• Karmaşık olayları anlamak için..

    http://bit.ly/MOcLcw adresinde grafik biçimde, silgili bir kurşun kalemin bütünüyle “enerji” olduğu –ki E=mc2 dolayısıyla değil- gösterilmişti. Bununla anlatılmak istenilen ise aşağıdaki birkaç ana-denklemdi.

    • Maslow’un ihtiyaçlar denklemi:

    – Kendini gerçekleştirmek (bireysel potansiyellerini harekete geçirmek)
    – Saygı görmek (kendine saygısı olması ve başkalarından saygı görmek)
    – Ait olmak (Sevgi, şefkat, bir grubun parçası olmak)
    – Güvenlik (Barınma, tehlikelerden uzak kalmak)
    – Fizyolojik (Sağlık, yiyecek, uyku)

    • Bu ihtiyaçların tümü refah ve mutluluk türleridir.
    • İnsan, en alttaki ihtiyaçlar en öncelikli olmak üzere, tüm imkanlarını bunları tatmin etmek için uğraşır. Altlara dğru indikçe bu uğraş en vahşi formlarda ortaya çıkabilir (aç kalan kişilerin birbirlerini yemeleri gibi).
    • Silgili kurşun kalem bütünüyle enerji olduğu gibi, tüm refah ve mutluluk türleri, tamamen enerjinin –çeşitli yoğunluktaki formları [1]- cinsinden ifade edilebilir. Bunlara “değer” denilebilir.
    • Buna göre, ancak enerjiye (veya onun yoğun hali olan değerlere) sahip olan birey ve toplumlar refah ve mutluluğa sahip olabilirler.
    • İnsanlar değer peşinde koşarlar.
    • Değerler nadir, peşinde koşan sayısı ise çoktur. Buradan çatışma çıkar.
    • Çatışmada üstün olabilmek yine enerji ve türevleri (değer) yoluyla mümkündür.
    • O halde değere sahip olmak varlığını sürdürmek için zorunludur.
    • Bu zorunluk, insanlar tarafından konulabilecek tüm kuralları geçersiz kılar. Kurallara uyulmasını sağlayabilmek (iktidar) değerlere (enerji ve türevleri) sahip olmakla mümkündür.
    • Bir toplum sahip olduğu ve varlığından haberdar olmayabileceği değerleri korumaz. Bu, istismara açık bir alandır ve bu değer, ihtiyacı olanlarca –aralarındaki mücadelenin galiplerine göre- ihtiyaç duyanlara transfer edilir.
    • Bir toplum sahip olduğu değerlerin varlığından haberdar, ama onları koruma gücüne yeterince sahip değilse yine istismara açık alanlar oluşur. Bu defaki transferler hile veya zor kullanarak gerçekleşir.
    • Transfer işinde ustalaşan toplumlar giderek güçlenirler.
    • Bir kişi veya toplumun çözebildiği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarından değer transfer edebilme kabiliyetini giderek artırır.
    • Bir kişi veya toplumun çözemediği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarının değer transfer edebilmelerine direnebilme kabiliyeti giderek azaltır.
    • Herhangi bir anda bir transfere konu olmayabilecek sorunlar, güçlü olanlarca birer koz (Bkz. http://bit.ly/O97njP adresindeki ALEGAR başlığı) halinde biriktirilir ve zamanı geldikçe, girişecekleri transfer süreçlerini kolaylaştıracak şekilde devreye sokulur.
    • Koz formunda buzdolabına konulanlar tasnif edilerek etkililik, kullanılabilirlik vb karakteristiklerine göre saklanırken, bir yandan da koz stoklarının zenginleştirilmesine çalışılır.
    • Uluslararası ilişkiler ve değer transfer süreçleri “koz” konsepti çerçevesinde yürür.
    • Dünya toplumları ikiye ayrılır: Koz konseptinin farkında olup onu kullananlar ve farkında olmayıp –ayrıca farkında olma konusunda dirençli olup- sürekli ağlaşanlar, bağıranlar, geçmişiyle övünerek adım adım yok olmaya ilerleyenler.
    • SON

    23 Ağustos 2012 Perşembe

     

     


    [1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/SvYB1X).  Güneş kollektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler, güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, kurutularak (enerji yoluyla) odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.

  • Ne oluyor, ne olacak?

    Bu ara en çok konuşulan konunun, “uluslarası ölçekli kaos ortamında Türkiye’nin ne olacağı, ne kazanıp ne kaybedeceği” olarak ortaya konulsa pek yanlış sayılmaz.

    Yakın dönem ve Suriye ve PKK ile ilgili mikro ölçekli olayları yorumlayıp, ne gibi önlemler alınması gerektiğini tartışmak yararlı görünmüyor. Bir yandan da sürekli değişkenlik gösterme karakterindeki bu süreç için reçeteler önermek yerine, uygulanabilir nitelikli ilkeler ortaya koymak daha yol gösterici olabilir.

    Başlıklar şöyle sıralanabilir:

    • Herhangi bir andaki olayın (bir terör saldırısı, komşu ülke tutumu, Obama’nın sopası vbg) ertesinde ne yapılması gerektiğini tartışmak için harcanan zaman ve enerji, o olayın kök-nedenlerinin anlaşılmasına harcanmalıdır.
    • Bu ilke basit ve yararlı olsa da, uygulanabilmesinin önünde –sadece bugün için değil ilkesel olarak- önemli bir engel vardır. O engel, kaba dilde “tükürdüğünü yalamak” denilen ve daha açık anlamı “önceden söylediğini savunmaya zorunlu hissetmek” demek olan kavramdır.
    • Bu engelleyici kavramın aksi ise, hiçbir fikir ve ona dayalı tahminin mutlak doğru olamayacağı’dır. Ama, söylediklerinin bir dizi ön-koşula dayalı olduğu, bunlarda bir değişiklik olduğunda söylemini de değiştireceği gibi ifadede bulunanları halkımız hoşgörmediği için, kestirme ve koşulsuz ifade sahipleri öne çıkar. Böylece, bir fikir bir yetkilinin ağzından dile getirildi mi artık ona “yapışmış” sayılır ve onun aksine bir fikir ileri sürmesi güçleşir.
    • Buna göre, kısa vadeli ve mikro ölçekli olaylar yerine, onları doğuran en temeldeki kök-nedenlere yönelerek “tedavi edici” çarelere harcamak; bir yandan da “semptomatik tedavi” niteliğindeki uygulamalara yönelmek daha doğru görünüyor.
    • Semptomatik önlemler neler olabilir?

    —    Herhangi bir anda ortaya çıkan bir sorun’un, o anda alınacak önlemlerle tekrarının önlenemeyeceği, bir benzetmeyle “uzun bir borunun ucundan akan suyun, çok önceden boruya girmiş olan suyun kaçınılmaz çıkışı” olduğunu; sonucu doğrudan etkilemeye yönelik her girişimin, ancak olayın tekrarına yardımcı olacağını kabul etmek,

    —    Her olayın ardından söylenmesi kalıplaşmış sözlerden kesinlikle ve bir defada vazgeçmek. Hiçbir yararı olmadığı gibi, sinirlendirici etkisinden başka etkisi olmadığı herkesçe bilinen tehditvari ifadeler yerine, yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, yoksa susmak.

    —    Medyanın, terör konusundaki eğitim programlarını [1] askıya alması,

    —    Tüm il ve ilçe belediyelerinin 1 numaralı görevinin, kendi çalışma alanı ile ilgili kuralları eksiksiz ve sıfır tolerans ile uygulamak olduğunu idrak etmeleri, her büyük yanlışın daha küçük yanlışlar üzerinde yapılandığı gerçeğini görmeleri ve böylece, tüm terör olaylarının bu tür yanlışları kullandığı ortamları verimsizleştirmek,

    —    Yumuşak karın olarak görünen etnik ve dini temelli sorunlar bağlamında birincil konu durumundaki, toplumun dindar-dindar olmayan, Sünni-Sünni olmayan, Kürt-Kürt olmayan biçiminde ayrışmaya başladığı olgusunu farkedip gereğini yapmak,

    —    Gerek Türkiye gerekse komşu ülkelerdeki Kürtler ile ilgili sorunların temelinin, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının [2] kontrolu amacıyla, kendi içinde istikrarlı olamayacak Kürt Bölgeleri kurmak olduğunu, yurt içinde ve dışındaki Kürtler’e –ve kışkırtılan diğer halklara- anlatmak.

    • Tedavi edici önlemler neler olabilir?

    —    Şu benzetmeyi göz önünde tutmak: Çok topla oynanan bir bilardoda, diğer toplardan küçük olan bir tane varsa –ki bilardoda böyle şey olmaz, ama burada örnek diye varsayılıyor-, o küçük kütleli topun nereye gideceğini büyük kütleli toplar belirler. Eğer küçük top kendini büyük top görme yanlışına düşer, oraya buraya kendini çarparak toplara yön vermeye çalışırsa en çok kendisi savrulur! Türkiye’nin cüssesi her bakımdan küçük bir top gibidir. Yüksek kabiliyetli insan kaynağı, mevcut az sayıdakiler arasında ağ oluşturabilme kabiliyeti, başkalarını sömürmeden ayakları üzerinde durabilirliği, örgütlenerek kendi başına çözemediği sorunları çözebilirliği, hatalarından ders alabilirliği, bilmediklerini öğrenebilirliği, bilmediklerini bilebilmeyi ve bunların tümünden oluşan sorun çözebilirliği son derece sınırlıdır ve sorunludur.

    —    Bu durumuyla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırma, geniş topraklara hükmetme gibi hayalleri ancak alaya alınmasına ve dahası kullanılmasına yol açar. Okur-yazar kesim arasında da savunucuları bulunduğu görülen bu hayalin farkına varılması iyi olur.

    —    Bu sorunlu toplum üstüne üstlük son derece değerli topraklar üzerinde oturmaktadır. Katı petrolü, suyu, madenleri, coğrafi konumu açısından nadir durumdadır. Bu yetmezmiş gibi, iyi yönetilebilirse birer zenginlik, yönetilemezse potansiyel birer çatlak olabilecek kültürel farklılıklara da sahiptir. Bütün bunlar birer istismara açık alan [3]’dır ve istismar, oyunun 1 numaralı kuralıdır.

    —    Thedore Roosvelt’in ünlü sözünü (https://tinaztitiz.com/3791/buyuk-sopa/) TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünün altına yazmak ve bunu hiç unutmamak: “Yumuşak konuş ama elinde iri bir sopa bulundur; daha uzağa gidebilirsin”.

    —    Tüm kararlarımıza yön veren düşünme biçimimiz, çıkarları Türkiye ile zıt yönde olan gelişkin toplumlarla başa çıkabilecek düzeyde değildir.

    Hemen her fırsatta övünmeyi, özellikle de birer öğrenme fırsatı olarak kullanımı gereken hatalı hallerde daha da çok övünmeyi bir “milli huy” haline getirmiş toplumumuzda, “bir fikrin işe yarar kısımlarını ayırmaya dayalı düşünme biçimi” demek olan kritik düşünme biçiminin yaygınlaştırılmasından daha önemli bir konu var mıdır?

    Bunun daha kısa erimli bir adımı olarak, “kullana kullana birer kalıp haline gelmiş söylemlerin sorgulanmalarını”, çocuk ve gençler arasında bir moda haline getirilmesi düşünülebilir.

    —    Uluslararası ilişkilerin başat olgusunun, güçlülerin güçsüzleri sömürmesi gerçeğini kabullenip, güçsüzlüğümüz nedeniyle uğradığımız muamele (ve operasyonların) çaresinin ancak ve yalnız güçlenmek olduğu; diplomasi vd araçların güçlülerin elinde işe yaradığı unutulmamalıdır. Burada yol gösterici ilke bilimdir.

    —    Güçlü olabilme yolunda koz kavramını iyi kullanılabilmesi, varlığımızı sürdürebilmenin olmazsa olmazıdır [4]. İlişkilerde kullanılabilecek tek geçerli para birimi, “koz çantanızın zenginliği”dir.

    Bu kavram yoluyla uluslararası topluluğun daha saygın bir üyesi haline gelmeye çalışırken, kendine yönelik tasallutları özendiren “sorun çözebilirlik yetersizliği”nin kısmen de olsa giderilmesi mümkündür.

    Bu kadar çok ve geniş kapsamlı bir listenin bütünü ya da bir bölümünün yerine getirilmesi bir dizi koşula bağlı olsa da, koşulların en başında, yazının başlarında değinilen “yapışmışlık” en güç aşılabilir olandır.

    Herkese kolay gelsin.

    11 Ağustos 2012 Cumartesi

     



    [1]Teröristler yüzlerini örtmedikleri için mobese’ye yakalandılar”, “bombacı, bıraktığı sigadan yakalandı”, “gaspçılar çaldıkları aracı yanlış park edince yakayı ele verdiler” gibisinden ve “bu hataları yapmazsanız daha zor yakalanırsınız” mesajlı haberler(!)..

    [2]  Türkiye toprakları içindeki katı petrol (oil shale) varlığı ile ilgili ve gerekli referansları içeren bir makale http://www.kirj.ee/public/oilshale_pdf/2008/issue_4/oil-2008-4-444-464.pdf adresindedir.

    [3]  Bkz. T.Titiz, “Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler”, PEGEM Yayınevi, Ankara, 2011, www.pegem.net, (4.1. İstsmara Açık Alanlar)

    [4] Bu konu –geçmişte- devletin en önemli makamlarına anlatılmış, ama cari paradigmaya uymadığı için hayata geçememiştir.

  • Demokrasi kimler içindir?

    En çok kullanılan terim: Demokrasi

    Medyadaki tartışmalara bakıldığında –eğer saymak mümkün olsa idi-, kişilerin birbirlerini suçlamak ve/ya kendilerini övmek için en çok kullandıkları terimin demokrasi olduğu görülecekti.

    Her kalıba bu kadar kolayca sokulabilen bir kavramın bu kargaşadan kurtarılıp, yüzlerce kaynakta çeşitli akademik derinlikteki tanımlarının ötesinde, herkesin yaşamlarında bir işlevsel araç olarak kullanabilmesine yarayabilecek bir tanımının yapılması gerekmez mi?

    Kültürümüzde tanımlar genellikle “özellik sayarak” yapılır. Buna göre örneğin şöyle tanımlara sıkça rastlanır: Demokrasi:

    –       herkesin eşit muamele gördüğü,

    –       seçilenlerin geçici bir süre için seçenleri temsil ettiği,

    –       seçimler yoluyla seçilenlerin değişebildiği,

    –       çoğunluğun oylarıyla seçim yapılan ama azınlıkların da haklarının gözetildiği,

    –       ifade özgürlüğüne dayanan,

    –       basının özgür olduğu,

    –       ve benzer “özellikler”…

    Çoğu kaynakta “demokrasi bir yönetim biçimidir” biçimde bir tanım var.

    İyi de demokrasi “niçin”dir?

    Yukarıdaki ifadeler amaç açısından bir anlam ifade etmiyor; çünkü, bir yönetim sisteminin demokratik olup olmadığında bir anlaşmazlık ortaya çıktığında başvurulabilecek hakem niteliğindeki bir “ayırıcı özellik” belirtmiyor.

    Buna göre cevaplanması gereken soru şudur: “Demokrasi, hangi başat  ayırıcı özelliği yoluyla, diğer yönetim biçimlerinden farklıdır?”

    Demokrasi, sorun çözmeye yarar..

    Demokrasi, –geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış olan-bireylerin, onlardan oluşan kurumların ve de bu ikisinden oluşan toplumların, sorunlarını örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi güçlü sorun çözme araçları kullanarak –ve gerekirse yenilerini icat ederek– çözebilme yoluyla kendi kendilerini yönetebilmenin bir yoludur.

    Başka yollar da var mı?

    Birey, kurum ve toplumlar yaşamları boyunca karşılaşacakları sorunlarını çözmek için kuşkusuz başka yollar da seçebilirler. Bilge ve yetkin olduğundan emin oldukları otoriter bir başa biat ederek yaşamış ve halen yaşayan nice toplumlar olduğu gibi, bir aile ya da bir sınıf tarafından yönetilenler de olagelmiştir.

    O halde, örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi yollarla kendi bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlarını çözerek yaşam sürdürme, net bir ayırıcı özelliktir.

    Peki “çözüm üretmek” yeter mi?

    Örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme yollarıyla çözüm üretmenin tek başına yeterli olamayacağı bellidir. Çözümlerin gerektirebileceği kuralların (yasa, tüzük vd) konulması, bunlara uyulup uyulmadığının denetlenmesi, uygulanmaları için yaptırımlar uygulanması ve anlaşmazlıklar halinde adil çözümler bulunması da “kendi kendini yönetme” sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.

    Yerel ve merkezi yürütme organları, kural koyma organları (belediye meclisleri, TBMM) ve yargı mercileri bu vazgeçilmez parçalar olarak bireylerin sorun çözme çabalarının tamamlayıcısı olurlar.

    Net olarak görüleceği gibi demokrasinin itici gücü, halkın [1] sorun çözme eylemleridir. Neyin nasıl yapılacağına, yapılmadığında hangi yaptırımlar uygulanacağına, anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine bütünüyle halk karar verecektir.

    Her düzeydeki idare ve onların memurları, halkın tercihlerini değiştirmeden onları uygulamak durumundadırlar.

    Ancak bir olmazsa olmaz var..

    Dikkat edilirse sistemin işleyişi bütünüyle halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır. Bu kabiliyette:

    –       herhangi bir nedenle düşüklük var ise veya

    –       halk, sorun çözme yerine sorun ihale etme gibi bir alışkanlık edinmişse veya

    –       kendisinin halktan daha doğru-iyi-güzel [2] düşündüğüne inanan kişiler, halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’in (ortalamasının) düşüklüğünden yararlanarak:

    • bu devredilmemesi gereken yetkiyi devralmışlar veya
    • el koymuşlar (askeri darbeler) veya
    • çoğulculuk yerine çoğunluk ilkesini uygulamışlar ise

    bu durumda demokrasi, böylece tanımlanan sistem içine oturtulamadığı için sürekli olarak sorun üreten bir “yanlış üreteci” haline dönüşür.

    Uzun sözün kısası!

    Sorun Çözme Kabiliyeti düşük insanlardan oluşan bir toplum demokrasi içinde yaşayamaz. Demokrasi onlar için bir sorun kaynağıdır.

    Yapılması gereken demokrasiden vazgeçmek değil, demokrasi ortamı denilebilecek Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğünü kabul edip geliştirmeye çalışmaktan ibarettir. Başlangıç noktası ise sorgulanamazlık kültürü yerine sorgulanabilirliği yerleştirmekten ibarettir; okuldan başlayarak.

    23 Nisan 2012



    [1] Halk deyimiyle, yukarıki bölümlerde de değinilen, geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış bireyler kastedilmektedir. Halk, aynı zamanda kurumları ve toplumu da oluşturur.

    [2] Doğru-Yanlışlar’ın akıl boyutunu oluşturdukları ve gerçekleştirme aracının bilim olduğu; İyi-Kötüler’in ahlâk boyutunu oluşturduğu ve çeşitli inanç sistemlerince (ateizm de dahil) yaşama geçirildiği; Güzel-Çirkenler’in ise estetik boyutunu oluşturduğu ve sanat yoluyla artiküle edildiği varsayılmıştır. Bkz. Grafik gösterim.

  • Koşullanmama Hakkı..

    Bu konuda yazdığım birkaç yazı nedeniyle bildiğim, “koşullanma” denilince birçok kimseden geleceği garanti olan “koşullandırma olmadan eğitim olmaz” itirazıdır.

    Eğitim’in koşullandırma ile özdeş sayıldığı uzun yıllar boyunca sadece ülkemizde değil hemen tüm toplumlarda eğitim, egemen kesimlerin değerlerinin -koşullandırma yoluyla- zihinlere kazınması, bunun yanısıra, o kesimlerin ihtiyaç duydukları insan profilinin yetiştirilmesi anlamına geldi; halen de gelmekte. Bu müşterek kabul görmüş sürecin temelini de, insanoğlunun bir beyaz sayfa (tabula rasa) olarak dünyaya geldiği ve kendi haline bırakılırsa yanlışa-kötüye-çirkine yöneleceği varsayımı oluşturuyor.

    Öyle ya, küçücük bir çocuk -eğer koşullandırılmaz ise- nasıl bir kişilik oluşturur ve gereksinimi olan bilgi-beceri-tutum-davranışları (BBTD) nasıl kazanabilir? Birileri (aile ve okul), bu ihtiyaçları çocuğun zihnine -silinmeyecek şekilde- kazımalıdırlar!

    Anlaşmazlığa yol açan kritik nokta burasıdır: Zihne kazımak!

    Çocuğun dünyaya geldiği -hatta muhtemelen ana rahmine düştüğü- andan itibaren, organik ve sosyal yaşamını sürdürebilmesi için gereksindiği BBTD’lar olduğu bellidir. Mesele bunların edinilmesi sürecinin “zihne kazıma” yoluyla mı yoksa bir başka yolla mı yapılması gerektiğidir.

    Geleneksel anlayış birincisinden yana olup, bu anlayışın uygulama aracı da “tekrar” denilen usuldür. Bunun alternatifi ise, kişinin (çocuk ve/ya erişkin) Zengin Öğrenme Ortamları içinde bulunmasına ve bu ortamlarda doğru rol modelleriyle karşılaşmasına özen gösterilmesinden ibarettir.

    Koşullanmama hakkı ilk anda kuşkuyla karşılanabilen bir kavram olabilir. Eğer, bu kavramdan değil de şu ilkeden hareket edilirse, bu hakkın ne denli temel bir insan hakkı olduğu kolayca görülecektir: Her insan, öğrenmek isteyeceklerinin kaynağını özgürce seçebilmelidir.

    İnsan fıtraten öğrenme eğilimlidir. İhtiyaçlarının gerektirdiği BBTD’ları doğal bir kolaylıkla öğrenir. Bunu da içinde bulunduğu Zengin Öğrenme Ortamları içindeki doğru rol modelleri aracılığıyla yapar. Eğer bu sürecin içine herhangi bir nedenle -ideolojik, dini, siyasal, kişisel vbg- kişinin ihtiyaçları dışındaki farklı ihtiyaçlara ilişkin müdahaleler girerse, doğal öğrenme sürecinin sihiri bir anda bozulur ve eğitim bu defa bir melanet üretme sürecine dönüşür.

    İnsanlarımızı koşullandırmaktan vazgeçelim. Eğitim kadrolarına, zihinsel taciz sayılabilecek “zihnine kazıma” yönteminin tehlikelerini farkettirelim. Unutulmasın ki, zihne kazınmış BBTD’lar kolayca üzerine kazınacak yenilerine zemin hazırlar. Bunun insan dahil hiçbir canlıya yapılmaması gerekir..

    20 Haziran 2012

     

  • Bakanlara niçin kurban kesilir?

    Bir gazete haberi ve bir fotoğraf..

    Yere göçertilmiş bir dana. Üzerine çullanmış 6-7 kişi, elde bıçaklar ve dana ile boğuşan ve fişmanca yöreyi ziyaret eden bakana hoş görünmek için bu çağ dışı gösteriyi yapanları izleyen boş bakışlı insanlar…

    Her ziyarette, her açılışta, her fırsatta kurban kesmek adı altında sergilenen bu vahşetin gerekçesi sanıldığı gibi “dini” değildir. Kurban kestirenler, kesenler, adına kurban kesilenler ve bu tabloyu izleyenler acaba dini bir vecibeyi yerine getirmeye mi çalışıyorlar? Hiç şüpheniz olmasın ki hayır.

    Bunun adı cinayetle karışık yağcılıktır. Herhangi bir fırsatta kan dökmeye hazır ve kurban kesiminin kuralları hakkında hiçbir bilgisi ve deneyimi olmayan insanların çoğu, kör bıçaklarıyla hayvanın boğazını kesip çırpına çırpına ölmesini beklerler. Adına kurban kesilenlerin çoğu da bu insanlık dışı tabloyu seyrederler.

    Ondan sonra da, Dünyanın bizi niçin sevmediğini bir türlü anlamayan yetkililer, devlet bütçesinden bizi tanıtmak ( ! ) için para sarfeder ve yetkililerimizin fotoğraflarını batılı yayın organlarında yayımlatırlar.

    Balık baştan kokar. Adına kurban kesilen insanlar yalnız bakanlarımız değildir. Ama onlar birer toplum örneğidirler.

    Onlar hıçkırsa toplum öksürür.

    Lütfen etraflarından, danışmanlarından, kendilerini karşılayanlardan bu tablolara son verilmesini istesinler.

    Bunun islamiyetle, dinle, inaçla bir ilgisi yoktur. İslamiyet, kurbanın hangi koşullarda ve hangi usullerde kesilebileceğini tarif etmiştir. Hiç olmazsa ona uysunlar. Böylece hem danalar kurtulur, hem de tanıtma masrafları azalır.

    25 Eylül 2001

  • Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez!

    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir. Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz. Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.

    Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır. Bu kavram “koşullandırma”dır.

    Şeytan çıkarmak

    İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor. Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan ilkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.

    Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.

    Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak

    Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir. Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da sürecektir. Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.

    Sağım solum koşullanma

    Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir. Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya çalışır. Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur. Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır. Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.

    İstemeyen kulak vermeyebilir mi?

    Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler istemeyen dinlemez” biçimindedir. Acaba gerçekten böyle midir? Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi? Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?

    En güçlü yanımız, en zayıf yanımız

    İnsan beyni koşullanmaya uygundur. Çünkü öğrenmeye uygundur. Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre uygundur. Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir. Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır. İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır. Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!

    Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur. Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor. Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin sonuçlarıdır.

    Türban değil koşullandırma yanlıştır

    Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır. Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde –örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir. Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü –ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir. Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan –ve diğer varlıkların- istismara açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.

    Benimki seninkinden daha beyaz!

    Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı kesindir. Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır. Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye –ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir. Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır. İnsanın, evrenin –ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi girişimidir.

    Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak

    Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz. Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.

    Men dakka dukka!

    Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır. Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.

    3 Temmuz 2005, Pazar

  • Sivil manifesto (önerisi)

    Bir dizi fırsat ve tehdit birlikte..

    Üçüncü binyıl Türkiye’miz için bir dizi fırsat ve tehditle başladı. Etnik terörün önce şiddetini kaybedip sonra tekrar azması ve AB’ne adaylığımız konusundaki çalkantı bunlardan yalnızca ikisidir. Her fırsat ve krizin, bir potansiyel kriz ve fırsatı içinde barındırdığı unutulmamalıdır.

    Nitekim, terörün bütünüyle ortadan kaldırılabilmesi, başka formlarda tekrar tekrar ortaya çıkmaması, yalnız Doğu ve Güneydoğu’nun değil tüm gerice yörelerin sosyal ve ekonomik gelişmesine bağlıdır.

    Demek ki paradigmalarımızda sorunlar var..

    Bunu gerçekleştirmek için Cumhuriyet tarihimizin girişimleri yeterli olamamıştır. Bellidir ki, bir “gelişme felsefesi” sorunu vardır ve geleneksel kalkınma paradigmamız sorgulanmadıkça bu yetmezlik sürecek ve yeni -ve daha başa çıkılamaz- olumsuzluklara yol açabilecektir.

    AB adaylığımız da benzer bir fırsat-kriz ikilemini bünyesinde barındırmaktadır. AB ile uyum, bireysel, toplumsal ve kurumsal anlamda tüm sistemlerimizi gözden geçirip köklü değişimler yapmamız yükümlülüğünü önümüze koymuştur. Bunları yerine getirebilen gelişmiş bir Türkiye ile, yerine getirmediği için AB kapısından geri çevrilip aşağılanmış bir Türkiye, henüz birarada yaşamakta bulunan iki olasılıktır.

    Bu ve benzeri tabloları birer fırsat olarak kullanabilmemiz, mevcut düşünme biçimimiz ve kullandığı değer yargılarının değiştirilmesini gerektiriyor.

    Albert Einstein’in deyişiyle, sorunlar, onları yaratan düşünme biçimleri kullanılarak çözülemez. Bu denli doğru bir diğer gerçek de, hiçbir değişimin ondan olumsuz etkileneceğini düşünenlerce gerçekleştirilemeyeceği, hatta desteklenmeyeceğidir.

    Bu durumda görünen tek çıkar yol, değişimin olumlu etkileyeceği tüm kurumların birlikte hareket etmeleri ve böylece olası dirençleri aşmalarıdır.

    Şu dört konuda değişim ihtiyacı mutlak ve acildir:

    • Ahlaki Yargılarımızda Değişim

    Ekonomik ve toplumsal gelişmenin olmazsa olmaz koşulu, az sayıda temel ahlaki ilkeden türetilebilecek bir değerler sistemidir. “Yaşamın sürdürülmesi” temel ilkesi, toplumsal hayat kesitlerinde değişik biçimlerde kendini göstermektedir.

    Nasıl ki doğum-yaşama-ölüm doğal süreci bireysel yaşamın sürdürülmesinin anahtarı ise, zamanı geldiğinde yerini, gençler içinden liyakat sahiplerine terkedebilmek de kurumsal yaşamı sürdürebilmenin ahlaki kuralıdır.

    Tüm kurumlarımızın kendi alanlarında, az sayıda ahlak kuralını “Etik Güvenceler” olarak belirleyip ilan etmeleri ve onları bağımsız denetçilerin denetleyip sonuçlarını da afişe etmelerine rıza gösterdiklerini ilan etmeleri gerekiyor. Toplumumuzun bütününde bir ahlaki diriliş ancak böyle bir yöntemle sağlanabilir. (http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=78)

    • Saydamlık

    Özel ya da resmi, birey ya da kurum, tümünün, sır sayılabilecek olan ve açıklandığında toplumun ortak çıkarlarını tehlikeye düşürebilecek olan sınırlı genişlikteki alanların dışında kalan tüm eylemlerinin kamuoyunun denetimine açık olması, çağdaş anlayışın bir diğer olmazsa olmaz koşuludur.

    Sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm birey ve kuruluşların, saydamlık yöntemlerini belirleyip hayata geçirmeleri beklenir.

    Gizliliğin, ulusal çıkar vb adlar altında, çeşitli yetersizlik ya da daha kötüsü eğrilikleri örtmek amacıyla herhangi bir kamu görevlisince kolayca kullanılabilir bir araç olmaktan çıkarılmasını teminen, başta sivil toplum kuruluşları, kamuoyuna örnek olması gereken kişiler, meslek örgütleri olmak üzere tüm kişi ve kuruluşların hesaplarını, kararlarını ve eylemlerini ve de bunları rutin hale getirecek yöntem niyet ve planlarını açıklamaları ve bu yolla devlet kuruluşlarını özendirmeleri, bu yolla bir ölçüde de zorlamaları beklenmektedir.

    • Katılım

    Kararların, o kararlara taraf olanların gıyaplarında ve onlar için doğru olduğu varsayımıyla alınması, sivil ve resmi kişi ve kuruluşlarımızın büyük çoğunluğunun geleneksel yaklaşımıdır.

    Okullarda öğretilenlerin neredeyse tümünün öğrenciler için “iyi”; belediyelerin icraatının tamamının halk için “yararlı”; devlet kurumlarının eylemlerinin de yine toplum için “gerekli” olduğu, bu anlayışın birer türevidir.

    İkinci bin yılda, çoğulcu demokrasilerde çoktan norm haline gelen yaklaşım ise bu değildir. Kararların, o kararlara taraf olanların katılımlarıyla, ortak akıllarıyla alınması geçtiğimiz yüzyılın bir standardı olmuştur.

    Halk adına ve onlarsız alınan kararların nasıl yanlış olup halka zarar verebildiği, 1999 yılında yaşanılan deprem felaketinden sonra inşa edilen prefabrik konutlar konusunda somut olarak yaşanmış ve depremzedelerin de içinde bulunduğu “taraflar”ın ortak akıllarına başvurmadan alınan kararların sonunda, bu konutlara girecek kişilere yalvar-yakar olunmasına yol açtığı görülmüştür.

    Biz sizin için iyisini biliriz” yaklaşımının terkedilerek, “ancak hepimiz, ortak aklımız yoluyla doğru kararları alabiliriz“in benimsenmesi, yine kamuoyunu etkileyen kanaat önderlerinin ortaya çıkıp örnek davranışlar sergilemelerini beklemektedir.

    Özel ya da resmi birey ya da kurumların, benimseyecekleri katılım ve ortak akıl yöntemlerini ilan etmeleri, medyanın bunları duyurması ve bu yolla devlet kurumları üzerinde bir demokratik baskı ortamı oluşturulması beklenmektedir.

    • Farklılıkların Bütünlüğü

    Farklılıklar korunmadan, hiçbir sistemin işe yarar bir ürün üretmesi mümkün değildir. Değeri olan ürünlerin ortak yanı daima sıradanlık dışı birşeyler içermesidir. Bir başka deyimle her türlü değerli ürün, farklılıkların yönetilmesiyle ortaya çıkar.

    Pratikte ise -genellikle- olan bu değildir. Farklılıkları belirleyip, onların savunulabilecek sıradışılıklarını farketmeye çalışmak, sonra da diğer farklı olanlara karşı durabilmek çaba harcamayı gerektirir. Bunun yerine kitlesel tekdüzelik daha kolaydır.

    Bir konuda kurallar koymayı planlayanların genellikle ilk akıllarına gelen risk, kurallara muhatap olacak olanlardan gelmesi olası itirazlardır. Buna karşı ilk akla gelen ise, herkese “eşit” muamele yapıldığı önlemidir. “Eşit”in ne zaman istendik ne zaman istenmedik bir şey olduğu düşünüldüğünde, kural koymadaki eşitliğin teklik, birlik yani farksızlık değil, gereğince davranmak olduğu kolayca görülür.

    Yaşamın yüzlerce kesitinde eşitlik, tek düze muamele değil gereğince muameledir. Eşitliğin en geçerli olduğu “kanun önünde” eşitlik dahi birlik, teklik ve farksızlık değil, yine “gereğincelik”tir ve yasaların, taraflara onların durumları göz önüne alınarak uygulanması demektir. Hatta denilebilir ki, binlerce sayfalık hukuk düzeni, hep bu “gereğince”lerin gözden kaçırılmaması için uyarılardan ibarettir. Eşitliği böyle değil de farksızlaştırma gibi almak ise, bu konulara pek kafa yormamış kişilerin itirazlarını önlemek için kullanılabilecek ilkel bir yoldur.

    Din, mezhep, dil, etnik köken ve diğer farklılık kaynakları, devletin en önemli birkaç görevinden ancak birisi yoluyla bir zenginlik kaynağına dönüştürülebilir. Bu görev şu iki ilkeyle betimlenebilir:

    1. Hiç kimse, hiçbir amaçla, hiçbir konuda bir başkasını koşullandıramaz. İnsanın koşullanmaya açıklığını kullanarak kendi doğru, iyi ve güzel saydıklarını benimsetmeye girişemez. Yalnızca, bilgilendirmek istediği alanlarda, koşullandırmasız öğrenme ortamları oluşturabilir.
    2. Belli bir ideoloji yönünde kendi özgür seçimleriyle arzu edenleri bilgilendirmek amacıyla öğrenme ortamları oluşturanlar, ideolojilerini hiçbir yönü gizli kalmayacak biçimde açıkça ilan etmek zorundadırlar.

    Devlet bu ilkelerin sadık bekçisi olarak alabildiği sürece farklılıkları sömürmek, bir farklılığı bütüne egemen kılmak isteyenler daima “katlanılabilir bir azınlık” olarak kalmak durumundadırlar.

    Farklılıkların Bütünlüğü açısından beklenen, devlet kurumlarımızın bu ilkeyi özümlemeleri, dini, mezhepsel ve etnik farklılıklara böylece yaklaşarak gereklerini yapmalarıdır. Özgürlük tanınacak ve aksine hiç tolere edilemeyecek alanlar kesin sınırlarıyla bellidir.

    Ne dersiniz, böyle bir manifestoyu siyasi partilerimizden beklemeye hakkımız yok mu? Hem de şimdi tam zamanı iken!

    Pazar, Temmuz 15, 2007

  • “Laiklik” -bu tanımla- niçin satmadı ve de satmaz!

    Niye satmıyor?

    22 Temmuz 2007 seçimleri üzerinde nicel ve nitel değerlendirmeler yapıladursun, anlaşılmak için çaba harcanması gereken nokta, CHP’nin -çeşitli türevleri de bulunan- başlıca ürünü olan “laikliğin korunması” argümanının nasıl olup da hiç satmadığıdır.

    Bunun anlaşılabilmesi, CHP’nin performansı açısından değil çok daha önemli nedenlerden dolayı gerekir. Korunmaya çalışılmasına rağmen hemen hiç etkili olunamadığı AKP’nin gerçekleştirdiği büyük oy patlamasıyla tescil olunan laiklik, büyük halk kitleleri tarafından acaba başka bir şey olarak mı anlaşılmaktadır?

    Anayasamızın başlangıç maddesi laikliği şöyle tanımlamıştır: “kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmaması“. Türk Dil Kurumu’nun tanımı da tamamen benzerdir.

    Peki, laikliği anayasada tanımlandığı şekliyle doğru anlayan bir yurttaş, “dindar bir cumhurbaşkanı isterim” ya da “cumhurbaşkanı eşinin başı örtülü olabilir” denildiğinde, bundan “laiklik tehdit altındadır” anlamını çıkarır mı? Bence çıkarmaz, çıkarmaması da doğaldır.

    Ne ilgisi var?

    Cuhurbaşkanının veya bir yüksek bürokratın dindar ya da eşinin başının örtülü olması ile “devlet ve din işlerinin birbirine karıştırılmaması” ilkesinin ilgisi nedir?

    Anayasamızdaki tanımıyla laiklik, devlet işlerini ve politikayı ilgilendiren kararların -öznel olan- dini duygulara göre değil, daha nesnel olan akılcılığa göre alınmasını öngörmektedir. Yani kişinin dindar olup olmaması ya da eşinin kıyafetiyle ilgili değildir.

    Bu argüman, her akıl fikir ya da eğitim düzeyindeki insana çok kolay anlatılabilir. Bunun aksi yönde bir telkin ise telkinde bulunulanı mazlum, bulunanı ise zalim olarak nitelendirmeye yeter.

    Bu laiklik tanımını doğru kabul eden insanlar şöyle de düşünebilirler:

    • Din ve devlet işleri niçin karıştırılmamalı? Çünkü din işleri öznel din duygularına dayanır, doğrular herkese göre değişir; devlet işleri ise nesnel olmak zorundadır.
    • Peki devlet işleriyle, örneğin “demokrasi“, “serbest piyasa ekonomisi“, “liberalizm” gibi çokça öznellik içeren ideolojiler nasıl karıştırılabiliyor?
    • Örneğin vicdan bir ahlaki ideoloji kavramıdır ve dini ideolojinin bir parçası -mükemmelen- sayılabilir. Buna göre, vicdanına göre hüküm veren bir hakim dini duygularından arınıp da mı karar vermektedir?
    • O halde -bu tanımıyla- laiklik pek de önemsenecek bir kavram değildir!

    O halde neden belli..

    Eğer bir siyasi parti, laikliğin bu tanımına dayalı bir tehdit ve bu tehdide dayalı bir koruyuculuk önerirse bunun satmamasından daha doğal ne olabilir.

    Neredeyse kesin olan, bugün satmayan -bu tanımla- laikliğin, yarınlarda da satmayacağıdır; genel başkan kim olursa olsun, yıl kaç olursa olsun.

    Ayrıca, yine kesin olan bir başka şey, hangi parti olursa olsun, -bu tanımla- gerçek laikliğin daima ve de bizzat onu koruduğunu savunanlar tarafından sağlanan destekle tehdit altında olacağıdır.

    Hele hele geniş halk kesimleri laikliği, tesettür ile açık baş gibi iki somut simgeye indirger -ki başka türlüsü de olamaz- laiklik artık tehdit altında dahi sayılmaz, çünkü artık laiklik filan tamamen laf salatasından ibarettir.

    Nitekim, cumhurbaşkanı adayının eşi kalkıp “ben başımı açmanın laiklik gereği olduğunu idrak ettim, açıyorum” dese laiklik savunucularının hemen tamamı büyük bir sevinçle onu desteklemez mi?

    22 Temmuz seçimlerinden alınması gereken ders, bu tanımıyla laikliğin bir işe yaramadığının anlaşılmasıdır.

    Eğer şöyle anlamaya başlarsak:

    Eğer bir mucize gerçekleşir de, laiklik kavramının değil “bir başka ilkenin” korunması gerektiği, laikliğin o ilkenin türevlerinden sadece birisi olduğu anlaşılırsa o zaman bambaşka bir özgürlük ortamı doğacaktır.

    O ilke “koşullanmama hakkı”dır!

    Hukukçular, ceza yasalarının en belirleyici ilkesinin “verilen kalıcı zarar” olduğunu söylerler. Tamamen eşit koşullarda iki kişiye 1 santim kadar saplanan bıçak, birisinde para cezasına diğerinde onlarca yıl cezaya neden olabilir. Çünkü bıçak birisinde kaba ete, diğerinde ise gözüne saplanmıştır.

    Bir insana verilebilecek en kalıcı zararların başında, onun tüm yaşamı boyunca kararlarını etkileyebilecek zinsel kurgusunu (mind set) onun istemi dışında ve yaşam alanını daraltacak şekilde şekillendirmektir. Böylece diş fırçalamanın, kişisel hijyenin, toplum içinde bir arada yaşama kurallarının öğretilmesinin, kişinin yaşam alanını daraltmadığı aksine genişlettiğine de işaret edilmektedir.

    Bunu ister eğitim, ister başka bağlamlarda yapmak, dindarlar için günah, diğerleri için ise ayıptır, insanlık suçudur.

    Bu niçin böyledir?

    Çünkü -tüm diğer canlılar gibi- insan türü de yüksek öğrenebilirlikle donanımlı olarak dünyaya gelmektedir. Yaşamına yönelik her türlü tehdide ancak öğrenebilerek karşı koyabilen bu tür, bu yolla çok keskin bir öğrenebilirlik geliştirmiştir.

    Nereden, kimden, nasıl öğreneceği konusunda da -yine atalarından öğrenerek- bir model geliştirmiştir: güven duyduğu kişileri rol modeli alıp, onların sözlerine kulak vererek!

    Nasıl ki ceza yasasında “güveni kötüye kullanma” en ağır cürümlerden biriyse, kişide güven oluşturup sonra da bunu kendi doğrularını ona ezberletmek için kullanmak, tam olarak güveni kötüye kullanmaktır.

    İşte bu nedenle, kıskançlıkla korunması, her tür tehdite karşı uyanık olunması gereken,  algıların kalıcı  olarak değiştirilmesi demek olan “koşullandırma girişimleri“dir.

    Dindar cumhurbaşkanı değil, dindarlığını -çeşitli yollarla- yaymaya çalışan, makamı nedeniyle sahip bulunduğu yüksek güvenilirliği kullanarak, kendisine güvenenleri dindarlığı konusunda koşullandırmaya kalkması kabul edilemez. Dindarlığını, bu tür bir koşullandırmaya yönelmeden yaşayan bir kişiye ise kim ne diyebilir?

    Benzer durum tesettür için de geçerlidir…

    Dini inançları nedeniyle örtünmek isteyen bir eş, -benzer güvenilirlik nedeniyle- yüksek bir koşullandırıcılığa sahip olduğu için toplum önünde, saklı koşullandırma simgesi olabilecek kıyafet öğelerini kullanmaktan sakınmalıdır.

    Dini öğretiler, uyulması gereken kuralları koşullara bağlamıştır, hiç birisi koşulsuz değildir. Namaz kılmak müslümanların uymaları gereken bir kuraldır, koşulu ise sağlığının elverişli olmasıdır. Benzer durumda hacca gitmek de, maddi durumu uygun olanların uyması gereken bir kuraldır.

    Bulunduğu konum, başkalarının rol modeli olarak kabul edebileceği durumda olanlar için, bir çeşit zorlama olan koşullandırmadan kaçınabilmek için simgesel kıyafetler kullanmamak pekala mümkündür. Dindarla dinci arasındaki fark budur. Dindar bunu yapabilen, dinci ise bunlara aldırmayan, her yolla ideolojisini yaymaya çalışandır.

    Bir de tersini düşünelim!

    Hiçbir dini simge taşımayan, ağzından laiklikten başka söz çıkmayan, ama doğrularını koşullandırma yoluyla yaymayı, zorlamayı adet edinmiş bir kimsenin durumu nedir?

    Bu kişilere bir ad vermek gerekirse “laikçi” demek yerinde olabilir.

    Ortak yan!

    Sürpriz gibi gelebilir ama laikçiler ve dinciler aynı kişiler olup sadece kıyafetleri farklıdır; kafalarının içleri ise tamamı tamamına aynıdır. İkisinin de tek amacı vardır: kendi doğrularını başkalarına da benimsetmek ve böylece kendini güvende hissedebileceği bir çevre yaratmak.

    Nasıl kurtulunur?

    Koşullandırmanın vazgeçilemez olduğunu o kadar çok “laikçi”den ve “dinci”den duydum ki, artık laik ve dindarların kendi aralarında dayanışarak bu sosyal tümöre (koşullandırma) karşı ortak mücadele vermesinden başka yol görünmüyor.

    Yani çözüm laik dindarlardadır.

    Temmuz 25, 2007

     

  • Beklemediği yerden yumruk yemek!

    Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!

    Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.

    Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.

    Ölçütler dolaylı da olabilir

    Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.

    Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.

    Sistem beklentileri temsil etmelidir

    Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.

    Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.

    Cari açık önemli mi önemsiz mi?

    Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.

    Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.

    Büyük resim ne?

    Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.

    Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!

    Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.

    Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.

    Bu söz tarihe geçmelidir:

    Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.

    Yani:

    Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.

    25 Şubat 2007

  • Kentlerimizde gelişme arayışları

    Sevinelim

    Son yıllarda giderek hızlanan -sevindirici- bir eğilim, yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kentsel / yöresel ekonomik kalkınma, sosyal gelişme konularındaki girişimlerdir.

    Bu sevindirici gelişimin daha da olumlu bir yanı, itici gücün genellikle Devlet Dışı Örgütlenmeler (DDÖ-NGO) kanalından gelmesidir.

    Kimi yerde turizmin geliştirilmesi, kimi yerde bir yerel potansiyelin kullanıma sokulması gibi amaçlar, meslek örgütleri, yerel dernek ve vakıflar, kişiler, ticari kuruluşlar tarafından başlatılmakta, yanlarına yerel idareleri ve resmi kurumları da alabilmektedirler. Bir yöre ancak bu tür ortak girişimlerle kalkınıp gelişebilir. Buna hep birlikte sevinmeliyiz.

    Ama şu noktaya dikkat!

    Bu sevindirici eğilimin beklenen sonuçlarını verebilmesi için şu tuzağa düşmemek gerekiyor: Gelişim amacıyla alınan ortak akıl kararlarının bir plana -ve sonra da zamanlanmış bir programa- dönüştürülmeyip, tekrar tekrar aynı konuların irdelenmesi.

    Böylece zaman içinde hem emek, zaman gibi kaynak kaybı, hem de “bu iş olmaz” gibisinden bir yaygın kanı oluşması gibi zararlar da ortaya çıkabilir.

    Peki bu niye oluyor?

    Bu sorunun altındaki en önemli kök-neden, söz konusu arayışların “tek, etkili ve kolay bir çözüm”e oturtulmaya çalışılması, bu gerçekleşmediğinde tekrar aynı arayışın içine girilmesi ve bu sürecin yöredeki çeşitli kurumlarca defalarca tekrarlanmasıdır.

    Gelişme bir dizi eylemin birlikte uygulanmasının sonucunda doğabilir

    Bir yörenin gelişiminde -en azından- şu eylemlerin yer aldığından emin olunmalıdır:

    • Çalışmaların yürütülmesini izleyip gereken rota düzenlemelerini yapacak / önerecek bir daimi çalışma grubu oluşturulması,
    • Yapılacak ortak akıl çalışma(lar)ı sonunda bir Politika Belgesi (Policy Paper) oluşturulması,
    • Gelişmeyle ilgili yöredeki sektör örgütlerinin, “kök sorun” (root problem), “hayalet sorun” (phantom problem) kavramları konusunda aydınlatılmaları ve sektörlerin ortak kök sorunlarının belirlenerek çözüm planlarının bunlar üzerine inşa edilmesi. (Aksi halde, az sayıdaki kök sorunun birbirinden farklı görüntüsü olan yüzlerce sorun ile uğraşılmak gibi imkansız bir durumla karşı karşıya kalınabilir).
    • Devletin, serbest rekabet ortamına dayalı ekonomilerde işlevlerinin neler olduğu konusunda toplumumuzda önemli yanılgılar mevcuttur. Devletin işlevleri konusunda genel bir iletişim kampanyasının yürütülmesi [1],
    • Yöredeki her sektörle ilgili olarak etik kuralları belirleyip ilan edecek örgütlenmelerin özendirilmesi amacıyla “her alandaki iyilerin dayanışması”nın özendirilmesi [2]
    • Yöreyle ilgili gelişme çabalarını destekleyebilecek iç ve dış kaynaklı bilgi ve belgelerin -ya da bunların bilgilerinin- bir bilgi merkezinde toplanması (LEDIS, [3] benzeri).
    • Herhangi bir sorun -aynen bir kimyasal bileşikte olduğu gibi- birden fazla sorunun bir araya gelerek oluşturduğu bir “bileşik” şeklindedir [4]. Gelişmeyle ilgili herhangi bir kesimin sorunlarının önemi (ya da değeri) “doğurganlığı” ile orantılıdır. Bir sorun ne kadar çok soruna kaynaklık ediyorsa o denli değerlidir. Çünkü çözülmesi halinde, içinde yer aldığı sorunlar ya ortadan kalkacak ya da en azından bileşik içindeki bir girdi ortadan kalkmış olacağı için sorunun tahripkarlığı azalmış olacaktır.
    • Bir sorunun değerini takdir ederken kullanılabilecek asit testi, kendisini oluşturan sorunların sayısıdır. Bir sorun temel sorun elementi denilebilecek -aynen kimyadaki temel elementler gibi- sorunlara ne kadar yakınsa o denli değerlidir. Aksine, birkaç temel elementten oluşan bir sorun ve/ya birkaç sorundan oluşan bir bileşik sorun ya da birkaç bileşik sorundan müteşekkil daha karmaşık bir sorun ise o denli az değerlidir.
    • Yapılacak ortak akıl çalışmalarına katılacak olanlar kuşkusuz gelişmeyle ilgili gerçek sorunları dile getirirler. Çünkü o sorunlarla beraber yaşamakta, onların sıkıntılarını bizzat çekmektedirler. Fakat üzerinde durulması gereken nokta, bu sorunların ne kadar “değerli” olduklarıdır. Yani, ne kadar soruna kaynaklık ettikleri -doğurganlıkları- önemlidir.
    • Yapılacak olan çalışmalarda geliştirilecek olan çözümlerin yaygınlık ve derinlik açılarından değerlerini artırmak amacıyla, daha geniş bir SORUN ÇÖZME ARAÇLARI PORTFÖYÜ içinden seçilmeleri yararlı olacaktır. Bunu teminen, Sorun Çözme Araçları konusunda bir kılavuzun hazırlanması önerilir.

    Bu ve gelecek yüzyıllar artık Ağ Tipi Örgütlenmeler çağı olacaktır. Herhangi düzeyde sorumluluk taşıyan herkesin ilk özümsemesi gereken bilgi bu olmalıdır.

    11 Mart 2007, Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=130

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457

    [3] http://www.ledis.co.uk/

    [4] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237