• Zihinsel Virüs No 0: “Söz konusu olamaz!”

    Tam 16 yıl evvel yazılan Zihinsel Virüsler başlıklı yazıda, toplumsal kavram dağarcığımıza yerleşmiş dört virüsten söz etmiştim. Yazıya tıklayanlar, “Başkası yapmasın ben de yapmayayım”, “Evet ama yine de”, “Siyaset, yurttaşların sorunlarını çözmek için yapılır” ve “Sana ne” adı verilen virüslerin ne gibi melanetlere yol açtığını okuyabilirler.

    Bu kadar süre içinde, bu dört virüsün hemen hemen rastlanabilecek melanet türlerinin hepsi değilse de büyük bölümünü oluşturduğunu düşünmüş, geri kalanları da diğer araştırmacılara bırakmıştım J.

    Tam buna kendimi inandırmışken, ta başından beri var olan en kıdemli denilebilecek virüsü atladığımı fark ettim; bunun nasıl olduğunu bilemiyorum.

    Bu nedenle bu virüse, hepsinden önemlisi olduğunu belirtmek için de sıfır numarasını verdim. Kısa açıklamasını verince, ne kadar çok yerde işe yarayacağını(!) ve ne kadar başa çıkılmaz güçte olduğunu kolaylıkla değerlendirebileceksiniz. İşte birkaç örnek:

    –       Meydana gelen trafik kazasından sonra yapılan teknik incelemede km saatinin 220’de takılı kalması söz konusu değildir.

    –       Bakım ve güvenliğinden sorumlu olduğum çocuklara tacizde bulunmam söz konusu olamaz. Diğer yöneltilecek iddiaların hepsi aynen bunda olduğu gibi çürütülecektir.

    –       Bu ithamlarınızın hiçbirisi söz konusu değildir. Vb.

    Giderek daha fazla kullanılan bu virüsü de koleksiyonumuza dahil etmek istedim.

    26 Mart 2016

  • Dinde sorgulama olmaz (mı?)

    Her yazının –saklı da olsa en az bir- muhatabı vardır. “Ben yazılarımı özneye değil kavramsal bağlamlara yazarım” diyenler ya araştırmacı bilim insanı ya da yalancıdır.

    Bu yazının muhatabı da, din konuları açıldığında, dinde sorgulama olmaz, inançlar sorgulanır mı? ya da ne kadar bozukluk varsa din kaynaklıdır deyip kestirmeden kapatan; kapatmakla da kalmayıp, üstüne üstlük, sen böylesi boş işlere kafa yoracağına daha elle tutulur şeylere bak şeklinde nasihatte bulunan birkaç tanıdığımdır.

    Daha ilerlemeden hemen çıkarılabilecek sağlam bir sonuç, bu ve benzeri yaklaşım sahiplerinin din alanını, sorgulamayanların alanı haline getirmeye katkıda bulunduklarıdır. Sorgulama aklın alanı olduğuna göre, sorgulamaya kapalı bir din anlayışının her türlü akıl dışılıkla nasıl eşanlamlı hale gelmiş olduğu böylece anlaşılabilir hale geliyor.

    Tüm varlıkları kavrayan evrenin oluşum ve işleyişini sürekli anlamaya çalışıp, onunla uyum halinde yaşamak” gibi bir amaç dinler için anlamlı ise, gerek kişinin zihninde oluşturacağı evren tasavvuru, gerekse o tasavvura uyum adına düzenleyeceği yaşamın nasıl akıl dışılıklarla dolu olacağı kolayca anlaşılabilir. Dahası, bu akıldışı yaşam sahiplerinin bir toplum olarak bir arada yaşayabilmesindeki sorunlar da cabası..

    Din’in neresi sorgulanmamalı?

    Kaynağı ister destan ister vahiy olsun, hemen her dinin söylemleri birkaç kategoride[1] toplanabilir.

    • Bunlardan birisi o dinin ortaya çıkışındaki olayların ve o dine inanan ve inanmayanların mücadelesinin öyküsü’dür. Öykünün –dolayısıyla da öğreti bütününün- inandırıcılığı açısından öykü içinde yer yer mucizeler de yer alabilir. (Hz. Musa’nın denizi yarması, Hz. İsa’nın ölüyü diriltmesi, Hz. Ömer’in İran’daki orduya sesini duyurması gibi).

    Çok daha yakın tarihteki olayları sorgulama konusunda veri bulanıklığı ortada iken, en yenisi 14 asır evvele ait öykülerin sorgulanması pratik olarak güçtür.

    Ayrıca, bu kategoridekilerin sorgulanması halinde, dinin amacına hizmet etmeyecek anlaşmazlık ve ardından da bölünmelerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Nitekim mezheplerin ortaya çıkışında bu tür yararsız sorgulamaların payı büyüktür.

    • Yaratıcının büyüklüğünün tasviri yoluyla öğretiye inanışı kolaylaştırmak amacıyla O’nun sıfatları, şükran ve yakarışlar da bir kategori olarak düşünülebilir.

    Özetle, bu iki kategorinin sorgulanması kuşkusuz mümkün, ama dinin amacı açısından yararsızdır.

    • Üçüncü kategori, dinin “kurucu ilkeleri” (maksimler) denilebilecek ifadelerdir. İster açık ister sembolik ifade edilmiş olsun, aslında bir dini öğretinin temeli bunlardır. Tevrat’ın On Emri, Hristiyanlığın –çeşitli- maksimleri[2], İslam’ın evrensel ilkeleri[3] gibi.

    Bunların sorgulanması ise mümkün, yararlı, hatta İslamiyet açısından “imanın şartı sayılacak kadar” gereklidir. İmanın, taklidi iman ve tahkiki iman olarak ikiye ayrılıp, makbul olanın ikincisi sayılması bunu gösteriyor.

    Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.”[4]

    Dinin sorgulanamaz olduğu, çünkü dinin esasının iman, imanın da “herkesin kalbi olarak özgün yorumları” olduğu iddia edilerek din alanının akıl dışılığa terkedilmesinin somut sonuçlarını hem yerel hem küresel ölçekte yaşıyoruz, daha da yaşayacağız.

    Şimdi, bir dini inanca sahip olanlara ve de olmayanlara sormak gerekmez mi ki, inanç ya da inançsızlığın akıl ile sorgulanarak temellendirilmesi yerine, tamamen hurafe ya da akla geliverenleri doğru sanarak sarılıp çevrenize benimsetmeye çalıştıklarınız birer yanılgı değil mi?

    Dindar nesil yetiştirmek uğruna, genç beyinleri sorgulama dışı –üstelik de anlamadığı bir dilden- (ezber) kalıpları[5] ile koşullandırmanın[6] cezasını kim sorup kimlere verecek?

    1 Kasım 2015

     

    [1]Bu kategoriler birbirinin içine geçmiş biçimde yer alabilir. Bunlar ayrılıp her kategori ayrı incelendiğinde, o dinin kurucu ilkelerinin anlaşılmasına yol açılmış olur.

    [2] Bkz. http://holycrossoca.org/newslet/0907.html

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/11/dini_ahlakin_temel_ilkeleri_Rev9.0.pdf 

    [4] Bkz. https://goo.gl/wyu1Yq

    [5] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com

    [6] Bkz. http://bit.ly/1PdtLqQ, https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/

  • “Fraktal” Çözüm Elementleri! (Rev 3)

    Hemen her toplumu, hatta topluluğu oluşturan “sıradan çoğunluk” ve “nadir azınlık”lar yaşamın her evresinde önemlidir, ama özellikle kriz dönemlerinde daha da kritik roller oynamaya adaydır. Yaşam enerjisinin ve zamanının neredeyse tamamını kendisi ve ailesinin yaşamlarını sürdürebilmek için koşturan, gerektiğinde yasal ve ahlaki kuralları zorlamak zorunda kalan sıradan çoğunluk… Ve, yaşam sürdürme zorunluklarını aşabilmiş, yaşam enerjisinin ve zamanının en azından bir bölümünü, üyesi olduğu toplumunun refah ve mutluluğuna katkıda bulunmak üzere harcayabilecek “durumdaki” nadir azınlık.

    Bu kesimin çoğunluğunun baskın karakteristiği, sahip olduğu para ve unvan gibi konfor araçlarını artırmaya çalışıp, bunlar yoluyla mutluluk öğeleri tüketmeye çalışmaktır. Sorgulanmış bir vizyona sahip olmamak, sürekli yakınmak, suçlamak, diğer özellikleridir. Bu ikinci kısmın içinden ayrışan küçük bir üçüncü kesim daha var: Kendilerine hareket özgürlüğü sağlayan sosyo-ekonomik durumlarını, toplumun refah ve mutluluğu yolunda kullananlar. Toplumsal kriz zamanları için kritik kaynak durumunda olacak olanlar bu kişilerdir.

    Bugün toplumumuz çok yönlü denilebilecek bir kriz içindedir. Uzun süredir işlenen inanan – inanmayan, Alevi – Sünni, Türk – Kürt ayrıştırması, bunları besleyen ekonomik sorunlarla yeni bileşikler üretiyor. Bu gibi kriz ekosistemleri, içinde yukardaki üç kesimden de kişileri barındırarak çeşitli oluşumlar üretiyorlar. Bu olumlu bir adım ise de, şu birkaç soru cevaplan(a)madığı takdirde olumlu sonuç vermek bir yana, üçüncü gruptaki kişilerin –başta zaman olmak üzere- kıt kaynaklarını tüketmek gibi bir tehlikesi vardır. Ayrıca da, üçüncü grup dışındaki geniş toplum kesimlerinin olası desteklerinin ve ümitlerinin tükenmesi gibi de bir riski mevcuttur. Bu durumda sorulması gereken birkaç soru şunlardır:

    1. “Ne” yapılmak isteniliyor? (girişimin vizyonu)
    2. O yapılmak istenilen “niçin” yapılmak isteniliyor? (girişimin misyonu)
    3. Yapılmak istenilen, ne pahasına yapılmak isteniliyor? (girişimin öz-değerleri) VE
    4. Yapılmak istenilenin, hangi “Fraktal Çözüm Elementleri[1]” kullanılarak gerçekleştirilmesi öngörülüyor?

    Karşı karşıya bulunduğumuz sorunları bir defada, bütünüyle ve de şimdi çözmenin (hatta anlamanın) neredeyse imkansız olduğu düşünüldüğünde, bu dört soruya cevap aramadan sorunlarımıza çözümler arayanları bekleyen tuzaklar kolayca görülebilir.

    İlk üç soru, cevapları sinirlendirici derecede kolay görünüşlüdür. Ama eğer her anlama gelebilen (joker gibi) ifadeler kullanılmazsa cevaplamak oldukça güçtür. Örneğin, “ülkeyi sarmış bulunan irrasyonel akıl yürütme salgını”, çözülmek istenilen bir sorun olarak ele alınır ve birinci soru olan (“Ne” yapmak isteniliyor?) sorusu sorulursa şöyle cevaplar alınacağı neredeyse garantidir: “ülkemizi karanlıktan kurtarmak”, “X veya Y partisini iktidara getirmek ya da indirmek”, “Yüzümüzü tekrar Batı’ya çevirmek” vb. Halbuki bu yanıtların hiçbiri işe yarar değildir; tanımsız kavramlara dayalıdır ya da kök-sorun olmayan sorunların çözümlerine yöneliktir; her cevap seçeneği joker gibidir, her yere uyar.

    Sorulan “Ne yapılmak isteniliyor?” sorusuna karşı verilebilecek iyi bir yanıt örneğin şöyle olabilirdi: Nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünme türlerinin, başta devlet yönetimi olmak üzere, kamu, özel ve gönüllü kuruluşların kararlarına egemen kılınması.

    İkinci ve üçüncü sorular “Niçin yapılmak isteniliyor?” ve “Ne pahasına yapılmak isteniliyor?” soruları da benzer biçimde iyi düşünülerek, kolay yanıtlardan kaçınılarak yanıtlanmalıdır.

    Üzerinde durulmak istenilen esas soru olan “Hangi Fraktal Çözüm Elementleri (FÇE) kullanılarak çözüm öngörülüyor?”a gelince.. FÇE’nin bir sorun çözme yaklaşımı olarak öne sürülmesinin nedeni, yazının başlangıcında değinilen üç toplum kesiminden sonuncusunun –ki onlara toplum yararına adanmışlar da denilebilir- bir ortak özelliğidir.

    O özellik, yapabilecekleri katkının sınırlı oluşu, basit oluşu ve en önemlisi de çözülmek istenilen kompleks sorunun tekrarlı yapı taşlarından oluşudur. Bu üstün özelliğine karşı FÇE’nin iki de dezavantajı mevcuttur:

    (1) Kompleks yapının, bu küçük yapı taşlarından örülmesi halinde geçecek zaman süresinin, toplumun sabrederek katkılarını sürdürmesine yeterli olamama ihtimali,

    (2) Çözülmek istenen sorun’un kendi kendini büyütme hızının, Fraktal Çözüm Elementleri’nin birleşerek tüm sorunu küçültmeye başlaması hızından daha büyük olup, durumun giderek daha kötüleşmesi.

    Bunlardan birincisine karşı koymak nispeten kolaydır. Eğer, çözüm peşinde olanlar FÇE’nin doğasını anlamışlarsa, geçecek sürenin uzun olacağını peşinen kabul etmişler demektir.

    İkinci olası sorun daha güçtür. Bu tür süreçlerin nihai aşamalarına doğru “kaba kuvvet egemenliği” arttıkça, toplum kurumlarının düzenleyici etkileri giderek etkisizleşmeye başlar. Bu bir negatif sarmaldır. Hukuk hak’ka değil güçlüye hizmet etmeye başladığı anda, genel olarak hukuka ve onun yaptırım aracı olan adalet sistemine güvenmeye devam eden sıradan çoğunluk sessiz kalırken, diğer kesim yol alır ve bu bir çığ etkisi oluşturur.

    Bu olasılık ister istemez tek çözüm yolu dayatır: Zamanın her bir saniyesini etkili kullanarak bu negatif sarmal içine girmemeye özen göstermek ve aynı zamanda, çeşitli FÇE arasından en etkili, en çabuk yaygınlaşabilenleri seçmek. Bu ise, üçüncü kategori olarak nitelenenlerin, aralarındaki iletişimi , dolayısıyla da dayanışmayı –o ana kadar hiç yapmadıkları ölçüde- etkilileştirmeleridir.

    Çeşitli FÇE örnekleri..

    1)      Eğer … ise … dir:

    Çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri yerleştirilmesini kalıcı bir beceri haline getirebilmek. Yazıp söylediklerinin ve de dinleyip okuduklarının mutlak doğrular olduğuna inanan insanlar yerine, her yargının mutlaka ön koşulları olacağını bilinci verilmesi.

    2)      “Zilsiz Okul”:

    Bağımsız düşünebilen ve hareket edebilen kişiler yetiştirmek bir okulun misyonu (varlık nedeni) ya da misyonlarından başlıcası olmalıdır. O halde ders başlangıç ve bitişlerini haber vermede kullanılan “zil” ise, bütün masum görünüşüne karşın, bağımsız birey yerine “sürüye ait kişi” koşullandırmasına yol açmaktadır.

    Bunun yerine -hangi yaşta olursa olsun- öğretmen ve öğrencilerin (ya da öğrenci gruplarının) kendi aralarında farklı saatlerde randevulaşıp sınıf ya da bir başka ders yapılacak yerde buluşmaları esas olmalıdır. Böylece bir yandan bağımsız birey yetiştirme desteklenirken, bir yandan zamana sadakat, bir yandan da başkalarının meşgul olduğu saatlerde onları rahatsız etmemek gibi bir alışkanlık kazanılmasına yol açılmış olur.

    3)      Gözetimsiz sınavlar (Onur sistemi):

    Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!”

    demek yerine;

    Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz; çünkü̈ sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!”

    mesajı çocukların gözlerinin içine baka baka verilir.

    Tüm sınavlarda, %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenler, okul idareleri, veliler ve nihayet öğrenciler, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeli, ve bu yanlıştan dönmelidirler.

    4)      Yabancı dil eğitimi:

    Bir yabancı, pek kimsenin söylemediği bir gerçeği şöyle dile getirmişti: “Biz normal bir ticari, siyasi ya da diplomatik müzakerede sizin anlayacağınız kadar basit bir dille konuşuruz. Sizin dilinizde yaklaşık yüzbin, bizimkinde ise beşyüzbin sözcük ve kavram var. Dolayısıyla bizim, sizin gibi konuşmamız mümkündür. Ama siz bizim gibi konuşamazsınız, .Çünkü dilinizde olmayan kavramları kullanmanız imkansızdır. Müzakere bizim çıkarlarımızın tehlikeye düşeceği bir noktaya gelirse biz öyle bir dil kullanmaya başlarız ki siz anlayamazsınız, ama anlamadığınızı da söyleyemezsiniz. İşte bizim size karşı en büyük üstünlüğümüz dilimizdir..”

    Bir Batılı kamu görevlisi, uzun süreli görev için gittiği ülkenin dilini gayet süratle öğrenebilmektedir. Biz ise yıllarca yabancı dil eğitimi yaptırdığımız çocuklarımıza bunu öğretemiyoruz. O halde bu işte bir yanlışlık vardır. Uluslararası müzakerelerde kırık dökük yabancı diliyle hamaset yapan insanlar yerine diline hakim insanlar yetiştirmek, bugün için bir teknik sorundur ve teknik eğitim veren üniversitelerimizde böylesi bölümlerin açılması büyük imkanlar gerektirmemektedir.

    5)      Sorunları sorulara çevirerek anlaşılabilirliğini, dolayısıyla da çözülebilirliğini artırmak:

    Karmaşık sorunları çözmek güçtür; çünkü öncelikle onları anlamak güçtür. O halde sorunları çözmeye girişmeden önce onların iyi anlaşılması sağlanmalıdır. Sorunların anlaşılabilirliklerinin artırılmasının bir yolu da önce onların sorulara çevrilmesidir. O halde doğru soruların sorulma becerisinin yaygınlaştırılması, sorun çözme kabiliyetinin de artmasına yol açar. Bu beceri sadece toplumsal açıdan değil, bireysel ve kurumsal, hatta ailevi sorunların çözümlenmesi açısından da önemlidir.

    6)      Bireylerin kavram dağarcıklarının zenginleştirilmesi:

    Sorunları çözebilme yeteneğimiz, kavram dağarcığımızın zenginliği ve de onları kullanabilme becerilerimizle doğru orantılıdır. Düşünsel yapı taşları denilebilecek kavramları içselleştirmiş kişilerin sorunları daha iyi analiz edebilecekleri, onlar için yaratıcı çözümler geliştirebilecekleri doğaldır.

    7)      Öğrenmeyi öğrenme:

    Her sorun’un çözümünün eğitime, eğitimin de okul ve öğretmene bağlandığı; böylece kısıtlı okul ve öğretmen sayısı nedeniyle kısır döngüye düştüğü için bir türlü gerçekleşemeyen; üstüne üstlük eğitimin de siyasal mekanızma tarafından ideolojik amaca oturtulan eğitim, “öğrenmeyi öğrenen kişiler” tarafından gerçekleştirilebilir.

    Böylece, ihtiyaçları ve giderilme biçimleri kendi dışındaki kişilere bırakılarak birey olma özelliği reddedilen insanlar, ihtiyaçlarını kendilerini belirleyip, kendileri öğrenme yoluyla giderebilirler. Sen kendi başına öğrenemezsin koşullanmasını yıkabilecek olumlu örneklerle karşılaştırılacak kişiler, bu yolla istihdam sorunlarına da daha işe yarar çözümler üretebileceklerdir.

    8)      Yargıları askıya almak( deferred judgement):

    Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.

    9)      “iyi”lerin Örgütlenmesine Destek Olunması:

    Yaşamın her alanında, o alandaki işlerini “iyi” yapan, bir de onlarla haksız rekabet ederek topluma zarar veren kişiler / kurumlar nitelik_dagilimişeklinde tanımlanabilecek iki uç kesim var. Bu uçların arasında ise, “uçlardakini olabildiğince taklit eden” iki kesm ve ortada da zaman zaman kesimlerden birisine yanaşan kalabalık bir “sıradan çoğunluk” yer alıyor.

    İş, siyaset, sanat ve akla gelebilecek tüm yaşam alanlarında “haksız rekabet” yaratan kesimlere karşı mücadelede alışılmış araç, o kesimlerin cezalarla caydırılması / yola getirilmesi biçimindeyse de bunun çok da bir dereceye kadar işe yaradığı biliniyor.

    Dağılımın tam aksi yanında ise “iyi”ler sadece var olduklarının kabulünü ve tutumlarının -gündelik dille- enayi olmadıklarının teslimini bekliyor.

    Topluma rol model olarak sunularak, gerek sıradan çoğunluk gerekse diğer kesimler yoluyla bir sosyal baskı ortamının yaratılması için yapılması gereken ise “iyilerin örgütlenmesine destek olunması”ndan ibarettir.

    İyi yapılacak bir örgütleme, çeşitli kesimler arasında viral yolla kendini çoğaltabilecek bir fraktal çözüm elementidir.

    10)      Ve en etkili FÇE!

    Bildiğimiz ya da bildiğimizi zannettiğimiz her konu, o alandaki bilgi ile aramıza aşılmaz bir duvar örer. Bu duvar tarafımızdan örüldüğü gibi yine ancak tarafımızdan yıkılabilir.

    Bildiğimiz, inandığımız her şeyin, ama her şeyin doğruluğunun koşullara bağlı olduğunu, doğruların göreceli olduğunu bilen, doğru bildikleri için ölen ve öldüren değil, gerçekler ve doğruları sürekli merak ederek yaşayan ve yaşatan insanlara ihtiyaç var. Bunun için inançlarını sorgulama ve böylece daha sağlam kavrayışlara kavuşma alışkanlığının, her yaşam alanında çoğalmasına çaba harcanmalıdır.

    21 Ekim 2015  (Rev. 3)

     

    [1] Fraktal Çözüm Elementi, tekrarlandığında kendisinden daha karmaşık (kompleks) çözümler oluşturulabilen elemanter bir çözümdür. Örneğin, “çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri” birer Fraktal Çözüm Elementi’dir. Yaşamlarımız içinde ne denli çok hüküm cümlesi kurduğumuza ve bunların çoğunun ön koşullarının dikkate alınmadığına ve bunun da dönerek çoğu anlaşmazlığın kaynağı olduğuna dikkat edilirse, “anlaşmazlıkların azaltılması” gibi kompleks bir soruna bu yolla yaklaşımın değeri ortaya çıkacaktır.

  • En ahlaklı biziz ama..

    Pazartesi 20 Temmuz 2015

    Değerli dostlarım,

    Yaklaşık 20 yıldır  Gözetimli Sınav Sistemi‘nin yol açtığı doğrudan ve dolaylı sorunları ve ona yol açan nedenleri tanıtmaya çalışıyor ve bu sınav sistemi yerine Onur Sistemi adını verdiğimiz bir yöntemi öneriyoruz.

    Sisteme -belki tahmin edilemeyebilir ama- en çok karşı çıkanlar öğretmenler ve velilerdir. Her ikisinin de gerekçesi, Onur Sistemine göre sınavı savunanların, öğrencilerin ne ölçüde “kandırıkçı” -yakıştırılan esas sıfatı söyleyemiyorum- olduklarını bilmemeleridir.

    Bir bölüm kişi de Türkiye’nin sorununun bu tür boş işler yerine doğrudan sonuca – yani insanları doğrudan mutlu ve müreffeh yapmak- giden işlerle uğraşılmasıdır(!).

    Aşağıda sizlere herhangi bir yorumda bulunmadan, bir metin sunuyorum.

    Stanford bunun için Stanford’dur.

    Selam ve saygılarımla,

    Tınaz Titiz

    ONUR YASASI[1] (The Honor Code)

    Bir öğrenci topluluğu tarafından yürütülen yedi yıllık bir kampanya sonunda, 1921 yılı ilkbaharında, bütün üniversiteyi kapsayacak bir onur yasası ilk kez Üniversitece benimsenmişti. Bu yasa, yıllar boyunca türlü değişiklikler geçirdi. En son değişiklik de 1977 yılının ilkbaharında yeraldı.

    Stanford Üniversitesi’nin –halen uygulanan- standart akademik Onur Yasası aşağıdaki gibidir:

    1. Onur Yasası, öğrencilerin bireysel ve kollektif olarak bir taahhüdüdür. Buna göre, öğrenciler

    (1)    sınavlarda arkadaşlarına yardım etmeyecekler ve arkadaşlarından yardım almayacaklardır; sınıf ödevi sırasında, raporların, ya da öğretim üyesinin vereceği nota esas olacak herhangi başka bir ödevin hazırlanmasında izin alınmadan herhangi bir yardımda bulunmayacaklar ve bu gibi bir yardım almayacaklardır;

    (2)    Onur Yasasının lâfzı ve ruhuna bağlı kalmak üzere kendilerine düşenleri etkin bir biçimde yerine getirecekleri gibi başkalarının da aynı biçimde davranmaları yönünde aktif olarak hareket edeceklerdir;

    1. Öte yandan fakülte de, öğrencilerinin onuruna güvendiği için, sınavlarda gözetmen bulundurmayacak ve yukarıda sözü edilen türlü biçimlerde yeralabilecek onursuz davranışları engellemek amacıyla olağanüstü ve mantığa aykırı önlemlere başvurmaktan imtina edecektir. Fakülte, aynı zamanda, Onur Yasasını ihlâl etmeyi özendirebilecek akademik usullere başvurmaktan da kaçınacaktır.
    2. Her ne kadar akademik şartları tespit hakkı ve yükümlülüğü fakültenin ise de, onurlu bir akademik çalışma ortamı oluşturmanın gerektireceği en uygun koşulların oluşturulmasında fakülte öğrencilerle işbirliğinde bulunacaktır.

    Onur Yasasını ihlâl edeceği düşünülen davranış biçimleri arasında aşağıdakiler bulunmaktadır:

    • Bir başkasının sınav kâgıdından kopya çekmek veya kendi kağıdından bir başkasının kopya çekmesine izin vermek,
    • İzinsiz birlikte çalışmak,
    • Birbaşkasının yapıtından aşırmalar yapmak,
    • Öğretim üyesinin bilgisi ve muvafakati dışında yeniden derecelendirilmek üzere bir test veya sınav kâğıdını revize edildikten sonra sunmak,
    • Ev sınavında (take-home exam) izinsiz yardım alıp vermek,
    • Bir başkasının yaptığı ödevi kendisininki gibi göstermek,
    • Akademik bir çalışma durumunda, makul bir kimsenin, kabul edilemeyecek gibi takdir edeceği bir yardım alıp vermek.

    Yakın geçmişte, öğrencilerin karıştığı disiplin olaylarının çoğunda karşılaşılan Onur Yasası ihlâlleri:

    Bir öğrencinin bir başkasının çalışmasını kendisininmiş gibi sunması, izinsiz yardım alması veya yardımda bulunması.

    Birinci suç için standart ceza, üniversiteden bir sömestre uzaklaştırma ve 40 saat üniversite camiası içinde hizmet etmedir. Ayrıca, çoğu üniversite üyeleri, hangi dersde ihlâlde bulunulmuşsa o dersten öğrenciyi bırakmaktadır.

    Birden çok ihlâlde (örneğin, aynı derste bir defadan daha çok kopya etme durumunda) öğrenci üç sömestre üniversiteden uzaklaştırılmakta ve kendisine üniversite camiasında 40 ya da daha çok saat hizmet etme zorunluluğu getirilmektedir.

     

    [1] Bu metin, Prof. Haldun M. Özaktaş, (90) (312) 290 16 19, (secretary) (90) (312) 266 43 07, (90) (312) 266 41 92 (fax) Bilkent University , Department of Electrical Engineering, TR-06533 Bilkent, Ankara, Turkey       haldun@ee.bilkent.edu.tr, haldun@stanfordalumni.org, www.ee.bilkent.edu.tr/~haldun tarafından iletilmiştir.

     

  • Gerçek İslam diye diye!

    İslam adına ve hepimizin gözleri önünde sergilenen, gerek söz konusu video (http://bit.ly/10rMSIw), gerekse benzer çok sayıda yayına konu olan  yanlışlar “gerçek İslam bu değil” reddiyesi ile durdurulamaz.

    Her akıl-fikir düzeyindeki kişinin, 14 asır önceki bir öğretiyi kendince yorumlayıp kendi arzuladığı yolda yorumlaması devam ettiği sürece, her eylem “İslam adına” etiketlenebilir ve bu etiketlere uymayanlar “gerçek İslam” dışı sayılabilir (bkz. IŞİD).

    Bu eylemler kafa kesme ve din yoluyla oy toplama arasındaki geniş alandaki herhangi bir eylem olabilir. Gözü olan milyonlarca insan bu alandaki sayısız örneği hergün görmektedir. Bu örneklere karşı “gerçek İslam bu değil” sözünün herhangi bir değeri olabilir mi?

    Bu kaos ancak, İslam öğretisinin ayrıntılarının dışına çıkılıp temel ilkelerinin (maksimlerhttp://bit.ly/1qsS8D0) ortaya konulması ve o ilkelerin bizzat uygulanmasıyla durdurulabilir.

    Aydın kesimimizin bir yanılgısı, bu kaosun dışında kalmanın bir çözüm olarak görülmesi olmuştur. Bu defa bu yanlıştan geriye dönmek, gerçek İslam’ın az sayıda tartışılmaz ilkesini ortaya koyabilecek bir çaba içine girmekle mümkün olabilir.

    Görünen o ki, bu yoldaki önerimiz (http://bit.ly/1qsS8D0) kibarca göz ardı edilmiş ve salt  propaganda yoluyla “gerçek İslam” sevdirilmeye çalışılmaktadır.

    Gerçek İslam bu değilse lütfen gerçek İslamı tanımlayan ve dünyevi yaşamın “barış” (islam) temelli olmasına yardımcı olabilecek 5-6 ilkesini söyleyiniz. Söyleyemiyorsanız lütfen merak ediniz, ama bilgiç tavırlar, kalabalık sözler, sorgulanamaz yasaklar ardına sığınmayınız.

    Paul Weston’un yakınmalarını bir saldırı olarak yorumlamak ve ırkçı olduğunu söyleyen bir kişiden nefret ederek rahatlamak mümkündür. Bir diğer seçenek ise, söylediklerinin içinde doğrular olup olmadığına bakmaktır.

    Gerek çocuklar gerekse erişkinlerin öğrenme süreçlerinde en etkili yolun, bizzat örnek görmek olduğu herkesçe kabul ediliyor. Gerçek İslam konusunda bir referans oluşturmak için kutsal kitabımızın tümü (tüm ayrıntılarıyla) ortaya konulduğu takdirde –ki bugün yapılan budur- hiç kimsenin bu dinin temellerini anlamak için çaba harcayamayacağını kabul etmek gerekir. Bu defa geriye kalan seçenek, “İslam adına” yapılan kişisel yorumlardır. Herhangi bir TV kanalını açarak bunların örnekleri kolayca görülebilir.

    İslam adına söz söyleyecek kişiler –bu kadar çok söz içinde- kuşkusuz bazı doğrular da söyleyebilirler. Ama o doğrular içinde referansı sadece kendileri olan “kendi doğruları”da yer alacaktır. Örneğin, “aydınlığın güneşten gelmediği, güneş ışınlarının dünyadaki gündüze çarpmasından (http://bit.ly/1i2tlSw) oluştuğu” zırvası, Kuran-ı Kerim alet edilerek üretilen bir yorumdur.

    Sözün özü şudur ki, İslam adına bu denli yaygın ve her biri de birer tefrik konusu olabilen ve bir kurtarıcıya sığınmak isteyen kitlelerin sarılıp sonra da birbirleriyle çatıştıkları yorumlar ortaya koymak yerine, çok az sayıda temel ilkenin bireysel ve toplumsal yaşamımıza egemen olmasını sağlamak zorundayız. Şu ana kadar böyle bir eğilim görülmedi. Demek ki yeni Weston’lar yolda.

    Cumartesi 20 Eylül 2014

     

  • Yargıları askıya almak: İyi de nereye kadar?

    Özellikle günümüz dünyasının kargaşa ortamına uzaktan baktığımızda görünen büyük resim, çatışmaların büyük çoğunluğunun tek sebepten kaynaklandığını ve bu çatışmalarda üste çıkmak için pek az sayıda “araç” kullanıldığını gösteriyor.

    Başlıca çatışma kaynağı..

    En altta yaşamını sürdürmek, üst üste katmanların tepesinde ise potansiyellerini gerçekleştirmek yer alacak şekilde bir ihtiyaçlar piramiti (tıklayınız).

    Piramitin her katmanındaki her bir ihtiyaç, bir miktar “yoğunlaşmış enerji formuna”na (güneş ışını, bitki, odun, kömür, petrol, gaz gibi) ihtiyaç gösteriyor. Daha da yoğunlaşmış formlar (eşya, canlılar, bilgi gibi) yine birer enerji türü.

    İnsan –yapısı gereği- durmaksızın bu piramitin tepesine tırmanmaya çalışırken (yani daha az zahmet daha çok konfor) sürekli olarak enerjiye[1] ihtiyaç duyuyor; duyuyor ama, her nedret ürünü gibi enerji de (çeşitli formları) bol bulama bulunmadığı için, süreç ister istemez sahip olan birilerinden güzellik, hile ya da zorla almaya dönüşüyor. Çatışmaların bir kaynağı bu.

    Diğer çatışma kaynağı ise, yine gereksinilen enerjinin kapışılmasındaki dağılım eşitsizliği. Örneğin birisi pirzola, diğeri ise kuru ekmek yiyen kişiler, kesimler, toplumlar çatışmaların bu ikinci kaynağını oluşturuyor.

    Bu iki (aslında tek) çatışma kaynağı, milyonlarca insanın birbirine değişik isimler altında uygulayageldiği kırımların özünü oluşturuyor. Sürekli aşağıladığımız hayvanlar ise insan türüne göre meselenin temelini daha iyi kavradıkları için, bu mücadelenin sınırını birinci basamak ihtiyaçla sınırlı tutma bilgeliğini gösteriyorlar ve çatışmaların çapını çok medeni düzeyde tutuyorlar.

    İnsanlar muhtemelen kıskançlık nedeniyle bu medeni tutumu “hayvanca” şeklinde niteliyorlar. Keşke bizler de hayvanca davranabilseydik!

    Başlangıçta çatışmaların bir kaynağı olmasa da, uzunca süren çatışmaların kendini sürdürmek gibi bir de yan etkisi olabiliyor. Çatışmanın bizzat kendisi, çatışmanın devamı için bir neden olmaya başlıyor. Bu geri-besleme olgusu, uzun süre savaşan askerlerin, savaş bittikten sonra barış dönemine uyum sağlayamaması şeklinde kendini gösteriyor.

    Kullanılan başlıca araçlar..

    Birbirleriyle ilgisiz gibi görünen onca çatışma türünün aynı bir kaynaktan türemiş olması kadar şaşırtıcı olabilecek bir diğer konu da, bu çatışmalarda kullanılan araçların azlığıdır.

    Piramite tırmandıkça ortaya çıkan ihtiyaçları gidermek için çatışanlar, güzellikle (yani ticaret) ve/ya hile ile (yani akılsızlığın sömürüsü) ve/ya zorla (yani terör, iç savaş, savaş) yollarını kullanıyorlar.

    Başlıca üç grupta sayılsa da çeşitli kılıklar altında ortaya çıkabilen çatışma araçları ise, o pek güvendiğimiz aklımızın bir özelliğinden yararlanıyor: Kolay yargı!

    Kitle hareketlerinin ortak özelliklerinin başında gelenin, bir yargıya kolayca ve kesinlikle teslim olma hali olduğu, Eric Hoffer’in Kesin İnançlılar adlı kitabında, gerçek hayattan alınmış çarpıcı örneklerle açıklanıyor.

    Kolay yargı sorunu (hastalık dememek için), herhangi bir öğretinin maksimlerini merak edip sorgulamadan kabul etmek, ona “inanmak”, sorgulanmasına rıza göstermemek anlamına geliyor.

    Tüm radikal grupların vazgeçilmez ihtiyacı: Kolay yargılı insan malzemesi..

    Her nerede bir radikal hareket varsa orada mutlaka sorgulamayan (kolay yargılı) insan malzemesi olmalıdır.  O hareket içinde niçin yer aldığını, kendisinden yapması istenilenleri niçin yapması gerektiğini sorgulayan insanlardan bir radikal grup oluşturulabilir mi?

    Radikal hareketler günümüz dünyasını cehenneme çevirdiğine göre, öncelikle doğası anlaşılmak gereken olgu, kolay yargının nasıl oluşup yaygınlaşabildiği değil midir? Öyle ise, nasıl oluyor da dünyada radikal hareketlerle mücadele adına, onun “kolay yargılı insan” malzemesinin oluşumunu destekleyen unsurları anlamak için bir girişim yoktur?

    Türkiye özelinde, sürekli olarak radikal eğilimlerin güçlenmesinden yakınan ve yeni Atatürk’lere umut bağlamış kesimler nasıl olup da bu eğilimlerin kökündeki sorgulama tembelliğinin yarattığı kolay yargı tümörünü görmezden gelirler?

    Örneğin demokrasi ya da din..

    Örneğin demokrasi öğretisi sorgulanmayıp bir inanca dönüştürülürse, onu oluşturan yapı taşının “birey” olduğu, birey’in temel özelliklerinin ise “yaşam tercihlerini ve de sorunlarının çözümünü başkalarının iradesine bırakmamak” olduğu kolayca atlanıp, seçimden seçime oy vermek gibi bir düzeye indirgenebilir. İradesini ipotek etmiş kişilerden oluşan toplumların ise demokrasi adı altında nerelere sürükleneceği ise çok yaşanmış trajediler değil mi?

    Bu arada işaret edilmesi gereken bir nokta, sorgulamak deyimiyle kastedilenin, bir öğreti (ya da ilkeyi) gözden düşürmek amacına yönelik eylemler olmadığı; tam aksine, ancak sorgulanmış söylemlerin “daha inanılabilir” hale geleceğidir.

    Demokrasi ile benzer bir sorgulanamazlık din kurumu için de geçerlidir. Genel söylem, din kurumunun –özellikle de imân’ın- sorgulamaya kapalı olduğudur. Sokaktaki çoğunluk dini söylemleri –arzu etse dahi- sorgulamayabilir. Ama acaba, düşünmekten korkmayan, inandığı doğruları kaybedebileceği korkusu taşımayanların durumu nedir?

    Askıya alınmış yargı kavramı..

    Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.

    Bir yargının askıya alınması somut olarak ne demek?

    Herhangi bir yargı aslında, bir bilgi, bir tahmin, bir içe doğuş ve benzeri kaynaklı bir “ikna oluş”tur ve temelinde, bu kaynaklara duyulan güven ve o güvenin yarattığı rahatlık yer almaktadır. Rahatlık, sürekli olarak kendini genişletmek eğiliminde olduğu için, zamanla yargının çevresi, hiç de ikna olmaya yeterli olmayan bilgi, tahmin vb ile dolup genişlemeye başlar.

    İşte askıya alma, kısa bir süreliğine bu rahatlıktan vazgeçmek ve öylece oluşan boşluğa merak ve endişe karışımı olarak kendini gösteren bir duygunun dolmasına izin vermektir. Bu esnada, sorular sorarak, rahatlık yaratan tüm öğelerin dayanakları sorgulanır ve dayanaksız görülenler ayıklanır. Bu süreç bir defa deneyimlendikten sonra, yargı özü zaman içinde tekrar sorgulanarak güvenilirliği artar.

    Nitekim, çoklukla sorgulanamaz olarak kabul edilen “imân”ın, taklidî ve tahkikî olmak üzere ikiye ayrılmış ve de makbûl olanın tahkikî imân[2] olarak belirlenmiş olmasının nedeni de budur.

    Yüzde 99’unun Müslüman olduğu sürekli tekrarlanan toplumumuzda, inancın özünü oluşturan imân tahkikinin hiç konu edilmeyişi; buna karşı onlarca medya kanalında yüzlerce din uzmanının binlerce ayrıntı öğüdü vermesi acaba meraksızlığın mı, cehaletin mi yoksa bilmediğimiz bir başka eğilimin mi işaretidir?

    Neye ve de niçin imân ettiğini tahkik etmeyi önemsemeyen, ama bir yandan da toplumu inanan-inanmayan diye kutuplaştıran söylemler karşısında IŞİD ya da onlarca benzeri söylem ve eylem ayıplanabilir mi?

    Kutuplaşmalar için önlem olabilir(mi?)

    Yargıların askıya alınarak, onları çevreleyen “özle ilgili olmayan” bölümlerinden ayrılıp daha yoğun birer öz haline getirilmeleri, sadece dinî bağlamda değil birçok alanda kutuplaşmaları önleyebilecek bir yöntem[3] olarak kullanılabilir. Çünkü sıklıkla gözlendiği gibi kutuplaşmalar, sorgulanmadığı için çevresi genişlemiş kavramlar yoluyla doğmaktadır.

    Dinî bağlamdaki mezhepler nasıl ki çevresi özle ilgisi olmayan ayrıntıların “inanç” kapsamı içine girmesiyle doğduysa, benzer şekilde işçi-işveren, genç-yaşlı, Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol gibi kutuplaşmış alanlar da özle ilgisi olmayan ayrıntıların geniş birer “inanç” alanı oluşturmasıyla ortaya çıkmışlardır. Bu yargılar askıya alınıp sorgulamaya tabi tutulabilseydi, birbirleriyle neredeyse ortak yanı bulunmadığı düşünülen kutuplaştırıcı yargıların çerçevesi çok daralabilirdi ve halâ daralabilir.

    Giderek kaosa dönmekte olan sınırlarımızın ötesi için endişelenmek ya da hiç endişelenmemek yerine, askıya alınacak yargılarımızın –bireysel, kesimsel ve toplumsal olarak- neler olduğunu düşünmek hem bilimin hem inancın bir vazgeçilmezi değil midir?

    2 Temmuz 2014 Çarşamba

     


    [2] Bkz. Tahkiki İman, https://bit.ly/37Xi22M

    [3] Buna günümüz Türkçesiyle “sorgulanmış (tahkikî) kavramlar” denilebilir.

  • İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev 3)

    (Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 ve Rev 2’dir.

    Bu iki yazı  http://bit.ly/1pEt1Nx ve http://wp.me/s2t6mi-6830 adreslerindedir..

    Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik, Rev 3’e eklenenler ise yeşil italik fontlarla  gösterilmiştir)

    Yazının başlığındaki soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi? Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir. Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:

    (1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),

    (2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),

    (3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).

    Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.

    Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.

    Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.

    Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.

    Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.

    Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.

    Bu bakış açısı altında başlangıçtaki üç soru tekrar gözden geçirilirse:

    (1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?

    (2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?

    (3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?

    Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.

    Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?

    Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir. Örneğin:

    (1)  Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.

    (Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)

    (2)  İkinci sorudaki, “niçin bu amaç” içinse şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.

    (3)  Üçüncü soru içinse şu maksim (adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?)

    Aday 1.    Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)

    “Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.

    Aşağıdaki birkaç örneğin, bu maksim adayının türevleri olduğu söylenebilir:

    1. Akıl ve sezgi’nin bütünlüğü
    2. Gerçekliklerin (verity) bütünlüğü (uni-verity » bilim dallarının bütünlüğü)
    3. İnsanların, kavimlerin, çeşitli görüş sahiplerinin bütünlükleri
    4. Varlıkların (insan, hayvan, bitki, have, su, taş, toprak vd) bütünlüğü
    5. Bölünmeye, bütünlüğü bozulmaya konu olabilecek her şey.

    Aday 2.    Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)

    Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.

    Aday 3.    Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)

    Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.

    Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.

    Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.

    Böylece, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:

    (1)  Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,

    (2)  Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,

    (3)  Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,

    (4)  Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,

    (5)  Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.

    Bütün bunlar yerine “Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, bir sözcükle –ister istemez- cismaniliğe indirgenmiş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine ayrıca işaret edilmelidir.

    Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek yukarıda açıklanmaya çalışılan 3 sorulu yaklaşım yerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?

    11 Mart 2014 Salı

     1 Nisan 2014 Salı

    6 Mayıs 2014 Salı

     

     



    [1] Vizyon, misyon ve değerler için daha anlamlı karşılıklar olarak sırasıyla “Büyük ve İddialı Sonuç”, “öz-niyet” ve “öz-değerler” terimleri kullanılmaktadır. (bkz. Harvard Business Review, Reprint 96501, “Building Your Company’s Vision”, Collins & Porras, 1996)

    [2] “Birey” tanımı için bakınız: http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram

  • İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev2)

    İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev 2)

    (Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 olup, http://bit.ly/1pEt1Nx adresindedir.

    Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik fontla gösterilmiştir)

    Bu soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi?

    Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir.

    Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:

    (1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),

    (2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),

    (3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).

    Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.

    Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.

    Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.

    Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.

    Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.

    Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.

    Bu bakış açısı altında üç soru tekrar gözden geçirilirse:

    (1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?

    (2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?

    (3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?

    Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.

    Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?

    Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir.

    Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.

    (Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)

    İkinci soru olarak ortaya koyulan, “niçin bu amaç” sorusuna ise şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.

    Örneğin, Üçüncü soru’nun yanıtları bağlamında ise aşağıdaki maksim (adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?):

    Aday 1.    Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)

    “Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.

    Aday 2.    Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)

    Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.

    Aday 3.    Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)

    Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.

    Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.

    Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, birlik ve dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.

    İşaret edilmesi gereken bir nokta da, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:

    (1)  Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,

    (2)  Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,

    (3)  Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,

    (4)  Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,

    (5)  Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.

    “Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, ancak sorgulamadan kabul edilebilir bir forma dönüştürülmüş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine işaret edilmelidir.

    Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek bu yaklaşım yerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?

    11 Mart 2014 Salı

    2 Nisan 2014 Salı

     

     

     

     



    [1] Vizyon, misyon ve değerler için daha anlamlı karşılıklar olarak sırasıyla “Büyük ve İddialı Sonuç”, “öz-niyet” ve “öz-değerler” terimleri kullanılmaktadır. (bkz. Harvard Business Review, Reprint 96501, “Building Your Company’s Vision”, Collins & Porras, 1996)

    [2] “Birey” tanımı için bakınız: http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram