya akılcı yaklaşmak isteyenlerin, “L’esame Del Commerciante” adlı seyyar satıcılık kılavuzunu incelemeleri tavsiye olunur.

    El arabası içinde terlik satan satıcıdan, sandviç satan kişiye kadar tüm seyyar satıcıların hijyen konusunda nasıl yönlendirilip denetlendiğini, ülkemizde küçük birer vergi kaçağı deliği olan seyyar satıcıların nasıl birer küçük mükellef ya da stajyer girişimci yapılabildiğini tüm yöneticilerimizin incelemesinde yarar vardır.

    Son yılların gözde yaklaşımı olan “dezavantajların avantaja dönüştürülmesi” nin pratik örneklerinden birisi seyyar satıcılıktır. Toplumumuza fayda sağlayabilecek bir aracın nasıl tahrip edildiğini gördükçe, onlarla mücadele edenlerle nasıl mücadele edilmesi gerektiği daha da önem kazanmaktadır.

    Eylül 1993

    ***

  • Teşvik ve destek: İki yanı keskin kılıç..

    Yalnız teşvik değil hemen her şeyin, iyi kullanıldığı takdirde iyi, iyi kullanılamadığı takdirde de kötü sonuç(lar) üretmesi, değişmez bir kural gibidir.

    Rekabet gücümüzün artırılmasında kilit noktalardan birisi olan “Teşvik ve Destekleme Yönetimi” konusunda düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

    “Teşvik” ve “destekleme”, kavramsal olarak şu şekilde anlaşılmalıdır: Mevcut olmayan bir tutum, davranış ya da eylemi mevcut kılabilmek için, bunları caydıran neden(ler)in ortadan kaldırılması ya da etkilerinin azaltılmasının sebep olacağı maliyetin “bir bölümünün” karşılanmasına “teşvik (özendirme)” denilmelidir.

    Bir mal ve/ya hizmet üreticisinin ülke dışından maruz kalacağı ve bir başka yolla -uluslararası rekabeti sağlama anlaşmaları, diplomasi, karşılıklılık, baskı gibi- giderilemeyen haksız rekabet koşullarının etkilerinin yine “bir bölümünün” devletçe karşılanması ise “destekleme” olarak anlaşılmalıdır.

    Burada kullanılan “bir bölümü” deyimi son derece önemlidir. Çünkü hangi nedenden doğmuş olursa olsun, teşvike ihtiyaç duyulan olgunun maliyetinin yüksekliğine neden olan unsurlarla mücadele için bir dürtüye ihtiyaç vardır. Maliyet artırıcı etkilerin “bir bölümü” yerine “tamamının” tazmin edilmesi halinde bu dürtü ortadan kalkmış olacaktır. Maliyet artırıcı etkinin ne kadarlık bölümünün tazmin edileceği yani teşvik oranı, bu bakımdan son derece önemli bir konudur.

    Bu yaklaşım, geleneksel teşvik anlayışından -ödüllendirme yoluyla harekete geçirme- farklıdır. Geleneksel “ödüllendirme” anlayışı, “olması istenilen”i engelleyen neden(ler) ile ilgilenmediği için çoğunlukla “imajiner (hayali)” oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü engelleyen neden(ler) sürmekte, fakat ödüller de özendirmektedir. İmkansızlık ve ödülün tahrik ediciliği birleşince “imajiner” olgular kaçınılmaz olmaktadır.

    İki örnekle bu tanımı somutlaştırmak gerekirse:

    ÖRNEK 1- İşsizliği azaltmak için kuruluşların daha çok eleman çalıştırması isteniyor ise nasıl bir teşvik sistemi tasarlanabilir?

    Kuruluşları eleman istihdamından caydıran sebepler gözden geçirilirse;

    1. Elemanın sebep olduğu vergi ve sigorta gibi mali yükler,
    2. Elemanın sebep olduğu kıdem tazminatı yükü,
    3. Belirli çalışan sayısına ulaşıldığında doğan yasal vecibeler (kreş, spor sahası vb.),
    4. Elemanların ortalama beceri düzeylerinin düşüklüğü nedeniyle ilave elemanın fayda / maliyet oranının düşüklüğünün yarattığı caydırıcılık.

    Bu faktörlerden bir kısmı için indirim uygulanabilir, bir kısmı için yasal vecibeler hafifletilebilir, bir kısmı için de beceri kazandırma vb. doğrudan destekler sağlanabilir. Görülmektedir ki, hepsinin olumsuz etkilerini ortadan kaldırabilecek tek cins bir mali telafi (beher çalıştırılan kişi başına prim gibi) aracı işe yaramayabilecektir.

    ÖRNEK 2- Kuruluşları ihracata yöneltmek için nasıl bir teşvik sistemi uygulanabilir?

    Kuruluşları ihracattan caydıran sebepler saptanmaksızın yalnızca prim vermek yoluyla istenilen artış sağlanamayacağına göre öncelikle olası caydırıcı sebepler belirlenmelidir. Örneğin:

    • İhracat yapılabilecek pazarların bilinmeyişi
    • Meslek kuruluşlarının yetmezliği
    • Mevzuat yetmezliği
    • Politik müdahaleler
    • Kuruluşların bilgi eksiği
    • Bu pazarlarda yer tutmuş rakiplere göre daha pahalı ve/veya düşük kaliteli üretim yapılması
    • İşçilik girdilerinin pahalı oluşu
    • Kuruluşun sorumluluğundaki sebepler; (iş standardı uygulanmayışı, ücret sistemi bozukluğu, verimsizlik,
    • Planlama yetersizliği, lojistik yetmezliği nedeniyle boş geçen süreler vb..)
    • İdarenin sorumluluğundaki sebepler
    • Vergi ve sigorta yükleri
    • Yasal vecibeler (kreş, spor sahası vs.)
    • Yetersiz beceri dokusu
    • Bürokratik sistemin yetersizliğinin sebep olduğu maliyet
    • Kural kirliliği
    • Bilgisi yetersiz bürokratik kadroların sebep olduğu maliyet
    • İyi tasarlanmamış sistemlerin sebep olduğu maliyet
    • Rüşvet vb. yükler
    • Kalabalık kadro = düşük nitelik = düşük ücret döngüsü
    • İş ahlakının yetersizlikleri
    • İş sahibinin bilgi eksiği
    • İş sahiplerinin olası ahlaki sorunları
    • Malzeme girdilerinin pahalılığı
    • Gümrük ve fonlar
    • Taşıma maliyetlerinin pahalılığı
    • Enerji, su, vb.. girdilerin pahalılığı
    • Finansmanın pahalılığı
    • Kredi faizleri yüksekliği
    • Yüksek enflasyon
    • Bankaların yüksek maliyetleri
    • Batık kredi fazlalığı
    • Devlet bankacılığı
    • Projelerin yetersizliği
    • Projelerin iyi incelenemeyişi
    • Devlete ödenen payın yüksekliği
    • Finansal enstrümanların yetersizliği
    • Mevzuat yetmezliği
    • Araştırma eksiği
    • Yüksek vergiler
    • Yetersiz vergi yönetimi
    • Teknoloji yetmezliği
    • diğer sebepler

    Bu basit analizden dahi görülebileceği üzere, bu unsurların etkilerini yok edecek ya da azaltabilecek önlemler tek tek alınmadan, yalnızca ihracat teşvik pirimi ile ihracatı tam olarak özendirmek imkânsızdır.

    Faktörlerin bir kısmı prim ile telafi edilebilirken, geri kalanları primle giderilemez. Örneğin teknoloji yetmezliğine, iş ahlakı eksiğine ya da kural kirliliğine karşı prim ödemenin yararı yoktur.

    Gerçekte de ihracat teşvik primleri yoluyla ihracat bir miktar artmış, daha fazla zorlanınca ve diğer unsurlar düzeltilemediği için teşvikler suistimale (hayali ihracat) dönüşmüştür.

    Sonuç olarak uygun bir teşvik sistemi, teşvik edilmek istenilen “şey”i caydıran unsurları giderecek bir önlem paketi olmak zorundadır. Yani teşvik, tek kalemden oluşan (prim gibi) bir enstrüman olamaz.

    Teşvik paketleri, bir defada bir mevzuat vazetmekle uygulanamayan, bir bölümü zaman içine yayılmak zorunda olan paketlerdir. Çünkü bazı tedbirler birer projedir. Bu özelliği dolayısıyla, her programda olduğu gibi teşvik paketlerinin de yönetilmeleri gerekir.

    Bütün bu programların uygulanmasına rağmen, elde olmayan nedenlerden dolayı (bir ülkenin bir pazara coğrafi olarak yakınlığı, bazı hammaddelerin varlığı, önceden beri o pazara hâkim oluşu vb..) rekabet gücü yine de düşük kalıyorsa, o takdirde prim yoluyla destekleme yapılabilir ve yapılmalıdır.

    (1996)

  • “KUŞKUSUZLUK” (EZBER) HER TÜR İRTİCANIN KAYNAĞIDIR!

    Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana açık ya da örtülü biçimde hep gündemde kalmış belki de tek konu “irtica” olmuştur. Arapça “rücu” (geri dönme, eskiyi isteme) anlamındaki bu sözcük, Osmanlı’nın dini esaslara dayalı toplum yaşamını geri getirme isteği olarak pratik içerik kazanmıştır.

    Konuya ideolojik bağlam dışında bakılırsa “irtica”nın, dine dayalı düzen isteği değil, belirli bir dine dayalı olarak yaşamak isteyenlerin, böyle yaşamak istemeyenlere baskısı olduğu, toplumun ortak yaşam alanlarındaki kuralları, sadece belirli bir inancın kurallarının belirlemesi yönündeki baskısı olduğu anlaşılacaktır. Halbuki, ortak yaşam kesitleri dışındaki alanlarda herkes inancına uygun yaşayabilmeli, ortak yaşam alanlarında ise çeşitli inançlardan bağımsız kurallar üzerinde uzlaşılabilmelidir.

    Bu bağımsız kuralların en mükemmel kurallar olması gerekmez, sadece üzerinde uzlaşılmış olması yeterlidir. Laik toplum yaşamı içinde inançların korunabilmesi ancak bu şekilde mümkündür.

    Laikliğin böyle değil de, herkesin, toplum yaşamının her alanında, tüm inançlardan arındırılmış olarak yaşaması biçiminde anlaşılması halinde, herkesin belirli bir inanç doğrultusunda yaşaması dayatması demek olan irticanın bir başka türü ortaya çıkmış olmaktadır. Birincisine din temelli irtica denilebilirse, ikincisine de laik temelli irtica denilmek gerekir. Yani bir anlamda bu defa laiklik bir yeni din olarak ortaya çıkmakta ve herkesin bu yeni dine biat etmesi istenmektedir.

    İki irtica türünün de ortak yanı “tek doğrulu” olmasıdır. Kendi dışındaki doğrulara kapalı olunmasını istemekte, kendi yaklaşım yolunun sorgulanmasını, bundan kuşkulanılmasını yasaklamaktadır.

    Karmaşık bir aritmetik ifadenin sadeleştirilmesinde olduğu gibi ifadeyi karmaşık hale getiren terimlerden sıyrıldıkça, irticanın temelindeki çekirdeğe varılmaktadır: Kuşkusuzluk yani ezber!

    Ezber (yürektenlik), bir bilginin “değişmez tek doğru” olarak benimsenmesi, öyle olduğuna ilişkin kalben duyulan güvenin akıl yoluyla tahkik edilmeyişidir. Merak kökenli kuşku ile birleşik olmayan her bilgi «yürekten bilgi» olup, «yürektenlik” bir öğrenme yöntemi olan «akılda tutma (belleme)» değildir. (Farsça yürekten demek olan ezber’in İngilizce’deki karşılığı by heart, Fransızca’daki ise par coeur `dür.)

    Ezber denilince genel olarak akla hemen okul gelir. Gerçekte ise, kuşkusuzluğun telkin edildiği her durum, her kurum birer ezber kaynağıdır. Kavrama daha da net bakılırsa, kuşkuyu ortadan kaldırmaya yönelik her girişim ezber için bir alt yapı hazırlar.

    Çocuğun aile içindeki yaşamında, kuşkusuzluk yani ezber, ana-babanın yaşamlarını kolaylaştırıcı bir araç haline gelir. Anne ve/ya babasının her söylediğinin niçin öyle olduğunu, davranışlarının tek doğru davranış olup olmadığını sürekli sorgulayan bir çocuğa dayanmak güç görünebilir. Bunun yerine, tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi, kuşkuculuğu yani merakı bastırılmış bir çocuk tercih edilebilir. Onunla yaşamak daha kolaydır. Hele, bunun üzerine biraz da itaat sosu dökülürse istenen ideal çocuk bulunmuş olur. Halk arasında bu tür çocuklara ayıp olmasın diye “köşe yastığı” değil “uslu” denilir.

    Aile tarafından uygulanan bu kuşkusuzlaştırmaya doğal olarak okul kurumu da uyar ve öğretilenlerden kuşku duyulmamasını eğitim yaşamının bir numaralı kuralı olarak ilan eder. Okuldaki ezberin kaynağında işte bu uyum vardır. Aile ve okul eğitiminin yanısıra, toplumun eğitim kurumları olan kitle iletişim araçları, çeşitli sosyal gruplar da kuşkusuzluk ilkesini benimsemek zorundadırlar.

    Bu zincirleme tepkimenin en talihsiz ürünü “inançtaki kuşkusuzluk”tur. Yıllardan beri “inanç” ve “kuşku” bir araya gelemeyecek iki zıt kavram olarak takdim edilmiştir. Gerek “ilim” gerekse “bilim” ehilleri toplumu, bu iki kavramın çatışmasının kaçınılmazlığına koşullandırmışlardır. Her iki taraf da kendi doğrularının mutlak ve tek olduğuna inanmış, kendi yandaşlarını da buna koşullandırmıştır.

    İnanç bir defa doğan ve öylece süren bir olgu olduğu takdirde bu “kör inanç”tır. Kuşku ile sürekli olarak test edilen ve giderek daha üst formlara varan bir inanç ise kuşkuyla “bütünleşmiş”tir. Aynen iki ayrı renk ipliğin birlikte sıkıca sarılarak yeni bir iplik oluşturması gibi!

    İnanç ve kuşkunun “bir” değil ama bir “bütün” olduğunu, bırakınız yan yana gelmemeyi, ayrı olmamaları gerektiğini kavramalı, bu yeni anlayışın yaratacağı barış ortamını gerçekleştirebilmeliyiz

    Şimdi bir soru: tek doğrululuğa bu denli koşullandırılmış bir toplumda, (dir)lerden kurtulup (mi?)lere nasıl geçeriz?

    Her tür fanatizmin, her tür tek doğrululuğun, her çatışmanın kaynağında kuşkusuzluk yani ezberin olduğunu, toplumun tüm yaşam kesitlerini (sanayide, sanatta, bilimde, eğitimde ve her yerde) bir tümör gibi sarmış bulunan ezberden kurtulabilmenin ön koşulunun, bu konuda genel bir duyarlık yaratmak olduğunu nasıl anlatabiliriz?

    Dini fanatizmle başa çıkabilmenin yolunun, fanatizmin kaynağı olan kuşkusuzluk yani ezberle mücadele olduğunu, bu işlerin tüm ilgililerine acaba nasıl anlatabiliriz?

    İşte mesele budur ve ülkemizin tüm akıllı insanları buna kafa yormalıdırlar. Ama tek doğrulu biçimde değil!

    27 Eylül 2001