• Telekulak nasıl engellenir?

    Uzaktan algılama bir teknoloji ve üstelik çok da gelişkin bir teknoloji.

    Medyada sıkça yakınılan “bu kadar çok insan de dinlenir mi, ayıptır” ve de yargıtay’ın verdiği karara gerekçe olarak gösterilen, “herkesi izlemek olmaz“ı kolayca geçersiz kılabilecek gelişkinlikte bir teknoloji paketi.

    İçinde sadece bir tek sözcüğün geçtiği tüm iletişimi (telefon, e-posta, faks vb) izlemek, üstelik de hiç mahkeme kararı olmadan izlemek, hatta Türkiye sınırları dışından izlemek mümkündür.

    Nitekim 11 Eylül sonrası, içinde Guantanamo, terör, bomba, Ladin, ikiz kule gibi yüzlerce sözcüğün geçtiği e-postalar -hem de servis sağlayıcı aracılığıyla- izlenmişti.

    Bugünün gelişkin teknolojileri ortaya çıkmadan 40 yıl kadar önceleri, Sinop’taki ABD dinleme merkezinin şöhreti, “Rusya’daki askeri üslerdeki pilotların diş fırçalama seslerinin dinlenebildiği“ne kadar varmıştı.

    Ulaştırma Bakanı’nın “dinlenmek istemiyorsanız konuşmayın” önerisi belki yanlış formüle edilmiş olabilir ama kesin bir gerçeği dile getirdiği de unutulmamalıdır.

    Sözün kısası, sizi birisi izlemek isterse bunu yapabilir.

    Peki şimdi bir soru: İzleme işi epey çaba -ve tabii ki masraf- gerektiren bir uğraş olduğuna göre buna kalkışan(lar) bunu niye yapsınlar?

    İnternette virüs yayan hacker’ların çok çok küçük bir bölümünün zeki ama psikopat kişiler olduğu, geri kalan çok büyük bölümünün ise sipariş üzerine çalıştıkları biliniyor.

    Yazılım firmalarının -tabii ki hepsi değildir- kimi departmanları güvenlik yazılımları üretirken, başka birimleri de bu güvenlik duvarlarını aşabilecek virüs yazılımları üretiyor. Kuşkusuz bunun için her iki departman grubunun çok sıkı bir eşgüdüm(!) içinde çalıştıkları kolayca tahmin edilebilir.

    Açık kaynak kod uygulamasını yaygınlaştırmak isteyen kişi ve şirketlerin bir türlü -yeterince- yaygınlaşamayışının altında, güvenlik ve virüs yazılımını aynı anda üreten şirketlerin olduğu bellidir.

    Bu noktadaki sözün kısası, “bir malın, ancak alıcısı varsa üretilebileceği“dir.

    Bu basıt akıl yürütmeden görülebilen gerçek, izleme konusunda teknolojik önlem geliştirmek, yasaklayıcı mevzuat üretmek vb araçların işe yaramayacağı, sadece malın (izlemeye yarayan donanım, yazılım, işgücü vd) fiyatını artıracağıdır.

    Kritik nokta ise, malın müşterileridir…

    Müşteriler, alt etmek istedikleri kişi ve/ya kurumlara karşı koz üretmek peşindedirler [1]. Bir diğer deyişle, birbirini alt etmek isteyen taraf sayısı arttıkça müşteri sayısı artacak, müşteri arttıkça mal sağlayıcı artacak, mal sağlayıcılar dönerek yeni pazarlar üretebilmek için pazarlama faaliyetine girişecekler ve kendini besleyen bir döngü oluşacaktır.

    Bu süreci önce azaltıp sonra da durdurmanın çaresi, herhangi bir konuda birbirini alt etmenin tek mümkün yolunun, yargılarına güvenilen bir hukuk sisteminden geçtiği anlayışının yerleştirilmesidir. Eğer, altetme aracı olarak kullanılan izlemenin bir alternatifi herkes tarafından kolay ve ucuz erişilebilir şekilde piyasaya sürülürse kim kimi niye izlesin. Bu alternatif, “hukuk”tur. Özgürlükler ve demokrasi de -iletişim özgürlüğü dahil- ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir.

    Demokrasi ve hukukun birbirinin alternatifi olarak sunulduğu dikkate alınırsa izleme tırmanışının kök nedeni anlaşılmış olacaktır.

    Bu nokta üzerine yoğunlaşmak yerine, izlemeyi imkansız kılacak önlemlere kafa yormak abesle iştigal sayılabilir.

    5 Haziran 2008

    [1] https://tinaztitiz.com/dosyalar-2/#alegar

  • Darbe eğilimleri neyin göstergesidir?

    Her çözümlemenin vazgeçilmez ilk adımı “varsayımlarını ortaya koymak” ise, bu yazı konusunun da varsayımları işin başında belirtilmelidir. Buna göre:

    1. 27 Mayıs 1960’tan bu yana, mevcut hükümetleri indirmeye yönelik çeşitli eylem ve girişimlerin deklare edilmiş ortak yönlerinden birisi, “mevcut gidişata karşı demokratik düzeni tesis etmek” olmuştur. Yani -en azından söylem bazında-, bir sorunu çözmek amacı ileri sürülmektedir.
    2. Girişimlere karşı halk desteğinin düzeyi hakkında sağlam bir veri bulunmasa da, hiç birisine karşı ciddi bir halk tepkisi de olmamıştır. Hattâ birkaçında “ordu halâ ne bekliyor?” gibisinden sitemler de biliniyor.
    3. Gerek eylem ve girişim sahipleri gerekse pasif biçimde de olsa destekleyenler, gelir ve eğitim düzeyleri açısından toplumun orta ve üst katmanlarında yer almaktadır.

    Lütfen bu üç varsayımın da darbe yandaşlığı ya da karşıtlığı bağlamında değil, sadece bir dış göz soğukluğu ile yapıldığı dikkatten uzak tutulmasın.

    Şimdi bir soru!

    Toplumun -halk deyimiyle- aydın denilen kesimi, sorun olarak gördüğü bir duruma karşı darbeden başka çözüm yolu niçin düşün(e)memektedir?

    Olası yanıtlar!

    • Darbe, en kesin sonuçlu ve en hızlı sorun çözme (SÇ) yöntemidir,
    • Darbe, yapanı riske eden, pasif destekçilerine ise zarar vermeyen bir SÇ yoludur,
    • Darbe tembel işidir, ben otururken başkası -benim yerime- yapar,
    • Darbe olursa bana da ikbal yolu açılabilir,
    • Benzer durumlarda yine darbe düşünülmüştü,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığı yolunda beyin yıkama yapılmıştır,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu yoktur,
    • Akla gelmeyen başka nedenler.

    Gerçek -muhtemelen- bunların bir bileşimidir, ama!

    En az yüzbinlerle ölçülebilen sayılar içinde kuşkusuz bu seçeneklerin her birini benimsemiş kişiler vardır. Ama bunlardan birisi vardır ki, iddiam, onun 1 numara olduğudur. O da, “darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığına inanmış olmak“tır.

    Her toplumun bir SÇ profili vardır…

    Gündelik yaşam mücdelesi içinde olan nüfusun büyük bölümünü dışarıda tutup, aydın adı verilen kesimin çeşitli sorunlarını hangi yollarla çözdüğü “SÇ profili” olarak adlandırılabilir.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın [1], bir süredir, üniversiteli gençler arasında yürüttüğü bir ankette şu seçeneklerden birisinin işaretlenmesi isteniyor:

    Sizce iş bulmada en önemli özellik nedir?

    • Güçlü ilişkileri olan iyi referanslara sahip olmak,
    • Çok iyi bir üniversiteden mezun olmak,
    • Çok çalışkan olmak,
    • Çok düşük ücrete razı olmak.

    Bu ankete şu ana kadar katılan 410 kişinin %62’si birinci seçeneği işaretliyor. Düz Türkçe’de torpil adı verilen bu SÇ yöntemi, küçük de olsa söz konusu profil hakkında bir fikir veriyor.

    Profilin sayısallaştırılmamış, ama gözlemlerimizle doğrulanmakta olan şekli hakkında fikir verebilecek, ağırılkla kullanılan SÇ yolları şunlar:

    1. Sorunun köklerini önce anlamaya sonra da ortadan kaldırmaya yönelik olmayan (irrasyonel) yollar kullanmak:

    • Yakınmak,
    • Sorunu görmezden gelmek,
    • Sorun olmadığını savunmak,
    • Tevekkülle sorunu kabul etmek,
    • Sorunun dile getirilmesini önlemek,
    • Sorunu, bir başkasının sorunu haline getirmek,
    • Sorunu çözebilecek birisini aramak,
    • Yasa ve/ya ahlâk dışı yollar kullanmak,
    • Sorunun kökleri yerine hayaletleriyle uğraşmak [2],
    • Yatıra rüşvet vaat etmek,
    • Zor veya şiddet kullanmak,

    2. Nadiren ise rasyonel yöntemler kullanmak.

    Buna göre darbeler, SÇ profilimizin “zor veya şiddet kullanarak sorun çözmek” kategorisine girmektedir. “Zor veya şiddet kullanmak” kuşkusuz bazı hallerde bir SÇ yöntemidir. Ülke savunmasında, içteki düzenin sağlanmasında -diğer yollar tüketildikten sonra- zor veya şiddet kullanmak gerekebilir. Toplumumuz açısından mesele, bu SÇ aracının “başka seçenekler bulunmasına karşın tercih edilen başlıca SÇ aracı” haline gelmiş olmasıdır.

    Örneğin, birkaç darbenin gerekçesi olan “dine dayalı toplum yaşamı tasarımı” sorununun çözümü için en etkili yol, bu soruna yol açan “ezbere dayalı eğitim sistemi” ve onun okul dışı yaşamdaki karşılığı olan “sorgulama yerine inanca dayalı karar verme geleneği” ile mücadele iken, ~15 milyon nüfuslu eğitim sınıfının (öğrencisi, öğretmeni, yöneticisi, politikacısı) ve ~30 milyon nüfuslu öğrenci velisi kesiminin tavan köşesi seyreder aymazlığı, sonra da “bu ordu ne güne duruyor?” diye gaz vermesi ahmaklık değilse nedir?

    Ve Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK)?

    Bu resmin işaret ettiği hastalık, “toplumumuzun SÇK’nin yetersizliği“dir. Canlıların bağışıklık sisteminin toplumsal alandaki -tam- karşılığı SÇK’dir. Bu tanı aydın kesim tarafından anlaşılmadan, toplumsal bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli sonuçları ile uğraşmak hayaletlerle boğuşmak gibidir. Hele hele bu sorunlarla başa çıkabilmek için darbe yönteminin kullanımı, gölge yoketmek için insanın kendini yakıp yoketmesi kadar akıl dışıdır.

    SÇK ve Çığ Etkisi!

    Ne olup da toplumumuzun SÇK böyle zafiyete uğramıştır? Hemen her sorunun (keneler dahil J) değişmez nedenlerinden birisi olarak ileri sürülen dış mihraklar mı tezgahlamıştır?

    Bunu anlamak için “bozulmanın ve düzelmenin çığ etkisi” denilebilecek bir olgunun kavranmasına ihtiyaç var. Buna göre, bir sistem -herhangi bir nedenle- bozulmaya yüz tuttuğunda bir müdahalede bulunulmaz ise giderek daha çok bozulur; aksine, düzelmeye başladığında ise daha da gelişir.

    Sorunlarını akılcı yollarla çözme kabiliyeti yüksek olan toplumlar, o sorunlara yol açan nedenleri giderecekleri için aynı sorunlarla daha seyrek karşılaşırlar ve SÇ süreçleri boyunca edindikleri bilgi ve deneyimlerle SÇ kabiliyetleri giderek artar.

    SÇK düşük toplumlar ise kök sorunları anlama ve giderme için gereken SÇ araçlarına sahip olmadıkları için sadece ezbere belledikleri araçları kullanmaya devam ederler. Bu araçlar kökleri gideremediği için bir yandan sorunlar büyüerek ve şekil değiştirerek devam eder, bir yandan da SÇK gelişmediği için giderek zayıf düşerler.

    SÇK azalmış toplumların ise giderek daha çok sorunla karşılaşacağı ve sonunda Toplumsal AIDS denilebilecek bir onulmaz hastalığa yakalanacakları kolayca görülebilir.

    İster bilerek kapmış olsun, isterse doğum sırasında anneden geçmiş olsun henüz AIDS’e çare bulunmadı; toplumsal olanına ise belki de hiç bulunmayacak.

    15 Temmuz 2008, Salı

  • Bayraktepe, varsayım zincirleri ve “A sınıfı açıklama”!

    Kamuoyunda Aktütün Karakolu olarak bilinen Bayraktepe Baskını, terör konusunda rastgele bir örnek olsa da, tamamen farklı alanlarda benzer yaralayıcılıkta olaylarla sıkça karşılaşıyoruz.

    Bu olayların tümünün ortak yanı, bu konularda akıl fikir yürütmek durumunda olanların çoğunluğunun –birbirleriyle tam aksi görüşleri savunanların dahi-  açıklama metodolojilerinin benzerliğidir.

    image0022-e1391089344743

    Burası “özgür varsayımlar” ülkesidir:

    Bir paradigma oluşturacak kadar belirgin çizgili bütün bu açıklamaların başat özelliği, ardarda sıralanmış bir dizi varsayıma dayalı olmalarıdır.

    Yukarıdaki şemada, Bayraktepe olayına etkisi olabilecek öğelerden bir bölümü görülüyor.

    Kuşkusuz bu şemada sıralanan seçeneklerin her birinin sonuç üzerinde az ya da çok etkisi olabilir. Ama bir ABC sınıflaması [1] yapılırsa bunların %80 dolayındaki bir bölümü A sınıfının dışında kalacaktır.

    İkinci nokta, sonuç üzerine etki yapabilecek 50,000’i aşkın bileşimin belirgin bir çizgiyle ikiye ayrılmakta olduğudur:

    1. Belirli stratejik amaçları gerçekleştirmek amacıyla sürekli ve etkili bir sistem uyarınca eylemleri planlayıp uygulayan(lar),
    2. Yürümekteki bir sürecin ardına –zaman zaman- takılarak taktik amaçlar peşinde koşanlar.

    Bu iki grup etmen, meselelere belirli ilkeler uyarınca bak(a)mayan kimseler açısından son derece içiçe girmiş ve bir o kadar da spekülasyon üretmeye uygun bir resim ortaya çıkarıyor. Örneğin bir köşe yazarı, her gün bu etmenlerden beş-altı tanesini seçip, kendi içinde tutarlı spekülasyonlar üretebilir.

    Ama birkaç küçük(!) eksik vardır:

    • Olayı açıklamada –örneğin Bayraktepe- kullandığı varsayımların A sınıfına ait olup olmadığı,
    • Kullandığı varsayımların geçerlik dereceleri hakkında –hedef kitlesinin duygusal eğilimleri, takıntıları, temennileri, beklentileri ve kişisel tahminleri dışında- bir kanıtı bulunmayışı,
    • Birden fazla sayıda varsayımın peşpeşe dizilmesi halinde bileşik geçerlik düzeyinin son derece hızla azalacağı, ama bu yolla açıklanamayan hiçbir olayın da kalmayacağı gerçeğinin ıskalanması.
    • Örneğin, %80 düzeyinde emin olunan bir varsayımın peşine yine aynı güvenilirlikte varsayımlar dizilirse bileşik güvenilirlik şöyle olur:

     

    Şimdi bir soru akla gelebilir:

    Her varsayımın kanıtı aranacak olsa hiçbir sorun için akıl yürütülemez. Spekülasyon da bir açıklama yolu değil midir? Böylece olayları bütün yüzleriyle gözden geçirmiş olmaz mıyız?

    Evet doğrudur, böylece bir olay tüm olası yönleriyle gözden geçirilebilir. Ama, bütün bu yönler akla gelebilecek her şeyi kapsadığı ve de böylece hemen herkesi tatmin edebilecek bir açıklama seçeneği bu bulamaçın içinde yer alacağı için, üzerine gidilmesi gereken “A sınıfı açıklama” yapılamaz, yapılmasına ihtiyaç da duyulmaz.

    Her teori varsayımlara dayalıdır ama!

    Kuşkusuz teoriler de varsayımlar çevresinde oluşturulur. Bir teorinin ileri sürülmesinde kullanılabilecek varsayım sayısının bir sınırı da yoktur. Tek koşul, teorinin olabildiğince çok sayıda olayı açıklayabilmesidir; sadece bir olayı açıklayabilen, bir başka olayda varsayım değiştirmek zorunda kalınan bir teori geçerliğini yitirir.

    Sadece bu son olayda değil, bundan evvelkilerde de çeşitli kalem ve ağızlar yoluyla ortaya konulan resmi, yarı resmi, gayrı resmi açıklama, yorum, analiz vb çözümlemelerdeki varsayımlardan hatırladıklarım şunlar:

    • Türkiye’nin güneydoğusunda –şu anki petrol fiyatları karşısında çıkarılması kârlı olmayan-, katı petrol rezervleri terörün başlıca nedenlerindendir,
    • İnsan hakları, demokrasi vb kavramların yükseldiği, iletişimin son derece kolaylaştığı bu çağda terör, klasik savaşların yenilenmiş bir şeklidir. Dolayısıyla terör diye bir olgu yoktur, belli amaçlarla açılmış ve ülkelerin birbirlerine karşı örtülü güçleriyle yürüttükleri savaşlar vardır; bu savaşlar birer “kozlar savaşı”dır. [2]
    • A.B.D. Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak istiyor,
    • Su petrolden önemli oluyor, Batılı’lar su kaynaklarını ele geçirmek istiyorlar,
    • Irak petrollerini kontrol edebilmek için Türkye’nin GD’sunu ele geçirmek istiyorlar,
    • Küresel ısınma nedeniyle sular altında kalacak  veya buzul çağına girecek ülkelerden insanları Türkiyeye göç ettirecekleri için buraları ele geçirmek istiyorlar,
    • Lozan sırasında zaten bu işin rövanşının alınacağı yüzümüze söylenmişti,
    • Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçler komplo kuruyorlar,
    • Bor, toryum vb değerli maden rezervlerimizi ele geçirmek istiyorlar,
    • Kuzey Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtler birleşerek devlet kuracaklar,
    • Terör örgütü, sahip olduğu imkanları sürdürebilmek için terörü sürekli canlı tutuyor,
    • Kürt kökenli vatandaşlarımız PKK’yı desteklemiyor,
    • PKK sempatisi Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında çok yüksektir,
    • Batı, islamlaşmaktan korkuyor; bu nedenle ılımlı islam icat edilmiştir. Türk-Kürt kavgası yoluyla Türkler ve aynı zamanda islam zayıflatılmak isteniliyor.

    Peki bu durumda Bayraktepe baskını’nın “A sınıfı açıklaması” nedir?

    Yukarıda bir bölümü sıralanan varsayımların hepsi birden gündemde tutulduğu –ve böylece her nabza uygun şerbet sunulduğu- sürece, belirli bir tehdit senaryosu oluşturup yeterli güçle üzerine gitmeye imkan yoktur.

    Nitekim, “terör magazini” şeklindeki medya haberlerinin en sonlarında –artık soracak soru kalmadığında-, “peki terör örgütü bu saldırıyı niye yapmıştır?” sorularının sorulması, bu “tanı dağınıklığı”nın bir göstergesidir.

    Yani, belki de son derece doğru bir varsayım üzerinde yoğunlaşabilmek için gerekli sorgulama yapılmadığı için –ki buna da terör ezberi denilmelidir- ne Dağlıca baskınının, ne Bayraktepe baskınının ne de Diyarbakır’daki bombalı saldırıların nedeni bellidir.

    Müteveffa başbakanlardan Bülent Ecevit’in, Öcalan’ın yakalanması üzerine söylediği, “niçin teslim ettiklerini bir türlü anlayamıyorum” sözleri de bu belirsizliğin bir diğer kanıtıdır.

    Kısacası, PKK niçin var? sorusunun cevabı olarak onlarca alternatif cevap vardır, ama “A sınıfı açıklamaya” esas tek cevap yoktur.

    Terör adını verdiğimiz çağımız savaş türü karşısındaki başarı düzeyimizin düşüklüğünün nedenine bir de böyle bakınız.

    9 Ekim 2008

     

     

     

  • Belediye başkanlarımıza açık mektup!

    Saygıdeğer Başkanım,

    Zaman zaman sizlere yazmış olduğum mektuplara karşı gösterdiğiniz duyarlığa şükranlarımı sunarken, bir konudaki düşüncemi sizlere iletmek istiyorum. Bu konu, yıllardır tüm belediyelerimizde süren çağdışı bir uygulama olan, “başıboş hayvanların itlafı” sorunudur.

    Başıboş hayvanların kuduz ve diğer hastalıklar açısından bir risk grubu oluşturduğu doğrudur. Ancak, bu grubun yarattığı riskten bin kat daha fazlasını yaratan ve içiçe yaşamaya alıştığımız, hijyen kurallarına uymayan yiyecek üretimi ve satışı, kanserojen olduğu bilinen kimyasallarla karıştırılan yiyeceklerin serbestçe satılabilmesi gibi etkenler, hergün ve sessizce onlarca kişiyi hasta etmekte, öldürmektedir. Kuduz vakalarının sayısı ise bununla karşılaştırılamayacak kadar azdır.

    Hal böyle iken, doğanın o harika yaratıklarını öldürmek, acaba “canlıya saygı” kavramıyla bağdaşır mı?

    Birlikte yaşamak zorunda olduğumuz, ayrılmaz parçamız olduğunu idrak etmek durumunda olduğumuz hayvanları öldürerek riski ortadan kaldırmak isteyenler, daha büyük riskleri azaltmak için onlara neden olanları da öldürmeyi düşünmekte midirler?

    Çocuklarımızın ve hayvanlara karşı duyarlı olanlarımızın gözleri önünde hayvanları öldürmekten çekinmeyenlerden, bir insan olarak utanıyorum.

    Bu olayın, bugüne kadar sizin dikkatinizi çekmediğinden kesinlikle eminim. Aksi halde buna kesin olarak karşı çıkıp önleyeceğinizi biliyorum.

    Bildiğiniz gibi, sokak hayvanlarının başıboş ve hızla çoğalmalarına karşı üç tür önlem bulunmaktadır:

    1. Başıboş kedi ve köpeklerin kısırlaştırılmaları,
    2. Onların kolayca beslenmelerine ve dolayısıyla sayılarının artmasına, başka canlıların da (fare vb) üremelerine ortam hazırlayan çöplük ve benzeri nedenlerin ortadan kaldırılması,
    3. Özellikle çocuk sahibi ailelerin en az birer hayvan edinmelerinin özendirilmesi.

    Medeni ülkelerde hayvan itlafı metodu uzun yıllardır terkedilmiş, onun yerine bu yöntemler benimsenmiştir.

    Sayın başkanım,

    Sizin, bir kampanyanın önderliğini yapacağınıza, “kısırlaştırma” ve “hayvan edindirme” konusunda ilk adımları atacağınıza inanıyorum.

    Mektubumu okumaya ayırdığınız zaman için size teşekkür ediyorum ve sizin ağzınızdan şunları duymak istediğimi belirtmek istiyorum: “Hayvanlar bizim dostlarımızdır. Biz dostlarımızı öldüremeyiz!”

    Selam ve sevgilerimle,

    Tınaz Titiz

    24 Mayıs 2000

     

  • Müşteri kral(mı)dır?

    Şu yazımı [1], tamamen sanayide uygulanagelen toplam kalite bağlamında, yani salt teknik çerçevede 2001 yılında yazmıştım.

    Kalite ihtiyaca uygunluktur” ve “müşteri kraldır” ilkelerinin, toplam kalite akımının iki belirleyici köşe taşı olduğunu yazdıktan sonra, bunun doğru ama tam doğru olmadığını belirtmiş ve yazı sonunu şöyle bağlamıştım: ” Kalite, -çeşitli seçenekler konusunda özgür seçim hakkına sahip, seçenekler konusunda bilgilendirilmiş ve de seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış olmak kaydıyla- ihtiyaca uygunluktur“.

    Bu cümleyi şöyle de okuyabilirsiniz:

    Müşteri eğer:

    1.     Çeşitli seçenekler mevcut ise ve

    2.     Bunlar arasında özgür seçim imkanına sahip ise ve

    3.     Bu seçenekler hakkında bilgi sahibi ise ve de

    4.     seçeneklerden biri yönünde koşullanmamış ise

    kraldır.”

    Buradaki kral, kuşkusuz bir deyimdir ve “kayıtsız ve şartsız ihtiyacına uyana karar verme hakkına sahiptir” anlamındadır. Bir diğer deyimle, “müşteri, yukarıda açıklanan 3 koşul yerine geldiğinde kayıtsız ve şartsız egemendir“.

    Son aylarda giderek keskinleşen biçimde toplumu ikiye ayırma eğilimi ortaya çıktı. Kargaşa dönemlerinde ince düşünmeye yer yoktur. “Ya benden yanasın ya da karşısın” tutumları genellikle öyle zamanlarda ortaya çıkar. Örneğin savaş sırasında karşılaşan iki asker sadece birbirinin üniformasına bakar. Ölçüt basit ve tektir: üniforma benimkinden mi değil mi? Değilse tetik çekilir, süngü saplanır.

    Bunu yapanlar emir almış sıradan askerlerdir; komutanları ise -ki zaten sadece o nedenle komutandırlar- daha ince düşünürler ve siyahla beyaz arasındaki çeşitli tonları ayırdederler. Asker davranışı ne kadar doğalsa komutan davranışı da o kadar beklendiktir.

    Toplumdaki kanaat önderlerinin tutumlarının da siyah-beyaz arasındaki gri tonları farkedebilir olması beklenir. Ama görünen odur ki toplumumuzu demokratlar ve darbeciler olarak ikiye ayırmakta bir sakınca görmemektedirler.

    Halkın kendini yönetmesi” ilkesi -belki çok keskin ideolojik kampların mensupları hariç- herhalde itiraz edilebilecek bir yaşam biçimi değildir. İster çoğu insanın kökünü bilmediği demokrasi sözcüğüyle söylensin isterse açık anlamıyla ifade edilsin, çoğunluğun demokrasiden yana olduğu pekala söylenebilir.

    Bir anlamda halk bir müşteridir ve ihtiyacını kendi belirleyip seçmek ister. “Ben buna yetkin değilim, benim yerime başkaları ihtiyacımı belirlesin ve o ihtiyacı giderecek insanları seçsin” diyebilecek -ki herhalde darbe yanlısı bu demektir- kişi bulunur mu bilinmez.

    O halde, toplumun çoğunluğu, kendi ihtiyacını kendi seçmekten yana tavır sahibi ise demokrat sayılmak gerekir. Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken kritik nokta, bu demokrat çoğunluğun, yukardaki 4 altın koşula uyduğundan kuşku duyulmamasıdır.

    Bir diğer deyişle, egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir denilirken o koşulların varlığının su götürmez düzeyde var olduğu kabulünden hareket edildiği varsayılmaktadır.

    Eğer birileri çıkar da, bu altın koşullardan bir veya birkaçının yerine gelmediğini, egemenlik söyleminin kayıtsız ve şartsız olmadığını ileri sürerse, onları darbe yanlıları safına koymak, sadece gerçek darbe yanlılarını daha kalabalık -ve pek kalabalık- göstermekten başka bir işe yaramaz. Yani bir anlamda bu tutum bir çeşit darbe destekçiliği anlamına gelir.

    Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğu söylemi bir vizyondur ve o vizyona erişmek yolunda, o 4 koşulu yerine getirebilmek için insanları ikiye bölmeye değil çaba harcamaya ihtiyaç vardır.

    28 Mart 2008