• Alkışlanabilir ama imkansız!

    ‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.

    O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.

    Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”

    Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”

    Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.

    Ne alâka?

    Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için  çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.

    İşte bir sorun ve çözüm örneği..

    Sorun: Maden kazaları

    Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:

    1. Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
    2. Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
    3. Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.

    Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek  katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.

    Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.

    Peki niçin imkansız?

    1. Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
      1. Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
      2. Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
      3. Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
      4. Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
      5. Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
      6. Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
      7. Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
    2. Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.

    Ama bunun için de:

    1. İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
    2. Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
    3. Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
    4. Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
    1. Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.

    Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.

    İyi de ölelim mi yani?

    Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.

    Eğer:

    • Evet ölelim!

    Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.

    Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.

    • Ne münasebet ölmeyelim!

    Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.

    Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine,  aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.

    “Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.

    Kolay gelsin.

    5 Kasım 2014 Çarşamba

  • Farklılıklarımız -nereye kadar- Zenginliktir ?

    Son yılların galiba en çok kullanılan sloganlarından birisi de “farklılıklarımız zenginliktir” sözüdür. Gerçekten de cıvıl cıvıl renkler içeren bir buket çiçek, elbise ya da yatak örtüsündeki “bir aradalık” insana yaşam enerjisi katıyor.

    Benzer şekilde bir arada yaşayabilen, dili, inancı, dış görünüşü farklı insanlardan oluşan bir insan topluluğu da, biteviyeliğin yıpratıcılığından koruyup, insan dışındaki canlı-cansız varlıklar bütününün bir parçasından başka bir şey olunmadığını sürekli hatırlatabilir.

    Peki, bu çeşitliliğin bir sınırı var mıdır?

    Ya da, yaşamı zenginleştiren –belki de evrimsel açıdan bir avantaj katan- bu farklılıklar nereden sonra bir dezavantaj olmaya başlar; böylesi bir sınır var mıdır?

    Soru sorulunca cevabı da kendi içinden doğmaya başlıyor. Farklılıkların birlikte yaşamasını güçleştirecek tek olası neden, bir bileşenin, “bileşenler arası eşitliği bozacak derecede bir ayrımcılık talep etmesi”, bu yolda uzlaşmaz bir tutum içinde bulunmasıdır. Bu durumda bir arada yaşamak güçleşeceği gibi, temeli uzlaşmak olan demokrasi gibi bir rejimin uygulanması da imkansız hale gelecektir.

    Türkiye, demokratik rejimi benimsediği yıllardan bu yana, farklılıklar birliğini oluşturması hedeflenen bileşenlerin sürekli olarak ayrımcılık talepleri ile karşı karşıyadır: Kendinin Cumhuriyetin kurucu ortağı olarak kabul edilip -coğrafi özerklik, su ve enerji kaynaklarının sahipliği gibi- ayrıcalıklı haklar verilmesini talep eden ırk temelli “farklılık” ya da İslam’ın özel bir yorumunun, defalarca yeniden yorumlarının (onlarca cemaat) tüm nüfusa uygulanması peşindeki “farklılıklar” sadece birkaç örnektir.

    Dilini konuşmak, kültürel kimliğini korumak, İslam dininin gereklerini yerine getirmek gibi doğal hakların koruyuculuğu arkasında gizli kapaklı yürütülen farklılık talepleri ise birer zenginlik değil fakirlik kaynağıdır.

    Kuşkusuz, her kesim kendince makul gördüğü bir ayrıcalığı talep edebilir; makul olmayan, bunu demokrasinin bir gereği olarak talep edip, sonra da bütünün kendi bütünlüğünü koruma yolundaki reflekslerini (terörle, fanatizmle mücadele gibi) anti-demokratik olarak nitelemek; dahası, bu refleksi dumura uğratacak girişimleri geçmişle yüzleşme, barışma vs olarak takdim etmektir.

    Toplumumuzun aydın kesiminin henüz bir sorun –hatta sorunların anası- olarak gör(e)mediği Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği’nin sonuçlarından yalnızca birisi olan bu trajik durum, onu talebeden ve destekleyenleri de yutabilecek bir kısır döngü’dür.

    Demokrasi eğer bir birlikte yaşama kontratı ise, tek kabul edilemeyecek kontrat maddesi birlikte yaşamı reddetmektir. Ayrı ayrı birlikte yaşamak ise ancak bir oksimoron örneği olabilir.

    Sözün özü şudur..

    Birbiriyle uzlaşamaz talepleri “zenginlik yaratan farklılıklar” olarak takdim etmek ya bir kavram tanımlama yetersizliği ya da akıl-fikir eksiği değilse, iyi gizlenememiş birer art niyettir.

    20 Ağustos 2014

  • 1915 Ermeni Soykırım İddiaları

    1. Sorun Nedir?

    Hangi konuda olursa olsun, bir sorun’un çözülemeyişinin çeşitli nedenlerinin başında muhtemelen “sorunun iyi tanımlanmayışı” geliyor. Buradaki “tanımlanma” kavramı ile kastedilen şudur:

    1.1.  Sorun hangi semptomlarla kendini gösteriyor?

    Çeşitli toplumların parlamentolarında Türkiye’yi veya geçmişini mahkum eden kararlar alınması, aksini iddia etmenin dahi suç olarak ilanı, diplomatlarımıza karşı geçmişte uygulanan terör, yurt dışında yaşayan Türklere karşı baskılar gibi.

    1.2.  Sorunun kök neden(ler)i (root causes) nelerdir?

    Toplum yaşamının çeşitli alanlarında karşılaşılması gayet doğal olan sorunlarını çözmekteki kronik yetersizlikleri nedeniyle giderek büyüyen bir sorun stokunun baskısı altında –tüm kurumlarıyla birlikte- kalan toplumumuz, uluslararası ilişkilerin değişmez vahşi gerçeğinin bir gereği olarak, sahip olduğu ve/ya ürettiği değerlerini, daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip toplumlara kaybetmektedir.

    Bu oyunun kurallarına göre, her toplumun kendi mensuplarına daha yüksek yaşam standartları sağlayabilmek için daha fazla “değer”e ihtiyacı vardır. Bu değerlerin bir bölümünü kendi üretirken, mümkün olan azamisini de başka toplumların ürettiği değerleri -çeşitli yollarla- kendi insanlarına transfer etmektedir. Bu sömürü sürecinin başlıca enstrümanı ise, sömürülecek toplumların çözemediği sorunlarının birer koz olarak kullanılmasıdır. 1915 Ermeni olayları bu amaçla kullanılan bir enstrümandır.

    1.3.  Söz konusu sorunun, sorun stokumuzdaki diğer sorunlarla etkileşimi var mı, nasıl?

    Bizi sıkıştıran her sorun’un dönemler itibariyle yarattığı baskılar arttığında, daha güçlü ülkelere mutlaka belirli tavizler vererek geçici olarak rahatlamamız bir rastlantı gibi değerlendirilemez. Bu, uluslararası boyuttta ya da öyle bir boyut kazandırılmış tüm sorunlarımızın dipten bağlantılı olduğu ve hepsinin aynı bir amaca hizmet için rakiplerimizce birer koz olarak kullanıldığının basit bir göstergesidir.

    Gerek 1915 olayları dolayısıyla maruz kaldığımız baskı, gerek ayrılıkçı terör, gerekse İsrail ile yarattığımız sorunun yansımaları, tümü sorun çözme kabiliyeti yetersizliğimizin dışavurumlarıdır. Hepsinin ortak paydası bu yetersizliktir.

    Bu sorulara –özellikle de ikincisine– net cevap veren bir tanımlama yapılmaksızın, ne Ermeni sorunu, ne de diğer sorunlarımız için geliştirilebilecek çözümler amaca hizmet edebilecektir.

    Buna göre, Ermeni İddiaları Sorunu etiketiyle tartışılagelen sorun iyi tanımlanmamıştır ve bu tanım yetersizliğinin dolaylı sonuçları da –en azından- şunlar olmuştur:

    (a)  Amaç hasıl olmamıştır,

    (b)  Sorunun kökleri (roots) yerine dışavurumları ile boğuşulduğu için, hem kökler giderek yeni sorunlar üretmekte, hem de evrim kanunları şu hükmünü icra etmektedir: Doğada beceriksize yaşam hakkı yoktur.

    (c)   Kök sorunlar yerine “Ermeniler” bir sorun gibi görülmeye başlanmış, bu da  “Türk” algısını olumsuz etkilemiştir.

    (d)  Gelişmemiş toplumlar için, “Kısıtlı kaynaklarını iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için heba eden toplumlar” şeklinde bir tanım genellikle kullanılıyor. Devletin ve sivil kesimin sınırlı kaynaklarının, iyi tanımlanmamış Hayalet Nedenler (phantom causes) yönünde kullanımı bu tanıma uyar görünüyor.

    2. Gerçekler nelerdir?

    İçine insan öğesinin girdiği olaylar için doğrular çok olsa da, gerçekler (truths) genelde tektir. 1915 Ermeni olaylarında “gerçekler” nelerdir? Tartışan kesimler “gerçekler” üzerinde uzlaşamadığı takdirde, herhangi bir çözüm söz konusu olamaz.

    Diğer yandan, gerçekleri belgeleyebilecek tüm kanıtlar da mevcut olamayacağına göre, en azından mevcut olanların saklanmadan ortaya çıkarılması en yalın ihtiyaçtır. Tarafımızdan yapılan tüm savunmalarda  o yılların idarelerini  “tamamen hatasız” olarak göstermemiz akıllıca bir yöntem olmadığı gibi; yapılmış hataların hiç bir şekilde soykırım olarak tanımlanamayacağı da bir “gerçek”tir.

    Ortada, -çeşitli kesimlerce- gerçekleri temsil ettiği savunulan olgular vardır; fakat, başta Ermeni arşivlerii olmak üzere, birçok önemli ülkenin arşivleri -pratik olarak- henüz kapalıdır. Sağlam bir strateji ise ancak gerçekler üzerine kurulabilir.

    Gerçeklerin tam ve eksiksiz olarak bilinmesine engel olabilecek önemli bir faktör, duygusal ve/ya milliyetçi bakış açılarıyla ifade edilen argümanlardır. İçinde bir tane duygusal öğe içeren bin kanıtlık bir savunma, sadece bu birisi nedeniyle çürütülmeye adaydır. Halbuki, gerek akademik kesimde, gerek devlet katında ve gerekse sivil toplum kesiminde kurum ve bireyler içinde son derece birikimli bilgi kaynaklarımız mevcuttur.

    1915 olayları sırasında yaşamlarını kaybedenlerin tamamının, “vatandaşı olduğu devleti arkadan hançerleyen işbirlikçiler” olmadığı gerçeği, (3)ncü maddede önerilen “sağlam zemin” yoluyla karşılanıp, “üzüntü” beyan edilmesi doğaldır.

    Benzer şekilde, bu çatışmalarda yaşamlarını kaybeden diğer Osmanlı vatandaşlarının da unutturulmaması önem taşıyor.  Onların da, adı soykırım değil ama bir katliam olarak belirli bir tarih itibariyle anılmaları gerçekçi bir tutum olur.

    3. Sağlam zemin (rock bottom) nedir?

    Osmanlı Devleti’nin tüm tartışmaların ötesinde ve üstünde, tüm suçlamaları boşa çıkarabileceği zemin kanımca şudur: Saldırılara karşı kendimizi koruma yolunda (preemptive actions dahil) tüm önlemleri almak hakkımızdır ve bunu tartışmayız. Bu hakkın, bir ülkenin toprakları çok yönlü saldırı altındayken mevcut  kargaşa ortamında kullanımından doğan sonuçlardan üzüntü duymamız insani bir duygudur, fakat pişmanlık değildir. Benzer her kalkışma halinde benzer önlemleri almaktan kaçınmayız.

    4. Çözüm önerileri

    4.1.  Unutulmaması gereken ilkeler:

    4.1.1.    Değer iletişimi ilkesi uyarınca az söz.

    4.1.2.    Övünmekten ve yermekten uzak durmak.

    4.1.3.    Kök-nedenlere dayanmayan eylem yapmamak.

    4.1.4.    Gerçekçi ve amaç odaklı olmak, sınırlı kaynakları israf etmemek.

    4.1.5.    Şimdi ve burada türü çözümler ihmal edilmese de, yarın ve ötede türü çözümlere ağırlık vermek.

    4.1.6.     Her sorun, anlamak ve çözmek için özel bir “dil”; her dil ise “o soruna özgü kavramlargerektirir. Mevcut dili kullanarak bugünkünden daha etkili çözümler bulunamayabilir.

    4.1.7.    Ve nihayet: T.Roosevelt’in ünlü “Yumuşak konuş, ama elinde iri bir sopa bulundur; daha ileri gidersin” ilkesinin, bu hayalet (phantom) sorun’un çözümü olduğunun hiç unutulmaması. Türkiye gerçekte haksız olduğu için değil, güçsüz olduğu için bu baskılara maruz kalmaktadır.

    4.2.  Yukarıdaki tanımlamalar ve bu ilkelere dayalı olarak geliştirilebilecek çözümler, kişi ve kurumların imkan ve kabiliyetleriyle orantılı olarak değişik olabilir; olmasında da yaratıcılık açısından yarar vardır.

    4.3.  Çok sayıda, irili ufaklı, az ya da çok etkili / yetkin kişi ve kuruluş bu konularda çalışıyor. Net bir gözlem, bunlar arasında sinerji üretebilecek bir işbirliğinin pek az olduğu, çoğunun birbirini “beceriksizlik” ile küçümsediği / aşağıladığı / suçladığı’dır.

    Bu eğilimin net sonuçlarından birisi, etki-tepki kaçınılmazlığı nedeniyle küçümsenen / aşağılanan / suçlananların da diğerlerine karşı benzer tutumlar içine girmeleridir. Bu akıllıca bir yöntem değildir ve Sorun Çözme Kabiliyeti yetersizliğinin bileşenlerinden birisidir. İşe yarar işbirlikleri geliştirebilmek için bu tutumdan vazgeçme konusunda bir girişim yararlı olacaktır.

    4.4.  Değinilen bu irili ufaklı “mücadele odakları” arasında arzulanan sinerjinin oluşamamasının kanımca başlıca iki nedeni var:

    4.4.1.    Birbirlerinden haberleri yok ve/ya yukarıda açıklanan dışlama eğilimleri.

    Çözüm 1: Bir iletişim ağı geliştirilmesi ve herkesin birbirini eylemleri hakkında kısaca bilgilendirmesi.

    Çözüm 2: Dışlayıcı tutumların farkına varılması (bkz 4.1.2)

    4.4.2.    Her birimiz, toplum sorunları konusunda kuşkusuz duyarlıyız. Duyarlıklarımızı, seçtiğimiz sorunların çözümleri yolunda zaman, çaba, para vb kaynaklarımızı kullanarak gösteriyoruz.

    Bir gözlemim şöyle: Seçtiğimiz sorunlara o denli yoğunlaşıyoruz ki, zaman içinde kendimizden birer parça haline gelebiliyor. Kuşkusuz bu çok iyi. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var: Farklı sorunlara yoğunlaşanlar arasında sinerji pek olamıyor. Bu sorunların köklerine inildikçe, bileşenler arasında büyük olasılıkla kimi aynılıklar ortaya çıkacaktır. Bu ise sinerji üretimi için bir engel olsa da, aynı zamanda önemli bir fırsat da olabilir.

    Bu durumda tek ihtiyaç, üzerinde çalıştığımız sorunların kök-bileşenleri hakkında iletişim kurmaktan ibaret gibi görünüyor.

    Bu yolda bir başlangıç için, Ermeni iddiaları konusunda çalışan tüm kişi ve kuruluşlara aşağıdaki sıralamaya benzer (içerikleri farklı olabilir) bir tanımlama yapmaları yolunda bir çağrımı iletmek isterim.

    1. Ermeni soykırım iddiaları sorunu için:
      Adlandırma: Ermeni soykırım iddialarıyla haksız suçlanma
      Tanımlama: Çeşitli alanlardaki pazarlık güçlerini artırmak amacıyla koz konseptini kullanagelen ülkelerin, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan birisi olan Türkiye’ye karşı, Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kalkışmasına karşı aldığı önlemlerin kaçınılmaz sonuçlarını kasıtlı olarak istismar etmeleri ve bu yolla ihtiyaçları olan “değerleri” kendi toplumlarına transfer etmeleri.
    2. “Sorun”un kökleri[1] (roots) içinden en önemli iki tanesi (öncelik sırasına göre): Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyetinin düşüklüğüne yol açan çeşitli kök-sorunlardan en önemli ikisi:
      • Koz konsepti hakkında sistemik bir anlayışın, toplumun aydın tavırlı kesimlerinde yerleşmemişliği. Bunun bir sonucu olarak da, uluslararası ilişkilerdeki en etkili aracın koz yönetimi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi.
      • Birbirine sıkıca bağlı (Türkçe diline hakimiyet) ve (doğru[2] düşünme) konularındaki yetersizlik sonucunda ortaya çıkan:
        • Uzun, birbirini tekrarlayıcı ve yer yer nakzedici, tanımsız kavramlara dayalı, süslü, duygusal, şiddetli,  fakat az değer taşıyan ifadeler yoluyla iletişim,
        • En azından önemli kavramların tanımlarındaki belirsizliklerin bir sorun olarak sayılmayışı,
        • Türkçe diline yetersiz hakimiyetin bir türevi olarak sayılabilecek yabancı dil hakimiyeti yetersizliği.
        • Bir soruna yol açtığı düşünülen nedenler ve bunlara ilişkin çözümlerin, kritik düşünme[3] yoluyla ağırlıklandırılamayışı nedeniyle yararlı ama etkisiz[4] çözümlere öncelik verilip kaynakların verimsiz kullanımına yol açılması.
      • “Sorun”un çözümü yolunda uyguladığımız ve/ya uygulanmasının yararlı / gerekli olabilecek iki çözüm.
        1. Koz konseptinin etkili kesimlerin kavram dağarcığına tanıtılabilmesi konusunda bugüne kadar harcanan çabaların yeterli olmadığı açıktır.  Buna göre:
          • Önemli sorunlar (Ermeni iddiaları gibi) konusunda çalışan kişi ve kurumlara koz konseptinin tanıtılması,
          • Gizliliği sağlanmak kaydıyla, bu konuda çalışan kişi ve kurumları internet ortamında bir araya getirerek GoogleDrive yoluyla bir beyin fırtınası yapılıp, bir koz veri tabanı oluşturulması
          • Ermeni soykırım iddiaları konusunda yabancılar üzerinde en etkili kesimlerin başında, Ermeni iddialarını destekleyen Türk akademisyen, sanatçı, tarihçi vb kişiler geliyor. Koz konseptinin bu kişiler üzerinde kullanılarak daha makul hale getirilmelerine çalışılması.
          • Gerek Ermeni iddiaları gerekse diğer uluslararası boyutlu sorunlarda dikkati çeken ortak bir nokta, sürekli biçimde “dış mihraklar yakınması”dır. Dış mihrakların var olduğu ve daima var olacağı, bunlardan yakınmanın yerçekiminden yakınmakla eşdeğer olduğu, aslolanın dış mihrakların iştihasını kabartacak düzeyde zafiyet içinde olmamak gerektiği, bunun da yolunun Sorun Çözme Kabiliyetini güçlendirmek olduğu; bunun içinse SÇK’ni zayıflatan nedenlerin anlaşılmasına çalışıp gidermek olduğu yolunda çeşitli yollarla bilinç oluşturulması.
        2. Dil ve ifade bağlamında:
          • Sorun tanımlamanın, çözümün en önemli bileşeni olduğu; doğru tanımlanmamış sorunların çözülemeyeceği konusunda, Ermeni iddiaları bağlamında çalışan kişi ve kuruluşlara iletide bulunulması; bu yolda makale yazılması, konferanslarda kullanılması.
          • Ermeni iddiaları konusunda tanımı yapılmamış kimi kavramlar bulunabileceği varsayımıyla, bu yolda bir ortak kavram seti tanımlanması önerilir. Örneğin, çeşitli kişilerin ağzından soykırım, kırım, katliam, cinayet, insanlık suçu, savaş suçu gibi kavramlar duyuluyor. Bunların tanımlanması önerilir.
          • Orta ve uzun vadeli, ama tüm sorunlarımızın çözümünde daima ilk sıralarda yer alan yabancı dil yetmezliği konusunda:
            • Yabancı dil öğretimindeki olağanüstü başarısızlık, uzun yıllardır harcanan çaba ve paralara karşın çözülememiş; çözülmek bir yana tanımlanamamıştır dahi. Bu yolda bir task force oluşturulması önerilir.
            • BNGV tarafından yürütülmekte bulunan Beyaz Nokta Soruları başlıklı Soru Konferansları dizisine dahil olarak, Türkçe dersi içeriğinin ayrı bir ders olmanın yanısıra tüm derslerin dokuları içine yerleştirilmesi önündeki engeller analiz edilebilir. Bu analiz sonuçları MEB’na “pazarlanabilir”.
          • Kısa ifade becerisinin öneminin anlatımı ve bu becerinin yaygınlaştırılması.
          • Rasyonel ve kritik düşünme becerilerinin yaygınlaştırılması ve bu yolda BNGV’ninYaygın ve Yerleşik Ezber Kalıplarının Sorgulanması Projesinin daha ilgi çeker hale getirilmesi. Bu bağlamda, Ermeni iddialarıyla ilgili yaygın ve yerleşik kalıplar üretilip sorgulanması.

    5. Son birkaç söz..

    Kanımca bu uzun soluklu bir mücadeledir. Soykırım iddialarını bir koz olarak kullanan hiçbir toplum, kozu tüketerek etkisini sıfırlamak istemeyecektir. Nitekim John Kerry son beyanatında, kendisine yöneltilen “niçin soykırımı tanımıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevapta, “o durumda stratejik ortağımızı gücendiririz” ifadesini kullanarak, iddiaların bir koz olarak kullanıldığını itiraf etmiştir.

    Burada açıklamaya çalıştığım yaklaşım, yıllardır sergilediğimiz “soykırım yapmadığımızın kanıtlanması” yaklaşımına  terstir. Çünkü o yolla sağlanabilecek kazanç cüzidir; hatta, “soykırım yapmadığımız” yolundaki her eylemimiz, konunun aleyhimize gelişmesine yol açıyor dahi denilebilir.

    Sorunun çözümü –bence-, özellikle Batı dünyasını karşımıza alacak meydan okumalardan uzak durmak ve kaybedildiği takdirde Batı’nın çıkarlarının tehlikeye düşeceği bir konumu muhafaza etmektir.

    Zamanında bizi sırtımızdan hançerleyen Araplara yaranmak amacıyla çağdaş dünyaya sırtımızı dönmek yerine, başta rasyonel ve kritik düşünme becerisi olmak üzere, Sorun Çözme Kabiliyetimizi artırmak ve onun somut aracı olan kozlarımızı güçlendirmek, pek heyecan vermese de güvenli olan yoldur.

    Winston Churchill’e atfen anlatılan ve bulanık süs havuzuna düşen yüzüğünü bulmak için paçalarını sıvayıp havuza girdikten sonra ünlü piposunun deliğini parmağıyla kapayıp, tütün haznesiyle havuz suyunu boşaltmasına karşı, onu seyreden dostlarının biraz alaycı tavırla söyledikleri “Bay Churchill, bu şekilde havuzu boşaltmak biraz(!) uzun zaman almaz mı?” sözüne karşı verdiği cevap, bizim için de geçerlidir: “Doğru ama bu yol daha güvenlidir!”.

    Türkiye, önemli sorunlarını çözmede “güvenli” yolları seçmelidir.

    7 Mayıs 2014 Çarşamba

     



    [1] Söz konusu sorun’a yol açtığı düşünülen bileşenler

    [2] (Doğru düşünme) terimiyle, Rasyonel (nedensel) Düşünme ve Kritik (eleştirel) Düşünme bileşenleri kastediliyor.

    [3] Kritik düşünme deyimindeki kritik sözcüğü Grekçe krisis = eleme anlamındadır.

    [4] Genelde yararlı, fakat belirli bir çözüm açısından etkisi çok sınırlı çözümler kastediliyor.

  • Bir “Bireysel Manifesto” denemesi!

    Etnik, dini, siyasi alanlar başta, hemen her konuda kutuplaşmış bulunan halkımız bir konuda hemfikir:

    “………………. şeklinde düşünüp hareket etmezseniz Türkiye zarar görecek, halkı birbirine düşecek ve düşmanları onu yutacaktır”.

    Noktalı yere yazılanlar (iddialar diyelim), kutuplaşmış kesimlerin her biri için farklıdır ve çoğu da birbiriyle çelişir durumdadır; zaten öyle olmasa kutuplaşmalar bu ölçüde olamazdı.

    “İddialar”dan hangisinin ne kadar doğru, ne kadar geçersiz, ne kadar cahilce ya da ne kadar akıllıca olduğunu bir an için bir yana bırakalım. Bunların dışında bir “iddia” daha var ki, eğer o doğru ise, diğer tümü bir anda “ihmal edilebilir” düzeye düşmektedir.

    O “iddia”yı ortaya koymadan önce, tüm birey, kurum ve toplumun tabi olduğu, oyunun temel kabulleri:

    • Birey, kurum ve toplumlar yaşamlarının her anında sürekli olarak sorunlarla karşılaşırlar. Bunlar bazen istenmeyen durumlar, bazen önünde engel bulunan arzulardır.
    • Birey, kurum ve toplum olarak her çözülebilen sorun, mutluluğu artırırken bir yandan da Çözüm kabiliyetini artırır ve daha sonra karşılaşılacak sorunları çözme şansını artırır.
    • Her çözülemeyen sorun ise mutsuzluk üretirken, bir yandan da sorun stokunu artırır ve daha sonraki sorunları daha dezavantajlı koşullarda çözme zorunluğu yaratır.
    • Çözülemeyip stokta biriken sorunlar, ticari, siyasi, tarihi, dini, etnik vbg rekabet içinde bulunulan toplumlarca istismar edilerek, kendilerine birer avantaja çevrilmeye çalışılır. Bunun kibar adı uluslararası ilişkiler’dir. Bu, beğensek de beğenmesek de aynen yerçekimi kadar gerçek bir kuraldır.
    • Bu nedenle, açıklanan ve adına Çözüm Kabiliyeti denilebilecek bu özellik, bir toplumun varlığını sürdürebilmesinin temel belirleyicisidir.

    Bu temel kabullerin ışığı altında iddia şudur:

    • Bu topraklarda yaşamakta bulunan insanımızın “ortalamaÇözüm Kabiliyeti düşüktür ve bu nedenle de sorun stoku –zaman zaman küçük dalgalanmalar gösterse de- sürekli büyümektedir (http://wp.me/p2t6mi-OQ).  Çözüm Kabiliyeti mutlak (göresiz) bir kavram değildir. Rakiplerimizin Çözüm Kabiliyetleri göreli olarak daha arttıkça, bizim Çözüm Kabiliyetimiz göreli olarak gerileyerek bugünlere gelinmiştir.
    • Bu trajik durumun nedeni, başlangıçta değinilen ve “………..” ile işaretlenen iddialar olamaz.  Çünkü, Çözüm Kabiliyeti adı verilen ve bir birey, kurum ya da toplumun çeşitli yeteneklerinin bileşkesi durumundaki özelliğin, bu yeteneklere “ilave bir yetenek” olarak kendi kendinin girdisi olduğu  ve bu yolla diğer tüm yeteneklerin (yani “iddialar”ın) etkilerini aşabildiği gösterilebilir (bkz.  http://bit.ly/1nEsuOa).

    Bu durumda sorulabilecek sorulardan başlıcaları şunlardır:

      1. Aydın tavırlı kesim, sorunlarımızı çözmedeki sıra dışı yetersizliğin, “üzerinde özel olarak durulması gereken bir sorun olduğu” gerçeğini fark etmek yerine, dış mihraklar gibi yanıltıcı bir nedene niçin bu denli birliktelikle sarılmıştır? (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Yy)
      2. Söz konusu kesim bu gerçeği fark etse dahi, bu hastalığın tedavisi için işe yarar bir yaklaşım üzerinde uzlaşılabilir mi?

    Birinci soru üzerinde hep birlikte düşünmek iyi olur.

    İkinci soru’nun yanıtı içinse şunlar söylenebilir:

      • Evet, işe yarar çözümler vardır. Bunlar akşamdan sabaha herkesi mutlu edebilecek sonuçlar üretemeyebilirler, fakat tedrici biçimde toplu olarak iyileşmeler sağlayacakları neredeyse kesindir.
      • Geride kalan yıllar boyunca sorun stokumuzun arttığı; bu nedenle işe yarar çözümlerin her geçen gün daha güçleştiği bir gerçektir. Ama bir diğer gerçek de, bu satırların yazarının hatırlayabildiği en az 50 yıldır, orta ve uzun erimli yaklaşımlara rağbet edilmeyip daima “acil çözümler” peşinde koşulduğudur.
      • Bugün yine “şimdi ve burada” tipi çözümler aranmakta olup, başlangıçta değinilen “iddialar”ın hemen hepsi bu tip yaklaşımlardır.
      • Buna göre ortada bir sorun olduğunu düşünenlerin –ki bu, üzerinde uzlaşılmış değil, herkesin kendi meşrebine göre tanımladığı sorunlardır- şunları kabul etmeleri gerekmektedir:

    (1)   “Hemen ve burada” tipi çözümler yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Acil olduğu düşünülen her sorun, zamanında önemsenmemiş (rağbet edilmemiş) sorunlardır.

    (2)   İyi tanımlanmamış, kök sorunları belirlenip sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanmamış  ve aralarındaki etkileşimler net olarak ortaya konul(a)mamış sorunlar çözülemezler. Bu yolda, yeterli netlikte anlayışlar geliştirilmeden girişilecek, kısa erimli denemeler, her defasında yeni sorunlar üremesine yol açmış, bundan sonra da açmaya devam edecektir.

    (3)   Çözüm Kabiliyetimizin bu denli düşük olmasına yol açan bir dizi sorunun çözümlerinin bir paket olarak ortaya konulup, tümünün birlikte uygulanmasının –her ne kadar doğru ise de- mümkün olamayacağı bellidir.

    Bunun yerine, en tahripkar sorun olduğu düşünülen:

    En güvenilir ve etkili sorun çözme aracı olan insan malzememizin potansiyelini büyük ölçüde azaltan, dogmalardan uzak, akıl ve sezginin hem birbirini denetleyebilir hem de yaratıcılığı uyaracak biçimde kullanılıp, bir aydın sorumluluğu içinde uygulan(a)mayışı

    üzerinde yoğunlaşılacak tek konu olarak ele alınması önerilir. Buna göre, bu sorunun ifadesinde yer alan:

    –     Dogmalar ve benzeri nedenlerle özgür düşünemeyişin,

    –     Akıl ve sezginin birbirini destekleyip denetlemesi yerine, birbirinin etkilerini zayıflatmasının (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu),

    –     Doğru düşünülerek geliştirilen çözümlerin ise uygulama aşamasına önderlik edilemeyiş ya da en azından katılmayışın

    nedenleri üzerinde, tüm gönüllü örgütlenmelerin gevşek bir birliktelik içinde çalışarak kendi özgün çözümlerini geliştirip uygulamaları, kısa vadeli yaklaşımların karşı konulmaz çekiciliğine rağmen yine de en doğru yaklaşım olacaktır.

    Bu bireysel öneriler ne yazık ki hemen her yurttaştan katkı bekleyen, sadece az sayıda sorumlu aydının çabalarına ihale edilmemesi gereken önerilerdir. Seçim bizim, sonuçları ise yine bizim olacaktır.

    Tınaz Titiz

    23 Mart 2014

  • Hükûmetler için “Anahtar Başarım Ölçütleri (KPI)”

    Medyada yıllardır iktidar ve muhalefet partilerinin karşılıklı atışmalarını izleriz. Her başarısız karar ve eylemin bulunabilecek iyi bir yanı olduğu gibi, her başarılı olanın da mutlaka bir olumsuz yanı vardır; olmasa da bulunur.

    Akşama kadar sürücülerle uğraşarak bitap düşmüş trafik polisi, mesaisini bitirmeden önce son ceza yazdığı kişi diklenip de “memur bey, neyimi eksik buldunuz da ceza yazıyorsunuz” diye sorunca, “kardeşim yorgun argın beni uğraştırma, şimdi arasam en az on tane eksiğini bulurum” dediği gibi..

    Başarım Ölçütü[2] (PI), herhangi bir eylemin, karşılaştırılabilir başarılı bir örneğe göre durumunu gösteren ölçüt olup bu; sayısal ve/ya sözel bir yargı olabilir. Örneğin, vatandaşın alım gücü düşüktür denildiğinde, bu sözel yargının karşılaştırılabileceği mutlaka daha yüksek bir alım gücü  referans olarak gösterilebilmelidir.

    Bir kurumun –ki hükûmet de bir kurum olduğuna göre- çok yönlü eylemleri için çok sayıda ve aralarında girift ilişkiler bulunan başarım ölçütü (PI) söz konusudur. Seçmen denilen ve çoğunluğunu sokaktaki insanın oluşturduğu büyük kitlenin, bu karmaşık ilişkileri ne değerlendirebilecek bilgi ve zamanı ne de yeterli veriye erişebilecek imkanı vardır.

    Bu büyük kitlenin bir bölümü ise ortalama nitelik açısından daha yüksek düzeyli olduğuna göre, en azından onların, hükûmetlerin eylemlerindeki başarıyı daha objektif olarak değerlendirebilmeleri için, daha az sayıda ve doğurgan PI  gerekir ki buna anahtar başarım ölçütleri (KPIs)[1] denilmektedir.

    KPI olmazsa n’olur?

    Bir şaka olarak geçmişteki Sovyetler Birliğindeki atletizm yarışması sonuçlarını veren TASS ajansının haberindeki gibi olur: “Bugün yapılan atletizm yarışlarında Sovyetler çok değerli bir ikincilik kazanmıştır” haberine konu olan yarışlar meğer sadece iki ülke arasında yapılıyormuş.

    Bir ilke olarak, genel kabul görebilecek bir referansa göre ifade edilmeyen her başarı ve de bunlara aynı şekilde referanssız yöneltilen eleştiri dikkate alınmaya değer değildir.

    KPI içinde neler bulunmalı?

    Bir hükûmetten beklenen temel işlev, devlet aygının iyi işlemesini sağlayarak, halkın[3] ekonomik ve sosyal gönenci ile iç-dış güvenliğini sağlamak ve bütün bunların bir bileşkesi olarak bekasını temin etmektir. Bu 5 alanın her birisi açısından “anahtar” sayılabilecek başarım ölçütleri KPI olarak kabul edilebilir.

    KPI nasıl belirlenecek?

    KPI belirleme işi yarısı teknik, diğer  yarısı sanat[4] sayılabilecek bir konudur. Ekonomik gönencin ölçütleri ekonomistlerin konusudur. Fert başına milli gelir, enflasyon, büyüme, cari açık ve benzeri sayısal ölçütlerden hangilerinin “anahtar” sayılabileceği konusunda bir uzlaşıya varabilirler. Sosyal gönenç ölçüleri ise İnsani Gelişme İndeksi[5] ile ölçülendirilebiliyor.

    İç güvenlik konusunda kullanılabilecek bir ölçüt bileşeni, NATO üyesi ülkelerdeki büyükelçiliklerin, bulundukları ülkelerdeki iç güvenliği rapor etmeleri için kullandıkları Kargaşa Kriterleri olabilir. İç güvenlik örgütünün kullanması gereken PI, bunu da içeren ama daha çok bileşenli bir bileşik ölçüt olmalıdır.

    Dış güvenlik ölçütü ise, komşu ülkelerle ilişkiler başta olmak üzere, ülke toprakları ve nüfusu üzerinde beslenen niyetleri içeren karmaşık yapılı bir ölçüt olmalıdır.

    Beka konusu ise çeşitli yetkinliklerin birarada ele alınmasıyla değerlendirilebilir. Bu yetkinlikleri bir bütün olarak değerlendirebilen bir bileşik ölçüt ise Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi[6] olabilir.

    Görüldüğü gibi, ölçütlerin pek çoğu, teknisyenlerin kolayca uzlaşabilecekleri sayısal değerler değildir. Ayrıca, özgürlük, demokrasi, kararlara katılım gibi konularda da geliştirilebilecek çeşitli ölçütler olabilir ve olmalıdır.

    Buradan varılabilecek sonuçlardan birisi gerek iktidar gerek muhalefet partilerinin, seçmen kitlesini –kendi eylem ve savları konusunda- ikna etmede kullanabilecekleri gerçekçi ölçütlere olan ihtiyaçlarının kaçınılmazlığıdır.

    Bu tür ölçütler olmaksızın gerek kendini övmek gerekse diğerini yermek son derece kolaydır ve o derecede de çürüktür.

    Bu ihtiyaç ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçeklerde de geçerlidir.

    Yaklaşan yerel seçimler ve sonrasında yapılacak genel seçimler  için gerek iktidar, gerekse muhalefet partilerinin, seçmene saygılarının mutlak bir gereği olarak yerine getirmeleri beklenen görev, ortalama seçmenin anlayabileceği basitlikte bir “ölçü aletleri tablosu” (dashboard) ortaya koymaları ve siyasi rakipleriyle bu konuda uzlaşabilmeleridir.

    Seçmene bu bağlamda düşen görev ise, ölçütsüz övme ve yerme’lerin, seçmeni cahil ve aptal yerine koymak demek olduğunun farkında olmaktır.

    16 Ekim 13 Çarşamba



    [1] Key Performance Indicator (KPI)

    [2] Performance Indicator (PI)

    [3] Halk, yurt içi ve dışında halen yaşamakta bulunanlar, aramızdan ayrılmış olanlar (vasiyetleri yoluyla) ve henüz doğmamış olanlar’ın toplamından oluşan paydaşlar olarak dikkate alınırsa, çoğulcu demokrasinin tanımına uyulmuş olur.

    [4] Hewlett-Packard mühendisleri, Break Even Time (BET) adında bir ölçüt geliştirmişlerdir. Bu ölçüt, ürün geliştirme çevriminin (cycle) etkinliğini ölçmektedir. BET, ürün geliştirme çalışmalarının başından, ürünün pazara sunulduğu ve o ürünün geliştirilmesi için yapılan yatırımın, geliştirilen ürünün satışından sağlanan kârla başabaş geldiği ana kadar geçen süreyi öçmektedir. BET, etkin ve verimli bir ürün geliştirme sürecinin 3 kritik elemanını tek ölçü içinde birleştirmektedir: Bu elementlerden birincisi ürün geliştirme konusundaki başabaş noktasıdır. İkincisi, BET, kârlılığı vurgulamaktadır. Kârlılık yoluyla Pazarlama Yöneticileri, İmalat Personeli ve dizayn mühendisleri birlikte çalışmaya özendirilmektedir. Ve üçüncü olarak, BET’e süre egemendir. Yeni ürünlerin, rakiplerinden daha hızlı olarak pazara çıkabilmesi, süre ile ilgilidir. Bu 3 bileşeni tek ölçüt içinde toplamak bir sanat sayılmalıdır.

    [6] Bkz. Sorun Çözme Kabiliyeti İndeksi, http://wp.me/p2t6mi-OQ

  • İhracat Stratejisi Üzerine

    Tınaz Titiz         Dr.Necati Saygılı*

    Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: İhracat amaç değil araçtır. Amaç, toplumun (değer) ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.

    Bir şeyin (değer)i, ona sahip olmaktan doğan tüm hak ve çıkarların toplamı olarak tanımlanabilir. Katma değer ise, bir mal veya hizmet ürününü oluşturan girdiler –emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama gibi- içinde, pazarda nadir bulunan bir veya birkaç özelliğin bulunması nedeniyle, alıcıların –benzerlerine göre- daha yüksek fiyat ödemeye razı olmalarıdır.

    İnsanoğlu hangi uygarlık düzeyinde yaşarsa yaşasın, ihtiyaç ve isteklerinin karşılanması sorunu ile  yaşam boyu uğraşmak zorundadır. Bu, yaşamın her anında değer üretmek ve değişmek (takas, mübadele) demektir.

    Bu yolda kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan kişi, karşısındakilerden göreceli zeka, kurnazlık veya zorbalık üstünlüğüyle bu “değer değişimi” (mübadele) işleminde avantaj sağlamak ister. Yani, ihtiyacının (değer)inden daha az , yani daha az zaman + çaba + para + vd  harcamaya çalışır.

    Takas işlemine esneklik kazandırmak amacıyla oluşmuş pazar sisteminde kullanılan para, her ülke için standardize edilmiş (değer) olup, herhangi bir 1 birim para, o birimdeki paranın ne kadar emek, üzüm ya da “şey” almaya yeter olduğunun ölçüsüdür. Çeşitli ülkelerin 1’er birim paraları arasındaki eşdeğerlik ise:

    (a)    Değer üretme kabiliyetlerine ve

    (b)    Ürettikleri değerleri avantajla takas edebilme kabiliyetlerine

    bağlıdır.

    Değer üretebilme kabiliyeti, bir ülke toplumunun zekası, bilgisi, kültürü, yönetim kabiliyeti, kaynakları gibi faktörlere bağlı iken, üretilen bu değerleri takas edebilme kabiliyeti, bu faktörlere ilave olarak kurnazlıkzorbalık gibi ahlak ve/ya hukuk dışı faktörlerin de varlığına bağlıdır. Buna göre, yüksek değerli mal ve hizmet üretiyor olabilmek, ihtiyacı olan değerleri mutlaka avantajla takas edebilmesi anlamına gelmeyebilir.

    Bu nedenle, her toplumun, ürettiği değerlere kendince belirlediği değer ölçme birimine göre koyacağı “fiyat”lar pek bir anlam ifade etmez; (b)de anılan kabiliyeti yüksek olanın dikte edeceği bir değer ölçme birimine göre oluşacak fiyatlar geçerli olduğu gibi, satanın döviz ihtiyacı ya da satın alanın konjonktürel macburyetleri etkili olur.

    Gerek değer üretme, gerekse değer takas etmedeki başarı, bu süreçlerde ortaya çıkan sorunları çözebilme kabiliyetine, teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır.

    İthal etmek zorunda olduğumuz –örneğin- petrolün bedelini ödemek için genelde şu yollardan birisi kullanılır:

    –         Üreterek kazandığımız (değer)lerden bir miktarını vererek satın alacağımız döviz ile ya da

    –         (Değer)i söz konusu bedele eşdeğer olduğu, ithal edence kabul edilebilecek bir mal veya hizmet karşılığında, yani ihracat yoluyla.

    Alan ve satanın, her iki durumda da bu işlemlerden tek beklentisi vardır: Verdiği (değer)den daha fazlasını almak; en kötü durumda başabaş olmak. Bunun için akıl, kurnazlık ve sopa gibi etkili araçlar kullanılır.

    Herkesin bildiği bu ansiklopedik bilgilerin tekrarlanmasındaki amaç kimseye bir şeyler öğretmek gibi absürd bir amaç olmayıp, en derinde yerleşmiş olduğu için çoğu zaman gözden kaçmaya en yakın olabilen bilgilerin üzerine üfleyip tozları uçurmaktır.

    Türkiye’nin sorunu ihracat değil, yüksek katma değerli üretim ve ürettiği değerleri avantajla takas edebilmektir .

    Mal ve hizmet ithal ederek Türkiye’ye (değer) kazandırabilecek potansiyeldeki ülkelerin çoğu, fındık, aluminyum tencere, torna tezgahı ya da otomobil üretemedikleri için Türkiye’den ithalat yapmıyorlar. Türkiye, o mal / hizmetlerin o ülkelerdeki (değer)lerden – daha ucuz işçilik, daha az çevre duyarlılığı, sübvansiyonlar vbg görünmez girdilerle kazandığı rekabet gücü nedeniyle – daha düşük (değer)– yani döviz geliri karşılığında – ihraç ediyor da onun için.. Burada özellikle “fiyat” kavramı yerine (değer) kavramı kullanılmasının nedeni, “fiyat”ın aslında emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama öğelerinden oluşan değer’in bozulmuş bir gölgesi olması nedeniyledir.

    Böylece, Türkiye’den dışarı bir (değer) transferi oluyor. Halbuki bizim (değer) açığımız olduğu için transferin ters yönde olmasına ihtiyacımız var. Bir bakıma ihracat yapıp (değer) kazanmak amaçlanırken, ürünle birlikte (değer)de ihraç etmiş oluyoruz.

    Ama, mesela yüksek teknolojili silah (İsrail), domates tohumu (Hollanda) ya da banker (Belçika) ihraç eden bir ülke, gereğinden daha düşük bir bedel ödeyerek (değer) ithal etmiş oluyor. Ne ilginç bir matematik değil mi!

    Çünkü bu bir katma değer üretimi ve takası savaşıdır..

    Türkiye iki tür ülkeye ihracat yapabiliyor:

    (1)    İhtyacı olan (değer)leri üretemeyen ülkelere –ki bu, o ülkeler için ithalat bir zorunluktur-. Türkiye bu ülkelere ihracat yaparken az da olsa asılnda (değer) ithal etmiş olur.

    (2)    İhtiyacı olan (değer)leri üretebilen, ama o mal ve hizmetin üretim maliyetleri ile -yani söz konusu üretim için harcayacağı kaynaklar ile- üretebileceği alternatif değerler daha yüksek olduğu için, değer takas kabiliyeti daha düşük ülkelerden –daha düşük değerler karşılığında-  ithal edip, böylece hem mal ve hizmet hem de (değer) ithalini becerebilen ülkeler.

    Zengin ve gelişmiş ülkelere  Türkiye’nin ihracatı, ihraç edilen (değer)ler onların maliyetlerinden (değer) düşükse gerçekleşebiliyor.

    Bu nedenle de, nominal değeri yüksek olan TL, Türkiye’nin net değer kaybı anlamına geliyor.

    Görülüyor ki, ikinci sırada sayılan ülkelerle bir (değer) transferi savaşı yaşanıyor.

    Kim ürettiği ürünün maliyetini (-değer) azaltıp, satış fiyatını (+değer) artırabiliyor ve yine de hedef ülke maliyetlerinin altında kalabiliyorsa, Türkiye’ye bir (değer) katıyor.

    Böylece oluşan katma değer, düşük (değer) harcayıp yüksek (değer) üretebilmek anlamına geliyor.

    Bu ise, üretimin her türlü girdisinin maliyetini (-değer) artıran sorunları çözebildikçe katma değer’in artması demektir. Yani Katma Değer = Sorunlarını Çözebilme Kabiliyeti’ demektir.

    Katma Değeri düşük ihracat bir ölümcül sarmaldır..

    Bu açıklamalara göre salt ihracat artışı bir hedef olamaz. Düşük katma değerli ihracat, bir ülkenin çeşitli türde (değer)lerini, daha düşük (değer)ler karşılığında takas etmek demektir. Bu sürekli olduğu takdirde ise ölümcül sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Boraks ihraç ederken, o ülkelerin madeni işleyerek ürettikleri yüksek fiyatlı mamul –deterjanlarda kullanılan- Perborat’ı  ithal etmek gibi..

    Katma Değer’i kimler üretmeli?

    Genel ve o derecede basit kural, Katma Değer (KD) üretim sorumluluğunun her zaman, her yerde, herkesçe ve her bağlamda olduğudur. Örneğin:

    • İletişimde KD (değer iletişimi),
    • Bilgi KD:  Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management (6M) girdilerini birbirine bağlayan çekirdek element “bilgi”dir.  Bu 7nci element küçük olduğu takdirde diğer 6 element bir önem taşımıyor.
    • Güvenlik görevlisi ve KD: Korumakla yükümlü olduğu yere hırsız / uğursuz uğramaması, uğrarsa zarar verememesini en iyi yapabilecek beceri ve bilgiye sahip olunması.
    • Yönetim Kurulu Başkanı ve KD: Yönettiği kurumun kaynaklarını en az maliyet ve en çok etkililikte yönetebilme bilgi ve becerisine sahip olunması.

    İlk adımlar neler olabilir?

    Bu  hedefe giden yolun birinci adımı, insan nitelik dokumuzu geliştirmek, o ise –bir bölümü anlaşılabilir nedenlerle- uzun yıllardır sürdürdüğümüz “ideolojik eğitim”den “yaşam için eğitim”e geçişi mümkün kılabilecek öğrenme devrimi yoluyla olabilir. Daha da somut başlangıç noktası arayanlar içinse bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com.

    Paralel bir adım ise, KD üretiminden sorumlu olmayan hiç bir yurttaş olmamasıdır. Bir başka deyişle KD üretimi belirli bir sınıfın değil, tüm yurttaşların –kendilerinin ve gelecek nesillerinin- varlıklarını sürdürebilmeleri için  zorunlu işlevleridir. Japon ulusu, benzer bir atılımı Kalite Çemberi ve KAISEN kavramlarıyla gerçekleştirmiştir.

    Bu iki adımı sarmalayan ise bu konudaki vizyon olacaktır.

    Değer üretimi -ihracatı da kapsar- için vizyon önerileri..

    Tüm nüfusu sarmalayan böylesi bir vizyon, bir kişi ya da kurumun işi olamaz. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği kuşkusuz güç ama mümkün bir iştir. Ama ilk adım, bundan daha önemli çok az işimizin olduğunun takdiridir. Birkaç örnek şunlar olabilir:

    • Cumhuriyet’in kuruluşunun 100ncü yılında, toplumsal rekabet gücü’nün bir ölçüsü olan Rekabet Gücü Endeksi ve İnsani Gelişme Endeksleri’nde ilk 10 sıra içinde yer almak.”
    • Ya da da daha sembolik bir deyişle “100. yıl’a kadar, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştiren eğitim sistemini yürürlüğü koyarak sorunlarının çözümü için kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir sorun çözme kabiliyeti düzeyine sahip bir toplumsal yapıya erişmek”.
    • Türkiye’nin her ithal ettiği mal ve hizmeti, -gelişmiş ülkelerin yapabildii gibi- kendsine değer kazandıran bir sürece dönüştürmek.
    • Bu bağlamda çeşitli ifadeler geliştirilebilir; ama işin özü, “rakiplerimizle yarışabilecek düzeyde katma değer üretebilecek bir sorun çözebilirliğe erişmek”tir.

    Değer Takas Kabiliyeti artırılabilir mi, nasıl?

    Günümüzün –ve görünür gelecekteki- dünyanın tüm toplumları, peşinde oldukları refah ve mutluluklarını artırma amacına erişmek için –farklı düzeylerde farkına varmış olsalar da-, değer üretimine yönelmiş görünüyorlar.

    Sorun sadece bununla sınırlı olarak anlaşıldığı takdirde, bu defa da başka bir tehdit ortaya çıkmakta. Bu, üretilen değerlerin avantajla takas edilebilmesi için gereken, Koz Yönetimi beceri düzeyinin düşük olabilmesidir. Bu durumda üretilen değerler, onu üreten toplumlar için birer tasallut vesilesine dönüşmektedir. Petrol gibi doğal bir değer kaynağı, ona sahip olan ülkelerin –çoğunun- başına böylece dert olabilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu Güneydoğu’daki katı petrol ve bor rezervlerinin benzer birer tehdite dönüşmesinin altında yatan kök neden, sözü edilen bu Koz Yönetimi becerisi yetersizliğidir.

    Buna göre, sorun çerçevesi hem değer üretimi ve hem de üretilen değerleri avantajla takas edebilmek için koz yönetimi becerimizin yetersizliği olarak tanımlanmalı ve yetersizliğe yol açan kök nedenler üzerine eğilinmelidir. Hemen işaret edilmesi gereken nokta, koz yönetimi becerisi yetersizliği, onu da içeren daha büyük bir kümenin, yani Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğinin bir parçasıdır. (Bkz. Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler, http://www.pegem.net).

    12 Şubat 2013

    (*) Bu yazı, 14 Ocak 2013 tarihinde yazılan yazı üzerinde, Sn. Necati Saygılı’nın katkılarıyla geliştirilerek revize edilmiştir.

  • B Demokrasi P..

    Sadece benim mi aklım karışık, başka karışık olan da var mı bilmiyorum, ama eğer gördüklerim doğruysa, bütün bildiklerimi unutup her şeyi yeni baştan öğrenmeye başlamam gerekiyor. Alvin Toefler de zaten öyle demiyor mu? “Yirmibirinci yüzyılın cahili okuma yazma bilmeyen değil, öğrenmeyen, öğrendiklerini unutamayan ve tekrar öğrenemeyenler olacaktır”.

    Adlarının içindeki standart (parti, hareket vs) sözcükleri ile ses uyumunu tamamlamak için konulan (emek, halk vs gibi) dolgu sözcükleri bir kenara bırakıldığında, geriye kalan tek vurucu sözcük olan “demokrasi”yi ısrarla koruyan DTH, HADEP, DEHAP, DEP, BDP vd örgütlenmelerin nasıl bir demokrasi muradettiklerini anlamaya çalışırken aklım karışıyor.

    Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, 30 yılı aşkın süredir onbinlerce insanın ölümüne neden olacaksın, tüm Avrupa ülkelerinde örgütlenip ilişkiler kurup hareketine destek sağlayacaksın, içine sızacağı belli olan cümle alem servislere yataklık edeceksin, öleceksin, öldüreceksin ve sonunda parlamentoya giren milletvekillerinin en kıdemlisi çıkıp, “ben bilmem eşim bilir” gibisinden komik bir üslupla “tek yetkili İmralı’dadır; o ne derse doğru odur” diyeceksin.

    Eğer gerçek bu ise –ki geri kalan koşullar vs kısmını bir kenara bırakıyorum-,  böyle demokrasi tanımına sahip olan kişilerle ne konuşulabilir, neyin müzakeresi yapılabilir!

    İmralı’daki  önderlerinin ne düşündüğünü öğrenmek için randevu verilmesini bekleyen bu zavallı insanların demokrasi anlayışına güvenip de oy veren Kürt vatandaşlarımıza bundan büyük hakaret olur mu?

    Bütün bu olup bitenlerin temelindeki “her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey mubahtır ve Kürtler bu oyun için biçilmiş kaftandır ”  gerçeğini göremeyen insanımızın –varsa- en azından bu acayip demokrasi anlayışından uyanması gerekmez mi?

    Dünyanın gelip geçmiş en azılı diktatörlerinin bile iyi kötü birer danıştığı kurumsal bir yapı varken, bu nasıl bir demokrasidir ki, her şey onun iki dudağı arasındadır? Bu insanlara güvenip de müzakere etmeye kalkılsa, ertesi gün “önderimiz razı olmadı” deseler ne olacaktır?

    Rahmetli olmuş bir işadamının bir çalışanı hakkındaki sözünü hatırlıyorum: “……dediğin kişinin çok akıllı olması gerekmez, ama bu herif çok salak!”. Parti kurup bir araya gelenlerin de çok akıllı olmaları gerekmez ama bu kadar cahil olmaları da kabul edilebilir mi?

    Anayasa çalışmaları ne aşamadadır bilemem, ama yurttaş olarak bir dileğim var: TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” yazısının altına ve yurttaki tüm binaların giriş kapılarına şu yazılmalı: “Her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey –ama herşey- mubahtır”.

    10 Ocak 2013

  • Ombudsman kadın olsun..

    https://tinaztitiz.com/3424/halk-avukati-ombudsman/ adresindeki yazı Mayıs 1993 tarihinde katıldığım Dünya Ombudsmanlar Konferansı sonrası kaleme alınmış ve edinilen kanaatler bağlamındaki öneriler TBMM başkanlığı da dahil tüm siyasi parti liderlerine bir mektup eşliğinde duyurulmuştu.

    Bu yazıdan 1 ay sonra da https://tinaztitiz.com/3443/kamu-alimlari-ombudsmani/ adresinde ikinci bir yazı ile, bu defa daha dar –ama kesinlikle çok daha problemli- bir alanda ombudsmanlık oluşturulması önerilmişti. Girişimcilerin tartışmasız 1 numaralı sorunu olan “torpil”, “siyasi himaye (veya aksi)”  gibi alanlardaki şikayetlerin ulaştırılabileceği bir halk avukatlığı sistemi o gün için de bugün için de önemli bir gereksinimdir.

    Bugün, TBMM ombudsmanlığın hayata geçirilmesiyle ilgili prosedürü işletiyor. Başvuran adaylar arasından TBMM üç tur oylama yapıp “baş denetçi”yi (ombudsman) seçecek.

    Şu ana kadar yaklaşık 700 aday başvurmuş durumda ve bu adayların sadece on’u kadın.

    Kim olursa olsun ama..

    TBMM’de temsil edilen siyasi partiler arasında nasıl bir uzlaşı olur bilinmez ama kanımca, seçilecek adaylarda aranması gereken birkaç özellik olmalı. Şöyle ki:

    • Kadın ombudsman: Bir pozitif ayrımcılık uygulanarak kadın adaylar arasından seçilmesi, kadının toplum yaşamı içindeki yerinin pekiştirilmesi açısından doğru olur.
    • Yabancı dil: Bir yabancı dili yeter düzeyde anlayan, yazan ve konuşan bir kişi olmalı,
    • Dışımızdaki dünya ile ilişkileri bulunmalı,

    Kuşkusuz daha başka koşulların da bulunması gerekebilir, ama zaten 10 kişilik aday için daha fazla koşul ileri sürmek, “kadın olmasın” anlamına gelir.

    Ombudsmanlık kurumunun nasıl işleyeceği, seçilecek kişinin özellikleri kadar onu seçeceklerin de ne beklediklerine bağlı olarak seçim yapacaklarına bağlıdır.

    Toplumumuza yararlı olması dileklerimle..

    1 Kasım 2012 Perşembe

  • Hayvan pazarına nakil..

    Bir gazete haberi..

    Gazeteler, Kırıkkale Belediyesi’nin, “birahane ve içkili eğlence mekanlarının” hayvan pazarına taşıma kararı aldığını yazdı. “İçkili mekan” kapsamına nerelerin gireceği konusunda bir ayrıntı yoksa da işin özü açsından pek de bir önemi yok.

    Konunun, “insanların yaşam biçimlerine karışmak” yönünü fazla kurcalamadan bir tarafa bırakıyorum. Çünkü, kamu hizmetleri büyük ölçüde “insanların yaşam biçimleri”ne karışır. Vergi almak dahi en etkili biçimde “karışmak” değil midir?

    Karışmak da nasıl?

    Her konuda olduğu gibi, karışmak konusunda da sağlam bir ilke konulmadığı ve de ona uyulmadığı takdirde, karışmak kolaylıkla kişilerin en mahrem yaşam kesitlerine dahi girebilir. Bu konudaki ilke –benim önerim-, “başkalarının yaşam biçimlerine zarar verilmesini önlerken, zarar verdiği düşünülenlerin haklarına zarar vermemek” şeklindedir.

    Örneğin, “kamuya açık bir mekanda içki içmek” bu ilkeyi test etmek için iyi bir konudur. Bir yanda, “kişilerin ne yiyip içeceklerine kendilerinin karar verme hakları” varken, diğer yanda da “başka kişilerin görsel ya da herhangi bir yolla içki içenlerden herhangi bir yolla zarar görmeme hakları” vardır. Kamu otoritesi (mesela belediye) ise, bu iki hak arasındaki dengeyi gözetip kurmak görevi ile yükümlüdür.

    Hakkın kötüye kullanımı..

    Aralarında denge kurulması gereken bu iki hak da pekala kötüye kullanılabilir. İçki içen –çeşitli yollarla- başkalarını –ki onlar da içki içen gruptan, hatta içenlerin yanıbaşlarında oturup içki içenler de olabilir- rahatsız edebilir. Böylece haklarını kötüye kullanmış olurlar.

    Gerçekten rahatsız edici davranışlara muhatap olanların dışındaki kimi kişiler de, kendilerine özgü nedenlerle (dini, siyasal vd) rahatsız olduklarını ileri sürerek içki içenlerin bu haklarının ellerinden alınmasını talep edebilirler ki bu da bir hakkın kötüye kullanımıdır.

    Devreye Sorun Çözme Kabiliyeti giriyor..

    Bu yazının asıl konusu, kişilerin yaşam biçimlerine karışmanın hangi ilke uyarınca yapılabileceği ve de en önemlisi bunun “nasıl” yapılması gerektiğidir. Kamu otoritesi, bir hakkın (içki içmek, obez olmak, şarkı söylemek, hayvan beslemek ve bir hayvanın yaşam hakkı gibi) kötüye kullanımına nasıl engel olup da çeşitli hak sahipleri arasındaki dengeyi nasıl gözetecektir?

    Böyle soru olur mu? Yasaklarsın olur biter..

    Sadece kamu otoritesinin değil halkımızın genelde benimsediği sorun çözme aracı, hak sahiplerinden sesi çok çıkanın isteğine uyarak, diğerinin hakkını kullanmasını yasaklamak ya da yasaklamakla eşdeğer bir özgürlük(!) tanımaktır.

    Kırıkkale belediyemiz de içki içenleri yasaklamamış, istedikleri kadar içebilecekleri şehrin dışındaki hayvan pazarını mekan olarak göstermiştir. Akıldan az nasipli insanların çoğundaki kurnazlık da muhtemelen bu kararda rol oynamıştır. Öyle ya tüm içkili eğlence yerleri yeni yere göçecek değil ya, bir bölümü bu işi bırakır, bırakmayanın bir bölümüne de yeni ruhsat sürecinde gereken kolaylıklar(!) gösterilir.

    Daha iyi yollar var ama onları kim düşünecek..

    Yıllar önce bir münasebetle Roma’da bir seyyar satıcı tezgahından alış verişte bulunurken, tezgahın üzerinde bir kitap gözüme çarptı ve ne olduğunu sorunca, yerel belediyenin seyyar satıcıların uymaları gereken kuralları içeren bir kitap yayımladıklarını öğrendim. Sık sık denetime gelen denetçilerle çıkabilecek anlaşmazlıklara karşı da satıcı kitabı tezgahının üzerinde bulunduruyormuş. Birkaç kuruş ödeyerek yenisini almasını önererek kitabı alıp, tanıdığım belediyecilere önermek üzere yanımda getirmiştim. Keşke, bir yerlerden ay taşı bulup getirseymişim; gösterdiğim nerkes yüzüme tuhaf tuhaf baktı.

    https://tinaztitiz.com/3685/seyyar-saticilari/ adresinde, seyyar satıcılık gibi etkili bir işsizlikle mücadele aracının, en etkili kamu yönetim birimi olan belediyelerce tahrip edildiği örnekleniyordu. (Gece yarısı Eminönü’ndeki hanların bekar odalarında tıkış tıkış yatan ve el arabaları da aynı hana parkedilmiş seyyar satıcılara baskın yapılarak arabaları kırılıp bir daha bu kabahati(!) işlemelerinin önlenmesi üzerine o yazıyı yazmıştım.

    Muhtemelen o baskından sonra tek yaşam sürdürme imkanını kaybeden seyyar satıcıların bir bölümü ile, can ve mal kaybına uğrayark dağlarda mücadele ediyoruz.

    Böyle bir akıl yoksunluğundan nasibini alan Sorun Çözme Kabiliyeti ile ne kadar yol alınabilir?

    İçki içenler ve içenden rahatsız olanlar için, doğru ve denetlenmesi mümkün kurallar koyup, bu işi bir “sistem tasarımı” ciddiyetiyle ele alıp, hem içki içmek isteyenlerin haklarını, hem de içki içme hakkını kötüye kullananlardan zarar görenlerin haklarını korumak, hayvan pazarında yer gösterme ilkelliğine sapmadan mümkün olamaz mı?

    En çok içki tüketen ülkelerde bile içenler ve içmeyenlerin birbirlerine zarar vermeden birlikte yaşadıklarını, bunu nasıl yapabildiklerini de görüyoruz.

    Şimdi soru şu: Kendi görüşüne uymayanları hayvan pazarlarına sürecek belediye başkanlarından nasıl korunulacaktır?

    Çare, soru sormayı, bu ve benzeri insanların kıt akıllarıyla dayandıkları gerekçeleri birer birer havada bırakabilecek “ezber kalıplarının sorgulanması”nı bir moda akım haline getirebilmektir.

    http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/ adresini lütfen ziyaret ediniz. İsterseniz kendinize bir blog yaparak üreteceğiniz kalıpları bir araya toplayıp yayımlayınız; isterseniz bu adresteki boş kalıp formlarına aklınıza gelen “hayvan pazarı” başkanlarının dayanak olarak kullandıkları kalıpları yazıp sorgulayınız.

    Bu konuda yardım gerekiyorsa çocuklarınıza sorunuz; onlar en iyi soruları üretirler J

    15 Ekim 2012 Pazartesi

  • Teröristin ardından ağlanır mı ağlanmaz mı?

    Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün, “dağda ölen teröristin ardından ağlamayan insan değildir; İnsan katleden, canavarlaşmış bir teröristi enterne edemeyen de devlet değildir” sözleri arkasından her iki uçta tartışmalar başladı. Bir bölüm, emniyet müdürünü alkışlarken, bir o kadarı da kınadı.

    Kullanılan ifadeler tek tek ele alındığında hem lehinde hem aleyhinde eşit miktarda savunu geliştirilebilir.

    Ölen teröriste ağlanır mı ağlanmaz mı?

    Ağlanır; çünkü terörist adı verilen kişi sonuçta yurttaşlardan birsidir; biyolojik olarak diğer insanlardan hiç bir farkı yoktur. Anası-babası, ailesi vardır; tüm insani duygular onlarca da duyulur. Bir insanın ölümü trajik bir olay, hele böyle bir son ile ölmesi daha da trajiktir. İnsani duyguları körelmemiş herkes böyle bir durumda üzüntü duyar. Bu üzüntünün düzeyi ve dışavurumu herkeste değişik ölçülerdedir.

    Ağlanmaz; çünkü, birlikte yaşadığı yurttaşlarına silah çeken, onlara tuzak kuran, gündüz onlar gibi davranıp gece onlanları katleden, bununla da yetinmeyip dağa çıkarak kendi gibi düşünmeyenlere –hatta düşünenlere- resmen savaş açan bir insan’a duyulacak öfke, onun insan yanına duyulan sevgi ve saygıyı bastıracağı için ağlanmaz. Ağlamama olgusunun düzeyi de herkeste değişik olup, kimi kendini tutup ağlamaz iken kimi de intikamı alındı diye sevinir.

    Teröristi enterne edemeyene devlet denilir mi denilmez mi?

    Denilmez; çünkü herhangi bir devletin herkesçe kabullenilen tanımı, o devleti tanıyan kişilerin can ve mallarını güvence altına almakla başlar. Bunu başaramayan tanım dışına çıkacağı için o yapılanmaya devlet denilemez.

    Denilir; çünkü, o devletin toplumu içinde–haklı veya haksız taleplerin karşılanmayışı, iç veya dış kışkırtmalar gibi- herhangi nedenlerle toplumu terörize etmeye, bunu bir silahlı propaganda aracı olarak kullanmaya kalkışanlar olabilir. Eğer bu kalkışmalar, yurt içi işbirlikleri –örn. İran’da solcuların ve mollaların işbirliği ile Şah’ı devirip sonra da aralarında hesaplaşmaları- ve/ya yurtdışı niyet sahiplerinin emelleriyle birleşirse bu durumda devletin mücadelesi, insanların sınırlı sabır sürelerini zorlamaya başlasa da devlet bu mücadeleyi sürdürürken devletlik vasfını kaybetmiş olmaz. Olsa olsa mücadeledeki başarı ya da başarısızlıktan –ki o da gri tonlardadır- söz edilebilir.

    İyi de şimdi n’olacak?

    Bu karşıt savlar daha da uzatılarak –hepsi de mantıklı argümanlarla- tek başına reddedilemeyecek hale getirilebilir.

    Buradaki sorun, olguları gerçekte olduğu gibi bütün olarak ele almak yerine, parçalayarak ayrı parçalar halinde savunmaktan kaynaklanmaktadır. Teröriste ağlanmalı diyenler bunu diğer parçasından (ağlanmamalı) ayırıp da savunursa, bu defa başka bir şey söylüyor haline gelir. Aksine ağlanmamalı diyen de diğer parçasından (ağlanmalı) ayırarak dile getirdiğinde farklı bir söylem dile getiriyor demektir.

    Olgular iki yönlü olduğuna göre, bu yönlerin tarafları özgürce hangi parçaları seçip savunacaklarına kendileri karar verebilirler. Kamu yöneticileri ise, bu iki parçayı ayırmadan ele almak zorundadırlar.

    Somut örnek olarak: Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven, bu iki parçayı ayırmadan uygulamak zorunda iken, yurttaş Recep Güven istediği herhangi bir parçayı –ya da yine ikisini birlikte- savunabilir.

    İkisi ayrı ayrı tamam da birlikte “uygulamak” nasıl olacak?

    Teröristi dağa çıkmaktan, çıkanı eylemde bulunmaktan caydırmaya çalışmak, caydırının bittiği yerde değişen ölçülerde orantılı güç kullanarak zarar veremez duruma getirmek; bütün bu kademeli uygulamaya rağmen öldürülmek zorunda kalınan teröristin ardından ise:

    –        Sevinç gösterisinde bulunmamak,

    –        Cesedinin gömülmesine izin vermek, cesedin ayrı bir propaganda aracı yapılmasına izin vermemek,

    –        Olayın haberleştirilmesinde duyarlı davranmak,

    –        Şehit cenazelerinde kana kan söylemlerinden uzak durmak; bir intikam törenine dönüşmemesine –olabildiğince- özen göstermek.

    Burada kritik nokta, kamu görevlisinin, bütünleşik (ayrılmaz) kalması gereken iki parçadan birisini ayırıp farklı bir mesaj olarak algılanmasına izin vermemesidir. Aksi halde, bir gün söylediği “ağlayalım”, ertesi gün uyguladığı “öldürelim” mesajıyla çelişir ve güvenilirliği yok olur.

    Ayırma – bütünleşik tutma işaretleri..

    Söz konusu Emniyet Müdürü’nün “dağa çıkıp ölen teröristin ardından ağlamak” ya da “devletin enterne etme görevi” konularındaki söylemlerinin peşpeşe yer alması bir anlamda “bütünleşik tutma” niyeti gibi değerlendirilebilir.

    Burada eleştirilecek bir yan varsa o da, her iki yargının da sonlarına provokatif eklerin getirilmesidir. “…ağlamayan adam değildir”, “….devlet değildir” ekleri, amaçlarını aşan ifadeler olmuştur. Bunu söyleyip de ertesi gün ölen teröristin ardından ağlamadığı takdirde eleştirilere muhatap olacaktır.

    Çevresinde sevilip sayılmak her kamu görevlisi için önemlidir. Hele hele Diyarbakır gibi bir yerde daha önemlidir. Ancak, bu sevgi ve saygınlığı artırmak amacıyla yapılabilecek söylemlerin daha az iddialı ve ertesi gün mahcubiyete yol açmayacak şekilde dillendirilmesi gerekir.

    Burada işareti gereken bir nokta, bu tartışmadan daha önemli görünüyor.

    Siyah – Beyaz / Evet – Hayır Mantığı..

    Emniyet Müdürü’nün sarfettiği bir söz anında iki uca indirgendi: Teröristin ardından ağlanır mı ağlanmaz mı? İşin garip yanı, medyada bu konu üzerinde yorum yapanların büyük çoğunluğu –hepsi dememek için- ikili mantık sisteminin dışına çıkmadılar. …den yana ve …ye karşı olmak üzere ayrıştılar. Konunun üzerinde durulması gereken yanı bence budur ve toplumun ihtiyacı olan uzlaşıyı yok edebilecek mantık sistemi bu ikili mantık sistemidir. (bkz. https://tinaztitiz.com/kitaplar/EHDemokrasi.zip)

    10 Ekim 2012