• “SAYISAL ÖLÇME”DEN  “ÖZNEL DEĞERLEME”YE

    “SAYISAL ÖLÇME”DEN  “ÖZNEL DEĞERLEME”YE

    Eğitim sistemimizin doku derinliklerine işlemiş ve bu yüzden de pek sorgulanmayan bir özelliği, sınavlardır. Teknik dille “ölçme-değerlendirme”  denilen sınavların zaman zaman  üzerinde durulan iki boyutu “neyin ölçüldüğü”  ve “nasıl ölçüldüğü” dür.

    Örneğin, üniversite giriş sınavları açısından bu iki boyutun  gereklerine ne denli uyulduğu ancak sınavları tasarımlayanlar açısından bellidir.

    En yakası açılmayacak konuların sokaklarda konuşulduğu ülkemizde,  genelde eğitim, özelde ise sınavlar gibi herkesi  derinden ilgilendiren konular her ne hikmetse yalnızca bu işi bildiğini söyleyen kişilerin aralarında konuştukları “hizmete özel” konulardandır.

    Bilimin, “her şeyi sorgulamak”   olan evrensel ilkesi, bu alanlara girmemiş, böylece de yıllardır milyonlarca çocuk ve genç, neyi ölçtüğü  ve de nasıl ölçtüğü belli olmayan aletlerle sınıflandırılagelmiştir.

    Yumurta ya da domatesler dahi daha akılcı biçimde sınıflandırılırken, insanları test denilen acayiplikle sınıflamanın temelinde yatan nedenlerden birisi eğitim sınıfımızın içe kapanıklığı ise, bir diğer neden ölçme-değerlendirme’nin “niçin”  yapıldığının sorgulanmayışıdır.

    cocugunuzun_odevini_siz_yapmayin.jpgSınavlar niçin yapılır?”  gibisinden  bir soruya,  “adet olduğu için yapılır“, “çocukların başarılarını sıralamak için yapılır“, “ana-babalar çocuklarının durumunu bilmek isterler“, “öğretilenleri ne kadar aldıklarını anlamak için“, “öğretmenin, daha başarılı olması için“, “sınav olmazsa çocuklar çalışmaz“, “sınav, öğretmenin disiplin sağlamasına yarar“, “sınav, öğretmenin elindeki tek silahtır” gibi onlarca yanıt verilmektedir. büyütmek için tıklayınız!

    Sınavın neyi ve nasıl ölçtüğünün yanıtı işte bu sorulmayan soruda saklıdır: Sınav ne için yapılır?

    Toplumların kendi ideolojilerine göre insan yetiştirmek üzere tasarımladığı  ve koşullandırma yoluyla insanlara -zorla- “öğretilenler” demek olan  geleneksel eğitim sistemleri artık bitmektedir. Geleneksel eğitim sistemlerinin en etkin silahı ise “sınav”dır.

    Öyle bir silah ki, onun kurallarına göre koşullandığını kanıtlayamayanları diplomasız bırakan ve toplumun kenarına itebilecek güçte!

    Koşullandırmaya dayalı geleneksel davranışçı felsefe, onun tartışılmaz “ezberi” Bloom taksonomisi, “öğretme”  ve bunları tekrarlayarak bilim yaptığını savunanları tarihe gömen  yeni yaklaşım, insanın doğuştan sahip olduğu “ihtiyaçlarını saptama ve bunları kendi yetenek ve sınırlamalarına en uygun biçimde öğrenme yetisi” ne  dayalı yeni bir paradigma doğmaktadır.

    “Herkes -en az bir alanda- zekidir”, “koşullanmama hakkı”, “istediğini öğrenme” gibi özelliklere sahip bu yeni paradigma içinde, geleneksel sınav anlayışının da,  o anlayışa göre eğitim yapmayı sürdürmek isteyenlerin de yeri yoktur.

    İnsan ve eğitim gibi her ikisi de çok boyutlu iki karmaşık ve çok boyutlu olguyu tek sayıya (veya harfe) indirgeyerek yapılan ölçme, en azından doğru bir ölçme değildir. Üç boyutlu bir cismin ölçüleri nasıl ki tek sayıyla ifade edilemezse, bir insanın başarımının da tek parametreyle ifadesi de mümkün değildir.

    Ölçülmeyen bilinmiyordur”  deyişi, insan başarımı için de doğrudur. Ama, nelerin ölçülmesi gerektiği doğru saptanır ve bunlar eksiksiz ölçülürse.

    Buradaki ölçme, çoğu zaman öznel değerlendirmeler biçiminde olabilir. Ama her ne yolla olursa olsun, tek boyutlu olmamalı, en az ölçmeye ya da daha genel deyimle değerlendirmeye çalıştığı olgunun boyutlarının olabildiğince çoğunu kapsamalıdır.

    Sınav böyle bir içeriğe bürününce, “niçin ölçme yapıldığı”  sorusu da açıklığa kavuşmaktadır:

    1.     Sınav, öğrencinin kendi öğrenme profili hakkındaki varsayımlarını gözden geçirerek gerekli değişiklikleri yapması,

    2.     Öğretmenin, oluşturduğu öğrenme ortamının uygunluğunu test ederek gerekli değişiklikleri yapması,

    3.     Ve bu iki düzeltmenin bileşik etkisini kullanarak, çocuğa, kendi yetenek ölçüleri içinde makul bir başarı kazanma fırsatı  yaratarak, öğrenmeyi bir külfet değil bir zevk haline getirmek ve böylece ileride gereksinebileceği eğitsel ihtiyaçlarını kendi kendine karşılayabilmesi becerisini kazandırmak için yapılmalıdır.

    Öğretmenler, sınavları bu yeni anlayışla yaptıkları takdirde, öğrenmeyi bir külfet, onun ögelerini de mücadele edilmesi gerekenler olarak gören öğrenciler, birer öğrenme makinesi haline geleceklerdir. Aynen doğuşlarında olduğu gibi!

    Peki, çocukları doğuştan kötü ve koşullandırılmaları gereken yaratıklar olarak gören geleneksel davranışçı ekol, kendine nasıl bir iş bulacaktır?

    Onları da sınava tabi tutup, yeteneklerini ölçerek uygun oldukları kategoride bir iş vererek. Tabii varsa!

    Pazartesi, 25 Ağustos 1997

  • Etnik kökene dayalı örgütlenme?

    Etnik kökene dayalı örgütlenme?

    Sağlam mantığı ve sosyolojik bilgisiyle temayüz etmiş bir köşe yazarının şu satırlarını aynen alıyorum: “….Çözüm diyorsak, İngiltere’deki gibi bir demokrasi ve Sin Fein gibi demokratik bir etnik parti gerektiği bellidir. Vekilleriyle ve teşkilatıyla BDP’liler demokrat olabilseler bu yol açılır.”

    Gerektiği gerçekten belli midir?

    Sık kullanılan bir bir söz vardır ya, “….düşünülemez” diye; toptancılığın doruk noktasıdır herhalde. Bırakın tartışmayı düşünülmesini dahi muhal bulur. “Gerektiği bellidir” deyimi de benzer bir kesinlik ifade ediyor. Gerçekten de “demokratik etnik parti” niteliğinde bir örgütün gerekliliği “tartışmasız doğru“lardan birisi midir?

    Etnik ne demek?

    Hani bazı sözcükler vardır, eş anlamlısını söylediğinizde hakaret anlamı taşımaz gibidir. “Bu davranış ahlaksızlıktır” deyince kan çıkar da, “davranışınızı etik bulmuyorum” deyince neredeyse bir iltifat gibi algılanır.

    Etnik (sözcüğü güvenilir sözlüklere göre[1] ırk anlamına gelmektedir. Halbuki ırk sözcüğü neredeyse lanetlidir; hemen tüm medeni dünya ırka dayalı örgütlenmeyi, ırk temelinde hareket etmeyi, davranışları ırkın belirlemesini bir insanlık suçu saymaktadır.

    Peki nasıl oluyor da etnik örgütlenme “tartışılmaz bir gereksinim” oluyor?

    Sin Fein mezhepçi ya da ETA ırkçı örgütlenme için “iyi uygulama referansı” olarak alınabilir mi? 1990’lara kadar ırk temelinde örgütlenmelerin varlığı (örn. G.Afrika), aradan 20 yıl geçtikten sonra hala “iyi örnek” olarak kabul edilmeli mi?

    Hele demokratik etnik (ırkçı) tamlamasındaki demokrasi ve ırçılık bir araya gelebilir mi? Eğer böyle bir demokrasi kurulsa, belli ırka ait olanların dışındakilerin hakları ne olacaktır?

    Eğer etnisite kültür bağlamında kullanılıyorsa!

    Farklı kültürlerin siyasal olarak örgütlenmeleri çoğulcu demokrasinin tanımına tam da uyuyor. Demokrasi, farklı ilgi ve çıkar gruplarının birlikte yaşayabilmeleri demekse,  gerek ırk gibi biyo-genetik kökenli, gerekse din, dil, töre gibi kültür kökenli çıkarlar ancak “bütün ile birlikte” savunulabilir.

    Bir diğer deyişle, eşit muamele görmediği düşünülen bir çıkar sadece o çıkarı savunup diğerlerini dışlayarak değil,  tüm çıkarlar bütünlüğü içinde “o çıkar”ın da eşit muamele görmesi gerektiği savunularak yapılabilir.

    Türkiye’de uzunca süredir ayrılıkçılığın da herhangi bir çıkar gibi savunulabilmesi -düşünce özgürlüğü ve demokrasi adına- dile getiriliyor. Ayrılıkçılık tanım itibariyle, öteki çıkarları dışlayan bir tutumdur ve bu yüzden demokrasi adı verilen “farklı çıkarların uzlaşarak birlikte var olmaları” kavraşımıyla (konsept) taban tabana zıttır.

    Sloganlar yaşamı -kısa süreliğine- kolaylaştırırken uzun dönemde cehenneme çevirebiliyor.

    16 Ocak 12 Pazartesi

  • Kaza-belânın öngörülebilirliği!

    Kaza-belânın öngörülebilirliği!

    Olayları ne denli bilimin ışığında açıklayıp olası sonuçlarını öngörmeye çalışsak da “belirsizlik ilkesi” nedeniyle daima öngörülemez bir pay kalacağını kabul etmek zorundayız. Büyük doğal felaketler buna iyi birer örnektir. Birçok doğa olayı için giderek doğruluğu artan öngörülerde bulunabilsek de -ileride doğrulukların artacağına kuşku yoktur- öngörü alanımızın dışında kalan pay hala çok yüksektir.

    Çok değişkenli, üstelik de değişkenlere ilişkin ölçülebilirliklerin düşük olduğu hallerde geçerli olan bu yargı, daha az sayıda -ve de ölçülebilir- değişkenli durumlarda tam tersi bir belirlilik sergiliyor.

    Bu nedenle de -aklı başında insanlar-, hızla giden iki otomobili kafa kafaya tokuşturarak ne olacağını denemeye çalışmıyor, bunu araç güvenilirliğini test eden uzmanlara bırakıyorlar.

    Daha da az değişkenli durumlara iyi örnek olabilecek alanlardan birisi yangınlar; bunların içinde de daha çok igilendirenler, “çadır yangınları” olarak adlandırılan ve öz be öz bizim insanımız tarafından başarılan az sayıdaki icattan(!) birisidir.

    Deprem bölgelerinde geçici barınak olarak kullanılan ve dondurucu kış günlerinde tartışmasız bir zorunluk olarak soba kullanılan çadırlarda sık sık yangın çıkmakta ve içindeki insanlar yanarak ölmektedir. Bugün itibariyle 2 ay içinde toplam 8 kişi bu yüzden hayatını kaybetmiştir.

    Bu ve benzeri belirlilik düzeyindeki olaylar için öngörülebilirlik neredeyse yüz üzerinden yüzdür.

    Şimdi soru, bu net öngörülebilirliğe karşın nasıl olup da ölümleri engelleyecek basit birkaç önlemin alınamadığıdır.. büyütmek için tıklayınız!

    dilbert.jpgHemen herkesin aklına gelebilecek basitlikte, biri kısa diğeri orta vadeli iki önlemden birincisi her çadıra bir yangın söndürücüsü dağıtmak (ve bunu çadırların tamamlayıcı bir parçası haline getirerek bundan böyle öylece uygulanması); ikincisi ise çadır bezlerinin emprenye edilerek tutuşmasının geciktirilmesidir

    Hatta, kısa süreli bir araştırma ile -ki belki de vardır- kurulu çadırların iç yüzeylerine püstürtülerek tutuşma sıcaklığını artırabilecek bir boya cinsi dahi bulunabilir.

    Merakım, bu önlemlerden en az birisinin uygulanmasını imkansız ya da maliyetini insan yaşamından daha fazla kılan şeyin ne olduğudur.

    Birisi beni bu meraktan kurtaracak  anlamlı bir açıklama yapabilir mi?

    4 Ocak 12 Çarşamba

     

  • TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!

    TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!

    Çeşitli konuların TV’lerde açık oturumlar biçiminde tartışılması, iki yanı keskin bir bıçak gibidir. “Tartışmanın Mimarisi” diyebileceğimiz, varılmak istenilen sonuç(lar)ın -kamuoyunda duyarlık yaratma, tabu yıkma, uzlaştırma gibi- baştan belirlenmesi, buna göre katılımcıların tesbiti, tartışma yöntemine -beyin fırtınası, çatıştırma, asgari müşterek bulma gibi- karar verilmesi ve bütün bunlara bağlı olarak da tartışma süresinin tesbiti iyi yapılabilirse, son derece yararlı bir iş yapılmış olur.

    Bunlara dikkat edilmezse, bu defa katılımcıları – daha da kötüsü izleyen milyonları- kutuplaştıran, kafalarını karıştırıp onları ümitsizliğe düşüren, bilim, politika, din, sanat gibi kurumları gözden düşürüp, doğacak vakumda fanatizm türlerinin yeşermesine ortam hazırlayan sonuçlara yol açılmış olur.

    Ülkemiz, özel TV’ler yoluyla kavuştuğu sınırsız tartışma özgürlüğünün sarhoşluğunu (hoş baş anlamında) yaşamaktadır. Bu nedenle tartışmalar bir mimariden yoksundur. Zamanla bu konuda olumlu gelişmeler olması beklenir.

    ATV’deki Siyaset Meydanı, çok sayıdaki tartışma ortamından en çok izlenendir. Eğer amaç yalnız “en çok izlenen” olmaksa herhalde başkaca yapılması gereken yoktur, bir “mimari”ye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta izlenme oranını daha da artırıcı yöntemler (parti liderleri arasında kickboxing, uykusuzluk nedeniyle taraflardan ilk bayılanı saptamak gibi) bulunabilirse de, bu tartışma amaçların bulunmadığı “varsayımı” ile bir öneride bulunmak istiyorum.

    Bu önerim yalnızca tartışma programlarına katılanlara değil, daha uzun yaşamak isteyen herkese yarar sağlayacaktır. Bu, “konuşma sürelerinin kısıtlanması” ve bunun için de “kanonik konuşma” usulunün benimsenmesidir.

    “Kanonik konuşma”, ifade edilmek istenen bir düşüncenin, olabilecek en kısa formda dile getirilmesi tekniğidir. Alışık olmayana başlangıçta -biraz- güç gelebilirse de kısa zamanda öğrenilir.

    “Kanonik ifade” nin -yalnız konuşmada değil yazmada da geçerlidir- ne olduğunun anlaşılması için, önce “uzun konuşma” nın neden(ler) i anlaşılmalıdır.

    Uzun konuşmanın başlıca üç nedeni; “alışkanlık”, “berrak olmayan düşünceleri berrakmış gibi gösterme isteği” ve “bir ters- bir yüz söyleyip şiş ve kebabı yakmama” eğilimidir.

    “Alışkanlık”, zamanla tedavi edilebilir. Diğer ikisinin ilacı ise kısa konuşmaya “zorlamak”tır.

    Ancak, “kısa konuşma”nın -her zaman yapıldığı gibi- iki uçtan birini seçmeye zorlamak olmadığına çok dikkat edilmelidir. “Bu fikre katılıyor musunuz, yalnız evet-hayır deyin” gibisinden “boyut daraltıcı faşizan” zorlamaların kısa konuşmayla ilgisi yoktur.

    “Kanonik ifade” ya da “kısa konuşma”nın temel gerekçesi, tartışmaya katılanların “konuşma özgürlüklerini” sağlamaktır. Her uzun konuşma, sıra bekleyen diğer tartışmacıların haklarından çalınmış birer parçadır. Tartışma yöneticisinin bir numaralı görevi ise, herkesin özgürlüğünü güvenceye almaktır.

    Doğruluğu kendinden menkul, sonu “…dir” ile biten hükümlerle dolu, o konuda düşünmemiş olmayı gizlemeye yönelik laf salatalarını kesmenin en etkin yolu, her defasında azami 1 veya 2 dakikalık konuşmaya izin vermek ve süre sonunda – cümlenin ortası dahi olsa- mekanik bir yolla “kesmek” tir. Böylece, çeşitli defalar söz almak mümkün olduğu gibi, herkese fikrini söyleme imkanı verilmiş olur.

    Tartışma programlarında unutulmaması gereken bir nokta, toplam sürenin 1-1.5 saati geçmemesidir. Sabahlara kadar süren bir tartışma ortamında, akıl zindeliğini koruyabilecek babayiğitler henüz ülkemizde yetişmemektedir.

    Tartışma programı düzenleyicilerinin dikkatine sunulur.

    Pazar, 8 Ocak 1995

  • Kurallar tamam peki yaptırımlar!

    Kurallar tamam peki yaptırımlar!

    Gazete, TV vb malumat kaynaklarında yer alan konulara toplu olarak bakılınca sürpriz biçimde tek alan çevresinde toplanma görünüyor. Bu tek alan “kurallar” olarak adlandırılabilir. Çok geçeceği için kural yerine K diyeyim..

    –       Yeni anayasa filanca şekilde yapılmalı, içeriğinde fişmanca hüküm yer almalıdır (anayasa = ağababa K),

    –       Kadına şiddet konusunda yeni yasa (yani K) hazırlanmalı,

    –       Trafik terörü daha caydırıcı K’lar ile önlenebilir,

    –       Depreme dayanıksız bina sahipleri için yeni K lazım,

    Velhasıl K ile yatıp K ile kalkıyoruz. Yıllar önce bir  yüksek bürokrat, “Türkiye’de herhangi bir konunun 360 derece çevresinde her türlü K bulabilirsiniz” demişti, gerçekten de böyledir. Avukatlık mesleği de bir çeşit, “duruma uygun K bulmak –ki mutlaka vardır- mesleği”ne bu nedenle dönüşmüştür.

    Nitekim, evi yanan kişiye “itfaiyi meşgul ettin” cezası, yangından itfainin kurtaramadığı çoçuğu canını hiçe sayıp kurtaran delikanlıyı “kamu görevlisinin görevine müdahale ettin” cezası, 2 ay kirasını ödemeyen kişiye tahliye davası açan kişiye “kötü niyetli davranıp adamı üzdün tazmin etmelisin” cezası hep bu 360 derecelik alan içindeki birbirine zıt K’lar içinden seçilip bulunan K’lara dayanarak yasal olarak verilmiştir.

    Hemen akla gelebilecek soru bellidir: İyi de bu millette bir K takıntısı vardır da K koymadan duramamaktadır mı?

    K koymak sorun çözmek niyetiyle yapılmaktadır..

    Milletimizin K koyma gibi bir takıntısı yoktur; bir sorun gördüğü yerde K koymak evrensel olarak uygulandığı, okumuş olanlarımız da öyle yapıldığına şahadet ettiği için K koymadan duramamaktadır. Nitekim, dizkapaklarının üzerinde etek giyersen bacaklarını kırarım diyen koca ya da başka kadınlara bakarsan gözünü oyarım diyen karısı teknik anlamda K koymaktadırlar. Bu denli ağır K’lar vazetmelerinin nedeni ise uygulayamayacaklarını karşılıklı olarak bildikleri için hiç olmazsa korkutmaya yarar ümidiyle söylenmektedir.

    Eksik olan halka: Yaptırım!

    K koymak, koyulan K’ın uygulanışı güvence altına alındığında bir anlam taşır. İnsanımızın beceremediği nokta da tam burasıdır. Neden beceremediği ayrı bir konu olmakla beraber, iyi niyetle koyduğu K’ları uygulayamayışının başlıca iki nedeni vardır:

    (1)  Gözüne ilk çarpan sorunu halledebileceğini, bunun yolunun da K koymaktan geçtiğini düşünür. Örneğin, şike diye adlandırılan ve TCK’nın “güveni kötüye kullanma” ve “hırsızlık” gibi iki maddesine birden –tam olarak- uyan cürüm konusunda gayet güzel bir K koymuş, şikeye adı karışana bile ceza öngörmüştür.

    Fakat gel gör ki, şike denilen olguyu tam anlamaya gerek görmeden ilk gözüne çarpan –ki yabancılar hayalet sorun diyorlar- soruna göre K koymuş, iş bunu uygulamaya gelip de, etraftan çok gürültü çıkınca bu defa ilave K’lar koyarak meseleyi çözmeye çalışmıştır.

    Tahmin edileceği gibi, bu nedenden dolayı mevcut K sayısı giderek artmış ve her meşrebe uygun K’lar hukuk sistemimiz içinde var olagelmiştir. Denilebilir ki K zenginliği açısından elimize su dökebilecek başkaca bir toplum yoktur.

    Üstelik bu kadar çok kuralın bulunması, her türlü eğriliği açıklamak gerektiğinde işe de yarar. Filan filan maddenin fişmanca bendi gereğince böyle olmuş olmaktadır.. denilince kim daha soru sorabilir ki!

    (2)  İkinci neden, konulan bir K’ın kimler için olduğu ile ilgilidir. K’lar, onlara saygılı ve kendilerine K yandaşları denilebilecek saygın –ve saf- yurttaşların, gözü kara ve kendilerine kural tanımazlar denilebilecek kurnaz vatandaşları rahatsız etmemeleri için konulur.

    Bir örnek vermek gerekirse, trafikteki güvenlik şeritlerinin amacı bellidir. Kısmen itfai, cankurtaran, polis ve özellikle de halkla birlikte beklemekten sıkılan vatandaşların gidecekleri yerlere çabuk gitmeleri için yapılmış özel şeritlerdir. Ama araç sayısı artıp, buralara normal vatandaşlar da girmeye kalkışınca, diğer ayrıcalıklı yurttaşlar rahatsız olmuşlardır. İşte bu durumda, güvenlik şeridine giren ama, aracında fırfırlı mavi lamba vb taşımayan ya da 100 km/h altında seyreden ayrıcalıksız kişiler için K konulmuştur.

    Park yasakları da böyledir. Birinci derecede deprem tahliye yollarının kenarlarına güzel güzel park eden ayrıcalıklı yurttaşları diğer düz vatandaşların rahatsız etmemeleri için o cafcaflı yasak tabelaları konulur.

    Buna göre vatandaşların ne ölçüde kural tanımaz olduklarına bağlı olarak da koyulan K’ların istisna hükümleri içermesi adet olmuş, tabii bu nedenle K’lar basit ve anlaşılır olmaktan çıkıp, ancak özel eğitim görmüş “K yorumcuların” anlayabileceği hale gelmiştir. Kamu yönetiminde kalitesizlik olarak ortaya çıkan bu olgu, giderek kendini besleyen bir hastalıktır.

    Yaptırım (enforcement)  uygulayacak kişilerin korkmamaları, ayrıcalık sağlayarak çıkar sağlamayı düşünmeyecek ahlaki bütünlüğe sahip olmaları, K’a konu olan ilkeleri anlayabilecek zihinsel netliğe sahip olmaları bir ön koşuldur.

    Son ama en önemli olan ise, kural tanımazların tutumlarından zarar gören kalabalık yurttaş kitlesinin, sesimi çıkarmayayım; hem sebepleneyim hem de neme lazım gibi bir tutum içinde olmaması gerekiyor.

    Peki olursa n’olur. Bkz Şekil 1-A..

    Bütün bunların bir adı var ve buna Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği deniliyor. Bu kavramı anlamaya çalışmak, bunun milyonlarca vatandaşın tek tek öznel sorunlarının çözülmeye çalışılması olmadığını anlamak gerekiyor.

    27 Kasım 11 Pazar

  • Çadır Yangınları..

    Çadır Yangınları..

    23 Ekim Van depreminden sonra kurulan çadırlarda ısınmak amacıyla kullanılan çeşitli araçların yol açtığı yangınlar depremden kurtulan insanlara ikinci darbeyi vuruyor. Van itfaiye müdürü bu durum karşısındaki çaresizliğini “yapacak hiçbir şey yok; aniden yanıyorlar, biz ancak külüne su sıkıyoruz” cümleleriyle dile getiriyor. https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’yangintatbikati.wmv

    Bu sorunun sebep(ler)i ne(ler)dir?

    Böyle bir soru sorulsa ne cevap verilir? Herhalde, çadır kumaşlarının ince ve yanabilir malzemeden yapılmış olması, Kızılay’ın, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinin farkında olmayışı ve benzeri birkaç neden sıralanabilir.

    Çare olarak da Mevlana evi ya da konteyner ev gibi çözümler önerilir. Günlerdir medyada sadece bunları dinledik.

    Birkaç soru:

    Ö         Bugünkülere benzer ilk yangın söndürücüler bundan tam 195 yıl evvel kullanıldı. Daha ilkelleri ise 1734 yılında “su dolu cam toplar” biçiminde düşünüldü. Soru, böyle bir icattan haberi olup da, her bir çadırın kazığı ve ipi kadar standart bir bileşeni olarak birer yangın söndürücüyü akıl edemeyen insanların -yetkili, ilgili, depremzede vd- nasıl bir akla sahip olduklarıdır.

    Ö         İkinci soru, bir otomobil sahibi olan herkesedir. En küçüğünden bir otomobilin olası bir yangınını söndürmek için asgari 4 kg’lık bir yangın söndürücü gerektiği belli olduğuna göre, dolum tarihlerinde aksatmadan yenilenen bir söndürücü bulunduran araç sahibi yüzdesi ne civardadır?

    TV haberlerinde sık sık, araç yangınlarına müdahale etmek için sağa sola koşturan ama işleyen bir tane söndürücü bulamayan insanlar hangi tür mensuplarıdır?

    Ö          Olası İstanbul depremindeki can kayıplarının en az dörtte birinin çıkan yangılarda olacağı biliniyor. Kentin %70’inin yenilenmesini öneren uzmanlardan bir kişi bile niçin “madem evinizi yenileyemiyorsunuz, güçlendiremiyorsunuz, sağlam ve çevresinde yaşam üçgeni oluşturacak bir eşya edinemiyorsunuz, bari büyükçe bir yangın tübü edinin de az telafat verin” demeyi akıl etmez?

    Hadi onlar önermeyi akıl edemedi, evlerin acaba kaçında, “rezidanslar”ın kaçında işe yarar büyüklükte yangın söndürücüler vardır?

    Ö         Kızılay yönetiminde yer almak için ne çetin mücadeleler verildiğini gözlemlemiş birisiym. Bu kişilerden bir tanesi çıkıp da, olası bir depremin simülasyonunu -hiç olmazsa kağıt üzerinde- yapıp, -20 derecede sokakta kalacak insanlara birkaç saatlik süre içinde kurulabilecek yeter sayıda çadırı hazır bulundurmayı akıl edemez?

    Ö         TV kanallarının birisinde zaman zaman gösterilen Ren Geyiği Çobanları adlı belgeseli izlemiş herkes, -60 derece sıcaklıkta, kutup noktasında, sadece Ren Geyiği postundan yapılmış içiçe iki çadır içinde, sadece küçük bir ısıtıcı ile gömlekle oturulabildiğini görmüştür.

    Üniversitelerimizde endüstri tasarımı bölümü olarak bilinen ve sanayi ürünlerini süslemekle meşgul bölümlerdeki öğrencilere, soğuk bölgeler için ucuz, işlevsel ve yanmayan çadır tasarımları yaptırmak, bu çocukların hocalarının akıllarına gelmez mi?

    Ö         Tekstil ülkesi diye övüne övüne çevrede kül bırakmayan sanayicilerimizin akıllarına, bu amaçla kullanılabilecek kumaş üretmek, bu konuda araştırma yapmak akıllarına gelmez mi?

    Burada akla gelebilecek sadece birkaç önlem verilmiştir. Yer olsa onlarca daha bulunabilir.

    Şimdi son soru..

    Bu kadar çok ve çoğu basit şeyi akıl edemeyen insanlardan oluşan bir toplumda, bundan sonraki ilk depremde yangın, soğuk vb nedenlerle ölecek olanlar yangından mı yoksa bu yaygın akılsızlıktan mı öleceklerdir?

    Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği acaba daha farklı bir şey midir ve acaba sadece yangılardaki can kayıplarıyla sınırlı belalar mı üretir?

    19 Kasım 11 Cumartesi

     

  • Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?

    Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?

    11 Kasım gecesi oynan Türkiye-Hırvatistan maçı başta olmak üzere tüm spor karşılaşmaları, hatta tüm “karşılaştırma” halleri (sanayi, savaş, ahlak, kültür vd) için bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.

    Hemen belirtmeliyim ki, televizyondan maç seyreden ve gol, frikik, bariz ofsayt gibi sıradan kuralları dışında futbolun inceliklerinden katiyen anlamayan birisiyim.

    3-0 gibi net bir sonuçla biten Hırvatistan maçından sonra Hırvat takımının hocası Bilic -gazete haberine göre- şöyle diyor: “Henüz herşey bitmedi. Bundan emin değilim. Çünkü Türkler bize daha önce de bunu gösterdi“.

    Buna karşılık, maç öncesinde çeşitli yayın organlarında ve maç sırasında yorumcu “şeytan”ın ağzından duyduklarımız mealen şöyleydi:

    Ö         Bunlar (Hırvatlar) kaç kişi. 74 milyonluk Türkiye ile boy ölçüşemezler.

    Ö         Düne kadar bizim (Osmanlı’nın) egemenliğimiz altındaydılar..

    Ö         Hırvatistan iyi bir takımdır ama tabii ki bizimle mukayese edilemez.

    Ö         Evet adamlar (Hırvatlar) iyi oynuyorlar ama biz bu değiliz…

    Milli takım hocası Guus Hiddink ise tam bir rasyonel düşünce geleneği temsilcisi olarak şunu diyor: “Maçın favorisi Hırvatistandır. Türkler çok duygusal. Ama bir Türk işi de olabilir

    Bu bir üslup sorunu değildir..

    Keşki bu bir üslup meselesi olsaydı; fakat ondan çok daha derindir. Durumunu takdir edememek gibi ölümcül bir hastalıktır. Bu hastalığa düşmüş olanlar her kavgada yenilirler, fakat niye yenildiğini tartıp o yönünü güçlendireceği yerde insanın gözünün içine baka baka yenilmediğini, yenilmesinin söz konusu olamayacağını, kendi dışında herkesin hatalı olduğunu iddia ederler.

    Hiddink’in maaşı artırılmalı, elde tutulmalıdır..

    Şimdi yenilginin -zaten aşikar(!) olan- nedeni bulunmuş ve Hiddink kovularak yerine rasyonel düşünme gibi bir kusuru olmayan başka birisi aranıyor.

    Hiddink gönderilir, yerine Sir Alex Ferguson getirilir, birkaç maç sonra o da kovulur. Sonunda yerlerine, daha fundemental becerilerini tamamlamamış ama şöhret olmuş hedonistleri iyice şişirip sahaya süren, sonra da yenilgi nedenlerini kader, kısmet, hakem vs ile açıklayan birisi tekrar getirilir.

    Şaka bir yana, gerçekten bir şey yapılmak isteniliyorsa Hiddink (ya da onun düşünme stiline sahip) bir hoca getirilip, “siz duygusalsınız; bu iş ise rasyonel akıl gerektirir” sözleriyle ne demek istediğine kafa yorulur. Kimliğiyle yüzleşmek budur.

    12 Kasım 2011 Cumartesi

     

  • Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!

    Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!

    Yine bir gazete haberinden alıntı..

    2. Kasım 2011 tarihli gazetelerde, “Bakırköy savcısının bir uyuşturucu çetesinden 25,000 TL rüşvet aldığının belirlendiği, bunun üzerine HSYK’nın duruma el koyarak anılan savcıyı Sivas’a sürgün ederek cezalandırdığı” yer aldı.

    2005 yılında bu konuda yazdığım bir yazı https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=776 adresindedir. Aynı şeyleri tekrar etmek yararsızdır.

    Ülkenin geri kalmış yörelerinin uzun süre cezalandırma amacıyla kullanılması, bugün o yörelerin niçin bambaşka sorunlar için “uygun ortam” haline geldiğini gösteriyor; en azından tek sebep olmasa da önemli bileşenlerden birisi olduğuna işaret ediyor.

    Geri kalmış yörelerimiz, teşvik tedbirleri listesinde yer almak için kıyasıya yarışırlar. Esas yarışmaları gereken ise, yörelerinin birer “insan kaynağı çöplüğü” olarak kullanımına karşı çıkma konusunda olmalıdır.

    Önceliklerini sıraya koyma becerisi gösteremeyen insanlar bu tür muameleye müstahaktır diyeceğim, ama o yolla sorun çözülmüyor. Çözüm yine, oralardaki aklı başında insanların kök sorun – hayalet sorun kavramını gündelik yaşamlarına sokmalarında yatıyor.

    4 Kasım 11 Cuma

  • Deprem için konut..

    Deprem için konut..

    Önce bir anektod: 1980 yılında yaklaşık 3000 kişinin öldüğü Udine (İtalya) depreminde, Udine’nin en büyük sanayi tesisi olan demir-çelik fabrikası da –çelik konstrüksiyon olmasına rağmen- yıkılmıştı. Tesisin sahibi Andrea Pittini, bu tarihten sonra tüm kaynaklarını Udine’nin yeniden inşaına katkıda bulunmaya hasrediyor; ama yenilikçi bir yolla.

    Çok sayıda bina –çoğu 2-3 katlı- yıkılmış. Bu kadar çok binanın tekrar –nihai plana uygun olarak- yapımı yerel veya merkezi idarenin imkanları dışına çıkıyor. Dolayısıyla bileşik bir model arayışına giriyorlar ve çeşitli çözüm paylarından bir payın da kendi evini yapmak için:

    (a)   Emeğini ayni olarak koymaya razı,

    (b)  Evin tamamını başlangıçta tam olarak yapmak yerine, bazı bölümlerini zaman içinde tamamlamaya razı

    kişilere ayrılacağı bir model geliştiriyorlar. Nitekim, bay Pittini’nin sekreteri, nihai planı yaklaşık 200 metrekare olan evinin 1 odası, mutfak ve tuvalet kısmını kullanılacak hale getirmiş; geri kalan kısmı sadece duvarları örülmüş biçimde –para biriktirip tamamlamak üzere- bırakılmış.

    Evin en önemli bölümü olan çatı ise bay Pittini’nin yenilikçi bir fikirle katkıda bulunduğu kısım. Tavan kısmının ağırlığını taşımak üzere fligran kirişlerin demir donatılarını fabrikasında üretip son derece uygun fiyatla halkın kullanımına sunmuş.

    1986 Şubat ayında yaptıımız ziyaret sırasında, bir baba ve oğlu, yaklaşık 60 metrekarelik bir evin çatısını –bizim gözümüzün önünde- 1 saat içinde kapattılar.

    Çıkarılabilecek ders: 23 Ekim 2011 Van depremi muhtemelen, İstanbul başta olmak üzere tüm yurttaki konut stokunun gözden geçirilip yenilenmek isteneceği bir süreci başlatmış oldu. Kuşkusuz, yeterli sağlamlıkta olmayan binaların yıkılıp yerine yenilerinin yapılması gibi bir çözüm karmaşık sorunları çözme konusunda bir yetersizliği –ezelden beri- bulunan toplumlar için pek cazip görünebilir.

    Fakat bunun maliyetinin tamamen kamu bütçesinden karşılanması güç olacağı için, maliyet unsurlarının bir bölümünün yurttaşların kendilerince –ayni ve/ya nakdi- olarak karşılanması gerekecektir. Nitekim, halkımızın uzun yıllardır –bilim ve fennin bir katkısı olmadan- yapageldiği ve her depremde kafasına yıkılan gecekondu modelinin en işe yarar kısmı, içinde oturacak olanların ayni katkılarıdır. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=463).

    Bu model, sorunun tamanını çözemez; aslında toptancı tek modellerin hiçbirisi sorunun tamanını çözemez.  Madem ki kaynaklarımız kısıtlıdır; o halde insanlarımızın katkılarını en iyi şekilde kullanmak zorundayız.

    2 Kasım 11 Çarşamba

  • Nihat Doğan ve “küme zekası”

    Nihat Doğan ve “küme zekası

    Doğruluğu ya da yanlışlığının sorumluluğu kendilerine, bir gazete haberi haberi: “Ünlü şarkıcılar Nihat Doğan ve İzzet Yıldızhan, bir otelde 300’er dolardan anlaştıkları 4 hayat kadını ile fantezi yaparken çıkan bir darp olayı nedeniyle karakolluk olmuşlar. Duruma açıklık getiren ünlü şarkıcı Nihat Doğan, Bakan Çağlayan’ın oğlunun düğününe davetli olduklarını, İzzet’in odasına 5 dakikalığına uğradığında hayranı olan kadınların hücumuna uğradığını, meselenin bundan ibaret olduğunu belirtmiş“.

    Bu yazımla, adı geçen bu iki ünlü şarkıcıya ilişkin en küçük bir fikir beyan etmeyi gereksiz, yaşamımdan kopacak bir kırmık olarak gördüğümü belirtmeliyim. Sorun olarak gördüğüm:

    –       bu kişileri kimlerin “ünlü” olarak gördükleri,

    –       eğer öyle iseler hangi nitelikleri dolayısıyla “ünlendikleri” ve 

    –       bu ünlendirme işine kimlerin aracılık ettiği

    gibi üç konu ile ne yapılabileceğidir.

    Çok merak ettiğim ise, birbirimize hakaret olarak nitelediğimiz “hayvan” türlerinin, kümeler halinde mükemmelen becerebildikleri “talimat almadan sağduyu yönünde karar ve eylem yapabilme“yi, kendini yere göğe sığdıramayan insan kümelerinin ve onların kurum kümelerinin (medya gibi) bunu nasıl olup da yap(a)madıklarıdır.

    Sorun olarak gördüğüm 3 konudaki cevapları ise herkes kolayca bulabilir.

    Toplumumuzun afyonla yaşayan bölümü için diyeceğim bir şey yoktur, onlar mazurdurlar. Bunları ünleyip sonra da toplumun ikonları haline getiren aracılara ise yazıklar olsun.

    Bunu –ve benzerlerini- bir “haber” olarak görüp bize sunan gazete(ler)e de yazıklar olsun.

    30 Ekim 11 Pazar