• Mesele 6 Yaş Evliliği mi?

    Hiranur Vakfı’nın kurucusu bir babanın, kızı H.K.G.’yi 6 yaşında iken imam nikahı ile evlendirmesi sonucu, kız 20 yıl kadar süren bu skandal sonrasında, çocukluğu boyunca her gün cinsel istismara uğradığını anlatarak şikayetçi oldu. Bu şekilde öğrendiğimiz olay sonrasında, toplumun çeşitli kesimlerinden kınama mesajları yayımlandı ve oluşan kamuoyu baskısını azaltıcı bir önlem olarak da baba ve damat tutuklandılar.

    Türkiye toplumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir dış göz bu olayı yorumlasaydı, “bu tür olaylara son derece yabancı bir toplumun demokratik tepkisinin tüm ilgilileri ortak bir anlayışta birleştirdiği” gibi komik bir sonuca varabilirdi.

    Gerçeğin böyle olmadığının, bu tür ilişkilerin kültürel kodlarımız içinde bolca mevcut olduğunun; olayın bu defa bu denli ciddiye alınıyormuş gibi davranılmasının önemli bir nedeninin yaklaşan seçimler olduğunun çoğu kimse farkındadır.

    Farkında olanlar ve olmayanlar açısından ortak bir nokta ise, meselenin kök nedeninin –her ne kadar kesinlikle yalanlansa da– din olduğu inancıdır. Nitekim bu olasılığı destekleyen iki -kanıt değilse de- belirti vardır: (1) Erken İslam kültüründe, özellikle de köleliğin cari uygulama olduğu dönemdeki tatbikat (2) Çocuk yaştaki evliliklerin genellikle kendini dindar olarak tanımlayan kesimlerdeki yaygınlığı.

    Ben bu kök-neden tanısına katılmıyor, üstelik bu tanının gerçek nedenleri geçmişten beri perdeleyip gözlerden uzak tuttuğuna, böylece bir anlamda istemeden de olsa olguyu desteklediğini düşünüyorum. Savlarım başlıklar itibariyle şöyle:

    • 6 yaşında evlilik ve cinsel birleşme” olarak ortaya çıkan olgu, iki ana kola ayrılmış şu ana damardan kaynaklanıyor: “Güçlü haklıdır”. 
    • Her türlü güç dağıtık tabiatlıdır. Biri(ler) bir yolla bu dağıtık gücü eline geçirse, kendi hukuklarını1 oluşturabilirler. Günümüzde (özellikle de toplumumuzda) gücü ele geçirmiş olanlar erkeklerdir ve onların hukukları geçerlidir. Kadınlar ise ancak kotalar yoluyla –ancak erkek egemen hukuku zedelenmesine imkan verilmeyecek ölçüde– söz sahibi kılınabilirler.
    • Laf sırasına gelince kadına ne kadar önem verdiğine örnekler düzen toplumumuz, iki kadının ancak bir erkek edebildiği; kadının doğurmak ve erkeğini mutlu etmek amacıyla eve kapatıldığı kadınsız yüzyıllardan süzülerek günümüze gelmiştir.
    • Gücün dağıtık tabiatı bozulmaya başladığında, çeşitli güç adacıkları oluşması ve aralarındaki güç mücadelesi sonunda da bir hiyerarşi oluşması kaçınılmazdır. Bugünün Türkiyesinde bu adacıklar (ve Büyük Ada)  ailelerden başlayarak tüm kurumlara kadar yayılmıştır. 
    • Peki bir soru: Gücün bu “dağıtık tabiatı” niçin bozulmaya başlamıştır? Ya da önceleri var olup da bozulmaya meydan vermemiş; ama sonraları giderek azalıp da gücün birikmesine yol açmış şey nedir?
    • Bu şey, yaşamın giderek hızlanması karşısında, tek tek birey sorumluluklarını yerine getirebilen insanların, giderek bu sorumlulukları başkalarının üstlerine yıkmak istemeleri, bu arada birilerinin de -iyi niyetlerle ya da güç biriktirme arzusuyla- bu sorumlulukları üstlenmeleri şeklindeki süreç ve bu süreci farkedip müdahale edebilecek insanların ortaya çık(a)mamış olmasıdır. Büyük ulusların tarihlerinde bu tür -ismi çok da ön planda olmayan- insanların çokluğuna dikkat edilmelidir. 
    • Bu sürecin bir yan ürünü ise yaşam mücadelesinin keskinleştireceği zekadan mahrum, kendi konforunu koruma peşinde olan insan sürüleridir. Güç biriktiren insanların, birer güç kara deliği haline gelmeleri için gereken malzeme tam da bu sürülerdir.
    • Erkek gücü ana damarı”ndan ayrılan kollardan birisi, ana damarın kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan “bastırılmış cinsellik” olgusudur. 
    • Kadın -yaşına, başına bakılmaksızın hepsi-, bu imkanının olmadığı hallerde erkek, o da olmadığı takdirde hayvanlar bu bastırılmış cinselliğin tatmini için araçlardır. 6 yaşındaki çocuğun istismarı bu kol faaliyetlerinden yalnızca birisidir.
    • İkinci kol ise, gücün hoyratça kullanımının -ki dengeleyebilecek karşı güçler olmadığı için hoyratlık (≈kontrolsüz güç) kaçınılmazdır- sonunda ortaya çıkan, aynen cinsellik gibi “bastırılmış hoyratlık”tır.
    • Bastırılmış cinselliğin tatmininde kadının yanı sıra erkek ve hayvanların da kullanımına benzer şekilde, bastırılmış hoyratlığın tatmini için de farklı kanallar oluşmuştur. 
    • Sportif taraftarlık, partizanlık gibi kısmen soft dallar birer tatmin aracı olarak ortaya çıkmışsa da gerçek anlamda hoyratlığı rahat taşıyabilecek iki dal mevcuttur: Din istismarı ve milli dayanışmanın istismarı (≈ ırkçılık).
    • Din istismarı, herhangi bir dinin şekli olarak taklit edilip, içine her tür yasa ve ahlak dışılığın doldurulduğu bir kılıftır. 
    • Bilinmezlik karşısındaki merak ve saygı”nın tahrik ettiği, “doğrunun, iyinin, güzelin arayışları” denilebilecek “dini inançlar”ı bu sahtekarlıklardan ayırt edebilecek sigorta ise her şeyin ama her şeyin sorgulanabilmesi, böylece ya akıl yoluyla desteklenebilmesi ya da bilinmezliğin idraki desteğinde akıl-sezgi etkileşiminin arayışlarına (merak deniliyor) açılmasıdır.
    • Kimi samimi insanların din ve imanın bu sorgulamaya dayalı arayış olduğunu fark etmemesi ise, taklitçi sahtekarların içini doldurdukları kılıfın çoğunluk tarafından sorgulanamayışına ve bastırılmış hoyratlığın bu dini kılıf sayesinde sürüp gelişmesine yol açmaktadır.
    • Televizyonlarda zaman zaman gördüğümüz, şeyhinin ayaklarını öpen müritler, sorgulama (≈akıl) lobu alınmış beyinleriyle icazet törenlerinde geçit töreni yapan çocuklar, bu bastırılmış hoyratlığa karşı biatlarını sergileyip, güçten korunma dilenmektedirler.
    • Bastırılmış hoyratlığın tatmini için kullanılan ırkçılık ise, aynen dini inanç kılıfı içine tıkıştırılan yasa ve ahlak dışılıklara benzer biçimde, bir toprak parçası üzerinde aynı dili konuşan insan topluluğu arasındaki dayanışmayı istismar ederek, hoyratlık arzularını tatmin etmektedir. 
    • Sorgulama burada da sigorta rolündedir ve kimi temiz yürekli insanların sorgulamayışları nedeniyle, hoyratlığı ister istemez destekler duruma düşmelerine yol açıyor.
    • Bütün bunlardan, tüm kötülüklerin erkek egemenliği nedeniyle ortaya çıktığının savunulduğu gibi bir sonuç çıkabilir. Yukarıdaki satırlarda tüm (erkek) sözcüklerini (kadın); tüm (kadın)ları da (erkek) ile değiştirebilirsiniz. Sonuçta çok az şeyin değişeceğini garanti edebilirim. 
    • Çünkü mesele cinsiyet meselesi değil, gücün dağıtık olması, birbirini dengeleyen yapısını birilerinin herhangi bir yolla ele geçirmemesidir. Modern demokrasilerde kuvvetler ayrılığı tam da bu değil midir?
    • Bugün gelinen noktada, hiyerarşik güç adacıkları tarafından bağımsız iradeleri gasp edilmiş yığınların “bastırılmış cinsellik” ve “bastırılmış hoyratlık” duyguları ceza kanunlarının caydırıcılığı ile yönetilemeyebilir. Bu insanlar, doğanın kendilerine doğuştan vermiş olduğu özgür iradeleri, tecrit, koşullandırma, korkutma ve gerektiğinde şiddet yoluyla çalınmış, bir zihinsel soykırıma uğratılmışlar; üstelik bu zulme uğramamış olanların da hain ve dinsiz olduklarına ve yola getirilmeleri ya da yok edilmeleri gerektiğine kalben inandırılmışlardır.
    • Bu noktada sorulacak soru yine ilkine benzerdir: Bozulan güç dağılımı kendi ekosistemini yarattığına ve temenni ile de değiştirilemeyeceğine göre, oyunun belirleyici nitelikli başka bir değişkeni var mıdır, varsa nedir?

    Cevap muhtemelen, “halen harekete geçirebildiğimiz akıldan daha yetkin bir aklın üretilebilmesi”dir.

    Bunu yapabilecek olanlar ise yine, sürecin başlangıcında güç birikimlerine müdahale etmesi gerekip de ed(e)meyenlerin büyük torunları içinden çıkabilecek olanlardır.

    (1)  Hukuk (Arapça hak+lar). Hak ise ≈ [k ince] (ﺣﻚّ) i. (Ar. ḥakk) kazımak, hakketmek. Güçlü olanın taş, kil vb bir ortama “tebaasının neleri yapabileceklerini / yapamayacaklarını hakketmesi (kazıması)” ve bunu herkesin görebileceği, görmemenin mazeret sayılamayacağı şekilde ilan etmesi ≈ yani hukuk.

    Tınaz Titiz  (17 Aralık 2022)

  • Kültürel DNA Onarılabilir (mi?)

    Kültürel DNA nedir?

    Aslında bu bir benzetme; biyolojik DNA’ya benzetilerek yapılmış bir adlandırma1. Biyolojik DNA ise tüm kalıtsal özelliklerimizin kodlanmış olarak hücre içinde yer alan bir molekül. Öte yandan kültür ise içine doğduğumuz insan topluluklarında bulunan sosyal davranış, kurum ve normların yanı sıra bu gruplardaki bireylerin bilgi, inanç, sanat, yasa, gelenek, yetenek ve alışkanlıklarını kapsayan şemsiye bir terim2

    İlginç olan nokta ise, biri (biyolojik DNA), diğeri ise soyut (kültür) iki öğenin biyolojideki birlikte evrimleşme’ye (co-evolution3) benzer biçimde sürekli etkileşim içinde birbirlerini değiştirmeleri olgusudur. İkili Kalıtım Kuramı4 adı verilen bu heyecan verici süreç, iletişim teknolojilerinin ve toplumlar arası ilişkilerin artmasına paralel olarak giderek hızlanarak, tüm toplumların kültürel ve biyolojik DNA’larını yeniden ve yeniden şekillendiriyor.

    İyi de bizim ne işimize yarar?

    Bu etkileşimli yeniden şekillenme olgusunu tek başına anlamak dahi işe yarar görünüyor. Bireysel, kurumsal ya da toplumsal ölçekte sahip olmaktan ötürü övünç duyduğumuz özelliklerimizi koruyup geliştirmek ve de pek memnun olmadığımız özelliklerimizi (eğer varsa) değiştirme şansı olabileceğini ummak yabana atılır bir şey mi? Ümit de olsa yararlı.

    Bir şey daha var: CRISPR Cas9

    CRISPR, (Kümelenmiş Düzenli Aralıklı Kısa Palindromik Tekrarlar İngilizce sözcüklerinin5 baş harfleri) bir DNA dizilimleri kümesi olup, bakterilerin kendilerini virüs saldırılarına karşı korumak için kullandıkları bir savunma sistemi olarak işlev görmektedir.

    Moleküler bir makas görevini gerçekleştiren Cas9 enzimi ise, genomun belirli yerlerinden iki DNA iplikçiğini kesmekte; böylece DNA parçaları eklenmekte ve/ya çıkarılabilmektedir6

    Bu makasın kültürel benzeri nedir?

    İnsan genomu üzerinde özel bir konuda -mesela HIV virüsüne karşı bağışıklık kazandırmak için- değişiklik yapıp, DNA diziliminden bir bölümü çıkarıp onun yerine bağışıklık sağlayabilecek eklentiler yapmanın Çin’de ve ABD’de denendiği biliniyor. Meselenin etik tarafı henüz çözümlenmediği için biyolojik olarak başarılı olsa da henüz tartışmalı durumda. 

    Neticede bu işlem insan organizmasına kimi maddelerin enjekte edilmesi yoluyla yapılıyor. Peki benzer işlem kültürel DNA üzerinde nasıl yapılacak? Hangi makasla neresi kesip çıkarılacak ve nasıl ekleme yapılacak? Tabii, insan genomunun değiştirilmesindeki etik sorunun benzeri kültürel konuda da geçerli; o nasıl çözümlenecek? Bunların her birine çözümler bulabilmeliyiz.

    Eh hadi kesip biçmeye hazırız diyelim: Nereyi keselim?

    Diyelim ki (farzı muhal) toplumsal kültürümüzde doğuştan bir arıza var ya da başka toplumlarla ilişkiler sonunda oluştu. Mesela, “meraksızlık” olarak tanımlanabilecek ve aydınlanma devriminin kaçırılmasına ve bir türlü yakalanamayışına yol açan, doğuştan gelen bir sorun var. Ve gen-kültür etkileşimi nedeniyle nüfusun önemli bir bölümünün bu çağa ayak uydurmak istemeyişi gibi bir sorun yaratıyor. Sorunlarını doğru tanımlamıyor, çözüm aracı geliştirmiyor, geliştirilebilenleri kullanmıyor vs vs.

    Nereden başlanacak? Biyolojik gen terapisi için çeşitli metotlar olduğu bir internet bilgisidir7. Bunun kültürel karşılığı ne olabilir?

    Biyolojik gen tedavisinde nasıl ki birden fazla yöntem var ve duruma en uygunu seçilebiliyorsa, kültürel DNA onarımı için de çeşitli yollar bulunabilir. Benim önerim (şimdilik), kültürel kod sarmalında doğuştan mevcut olan merak bit’lerini etkisizleştiren “Akıl Daraltıcı Bit”ler8 yerine “sorgulama bit’leri”ni9 enjekte edip, kişinin -ilk sebep dahil- her şeyi sorgulamaya açması şeklindedir. 

    Bu tedavi bireysel ölçekte yapılacaksa uzun süreler boyunca uygulanması; toplumsal ölçekte yapılacak ise hem uzun süreler boyunca yapılması, hem de çok sayıda kişi tarafından uygulanması gerekecektir. Bu amaçla tedaviyi uygulayacak bir STK ve işbirliği yapabileceği, çağa sırtını dönmemiş, sorumluluklarını çıkarına feda etmemiş kişi ve kurumlar bularak başlanabilir.

    Ancak bir sorun var: Başarı ölçütlerimiz buna izin vermez!

    İçinde yüzdüğümüz alışkanlıklar selinin tanımladığı “başarı” ölçütleri, elle tutulur, gözle görülür sonuçları gösterge olarak benimsemiştir. Kültür kodları dizilimi içinde “sorgulama bit’i” ise tek başına somut bir sonuç değildir. Mesela bir STK bu konuda 20 yıl ısrarlı bir çaba harcasa, en azından dışarıdan bakan gözler “bir arpa boyu yol alınamadığı”, dolayısıyla da “yeterince başarılı olmayanların göz ardı edilmesi gerektiği” gibi sonuçlara varabilir.

    Buna göre, “toplumun kültürel gen diziliminin iyileştirilmesi” sürecine bu ölçüt değiştirme konusu da dahil edilmelidir.

    Tınaz Titiz

    18 Kasım 2022

    (1) Bu benzetmenin daha iyi anlaşılabilmesi için, Kevin N Laland tarafından yazılan “Exploring gene–culture interactions: insights from handedness, sexual selection and niche-construction case studies” (Gen-kültür etkileşimlerinin araştırılması: el becerisi, cinsel seçilim ve niş inşası vaka çalışmalarından içgörüler) makalesi önerilir. Makalenin özeti şöyledir: 

    Genler ve kültür, milyonlarca yıldır nesiller boyunca akan ve etkileşim içinde olan iki kalıtım akışını temsil etmektedir. Gelişim boyunca ifade edilen genetik eğilimler, kültürel organizmaların öğrendiklerini etkiler. Davranış ve eserlerde ifade edilen kültürel olarak aktarılan bilgi, popülasyonlar arasında yayılır ve popülasyonlar üzerinde etkili olan seçilimi değiştirir. Üç vaka çalışmasından yola çıkarak, bu gen-kültür birlikte evriminin insan evriminde nasıl kritik bir rol oynadığını göstereceğim. Bu çalışmalar (i) el becerisinin evrimini, (ii) kültürel olarak aktarılan bir çiftleşme tercihi ile cinsel seçilimi ve (iii) kültürel niş inşası ve insan evrimini incelemektedir. Bu analizler, genlerin ve kültürün birbirini nasıl şekillendirdiğine ve biyolojik ve kültürel süreçler arasındaki geri bildirim mekanizmalarının önemine ışık tutmaktadır.” (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2607340/

    (2) https://en.wikipedia.org/wiki/Culture

    (3) Birlikte evrimleşme olgusu için bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Coevolution

    (4)  İkili Kalıtım Kuramı için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/ikili-kalitim-kurami–dual-inheritance-theory-

    (5) CRISPR, Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats sözcüklerinin baş harfleri olup, buradaki “palindromic”, baştan ve sondan aynı şekilde okunan anlamındadır.

    (6)  Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/CRISPR

    (7)  Bkz. https://labakademi.com/gen-tedavisi/

    (8)  Bkz. Akıl Daraltıcılar bit.ly/3A4bv0C

    (9)  Bkz. Ezber Kalıpları (http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/) ve SOT (https://soruolusturmateknigi.com/).

  • Atatürk’ü anmak..

    Atatürk’ün anılacağı her yıldönümü vesilesiyle aklıma tekrar tekrar gelen bir soruyu okurlarımla paylaşmak istiyorum: Sık sık Atatürk’ün düşünme stiline referansta bulunuluyor; bu toplu söylem bende şu soruyu uyardı: Atatürk nasıl düşünürdü?
    Atatürkün kısa ama yoğun yaşamında olağanüstü denilebilecek başarılarına objektif gözle bakılırsa, bu başarıların bileşenleri olarak şunlar görülebilir:

    • daha çok bilgi (tarih ve sosyoloji bilgisi başta),
    • daha çok risk alabilecek cesaret,
    • aldığı bir karara yapışmaksızın hatalı / işlevsel olmadığında süratli geri dönebilme (esneklik),
    • yüksek ikna yeteneği,
    • fiziksel dayanıklılık,
    • yüksek enerji (çalışkanlık),
    • gerektiğinde kişiliğini hiçe sayabilecek (Reşit Galip örneği) ahlâk,
    • akıl daraltıcılarını askıya alabilme,
    • çok sayıda evren tasavvurunun mümkün olabileceğinin farkındalığı içinde dogmalara kapalılık VE
    • zihinsel olarak da (Düşünme Kabiliyeti) açısından:
      1. Ağzından çıkan ve/ya aklından geçen her bir sözcüğün:
        • kökeninin ve anlamının tam farkında olarak:
        • kopuksuz,
        • nedensel (rasyonel),
        • amaca hizmet açısından elenip (kritik) az sayıda sonuca indirgenmiş,
      2. hızlı,
      3. parçadan bütüne-bütünden parçaya kolay geçebilen,
      4. çoklu zeka (multiple intelligence) bileşenlerinin birden fazlasının gelişkinliği,
      5. yüksek odaklanabilme yeteneği,
      6. imkansızı mümkün varsayan yaratıcı (lateral) düşünebilme yeteneği,
      7. akıl ve sezgiyi eşit ve etkileşimli kullanabilme becerisi.

    Bu bileşenler birbirinden oldukça bağımsız, çok boyutlu bir kişilik oluşturuyor. Bu düşüncelerle bir kısa yazı yazmış ve birkaç tanıdığım ADD’ye iletmiştim (Lütfen tıklayınız https://bit.ly/2YfjLvb).
    Şu kolayca anlaşılabilir ki, Atatürk’ün salt düşünebilme becerileri değil, onu da içeren ama onunla sınırlı olmayan diğer kişilik özellikleriyle birlikte müstesna bir “düşünce ve eylem bütünlüğü” ortaya çıkıyor.

    Bu bileşenlerin her biri tek tek değerlidir; çocuk ve gençlerimize örnek gösterilmeye değer. Ama bunlar sıkıca paketlenip toplum önüne sürülüp, üstüne de birkaç kelimelik bir etiket yapıştırıldığında, çoğu insanın tereddütsüz benimseyebileceği, ama yaşamının hiçbir alanına olumlu etki sağlamayabilecek bir kutuplaştırma aracı haline gelmez mi ve de gelmedi mi?

    Atatürk’ten yana ve karşı olanların ne kadarı sevdikleri ve sevmedikleri Atatürk’ün bu kişilik profilinin farkındadır?
    10 Kasım’ların geçiştirilecek bir ritüel olmaktan çıkarılıp, O’nu salt övgü ve salt yergi ötesinde “düşünmek” acaba “Atatürk gibi düşünmek” olmaz mı?

    Bileşenlerini ortaya koymadan konfor alanlarında istirahat sağlayan toplu övgü ve yergiler yerine, O’nun gibi düşünüp hareket edebilmenin az sayıda maksimini (mesela, “sokaktaki insan bilim konusunda 10 şey bilse iyi olur (tıklayınız)” gibisinden) ortaya koymak ve o yolda çaba harcamak O’nu anmanın daha iyi bir yolu olmaz mı?
    10 Kasım 2022

  • Siverek(ler) niçin geri kalmıştır?

    Doğru ise iktidar ortağı bir partinin Karaburun İlçe başkanı, bir davada hakim ve savcıyı tehdit ettiği için gözaltına alınmış, serbest bırakılması başvurusu ise mahkemece reddedilmiş. Bu olayın ardından ilgili savcı ve hakim Şanlıurfa Siverek’e tayin edilmiş.

    Bu olay tek değildir ve belirli bir döneme de özgü değildir. 

    Anılan “tayin” aslında, “liyakati düşük olduğu” ve “düşük liyakatlilerin de gerice yörelere layık olduğu” muhtemel varsayımları ile yapılmış olmalı.

    Eğer bu olay nadirattan olsaydı, ileri süreceğim sonuç için yeterli sayılmayabilirdi; ama olmadığı açıktır.

    Bir yörenin gelişmişliği çok sayıda öğeye bağlı ise de, bu öğelerin hemen çoğu, o yöredeki kamu yöneticilerinin liyakatlerine büyük ölçüde bağlıdır.

    Kamusal yetkileri kullananların gözünde “işe yarar-yaramaz” ölçeğine göre yaramaz olanların, bulunduğu yerden daha gerice yörelere sürülmesi yazılı olmayan bir kuraldır ve Sivereklerin geri kalma nedenlerinin başında gelir.

    Demokrasi olarak yol, su, baraj, beton istemeyi yurttaşlık görevi; bunları vaad etmeyi de siyasetçilik sayanlardan, şu vaadi önemseyecek 1 (yazıyla bir) kişi arıyorum: “Eğer beni seçerseniz, gerice yörelerin sürgün amacıyla kullanımına karşı mücadele edeceğim”.

    Bunları boşverelim, bize daha ballı vaatte bulunanı bulup seçelim, değil mi?

    Tınaz Titiz

    9 Eylül 2022

  • Sosyal Çölleşme

    Orta ve Büyük ölçekli Kuruluşlar’ın (OBK) reklam stratejilerinin özünü “ben büyüğüm, güçlüyüm!”  safsatasından, topluma (ve de kendilerine) daha yararlı bir noktaya oturtmalarının gerekliğine, bunun için kullanılabilecek araçlara bu köşede zaman zaman değiniyorum.

    Bütün bunların temelinde ise, bugünkü toplumumuz için yabancı sayılabilecek bir kavram yatmaktadır: Sosyal Çöl!

    Bir kuruluş, karlılığı, çalışanlarına sağlamış olduğu imkanlar, kısacası çalışma ortamı açısından iyi şartlarda olmasına rağmen onu çevreleyen dış sosyal ortamda işsizlik, gelir yetmezliği gibi sorunlar varsa, aynen bir çölün yeşil alanları yutup çölleştirmesi gibi bu kuruluş da bir süre sonra iç sorunlarla karşılaşabilecek, yani çölleşecektir. Buna “Sosyal Çölleşme” denilmektedir.

    Fiziki ve sosyal çölleşme arasında bir analoji kurulursa, birindeki olaylar diğeriyle açıklanabilir, en azından açıklanmasına yardımcı olabilir.

    Bir yeşil alanı çölleştiren etki, bu iki farklı (çöl ve yeşil) alan arasındaki potansiyel farkıdır. Hangi potansiyel daha büyükse diğerini yutacak ve potansiyel farkını en aza indirmeye çalışacaktır. Çöl daha büyükse onun iklimi yeşilin iklimini değiştirecek ve yeşili koruyan ortam şartları ortadan kalkmış olacaktır. Bunun tersi de doğrudur. Yeşil alan daha büyükse onun iklimi çölü yeşertmeye başlayacaktır.

    İşte bu benzetmeyle açıklanmasına çalışılan Sosyal Çöl olgusuyla mücadelede OBK’a önemli görevler düşmektedir.

    Ekonomik güçlüklerle boğuşmakta bulunan kuruluşlara böyle bir önerinin çok sıcak gelmeyeceğinden eminim. Ama, güçlükleri aşabilmenin koşullarından birisi de -hatta vazgeçilmez olanlardan birisi- kuruluşları çevreleyen sosyal iklimin haset duygularından arındırılmasıdır. Haset ise, Sosyal Çöl ortamında en kolay yetişen bitkidir!

    Bir OBK’a yük yüklemeden, “ben büyüğüm, güçlüyüm” diyebilmek için sarfettikleri bütçeleri -isterlerse yine reklam ajansları üzerinden- Sosyal Çöl ile mücadeleye kaydırabilmek için yapılabilecekler bellidir.

    Girişim Ajansları kurulması, Bunu Yapabilir misiniz Sergileri açılması, İç-girişimciliğin Özendirilmesi bu mücadelenin en etkin yolları olup bu köşede her birine ayrı ayrı temas edilmiştir.

    Sosyal Çöl tarafından yutulmak istemeyen kuruluşlarımızın bu araçları tekrar hatırlamalarında yarar vardır!

    Pazar, 24 Nisan 1994

  • İzleyicilerimize Duyuru!

    Bu web sitesinde uzunca yıllardır yazdığım yazılar -konuları ayrı ayrı da olsa- hepsinin yöneldiği bir doğrultu var: Her şeyin bir ve bütün olduğu!

    Bu eğilim, kuruluşunda yer aldığım önce Beyaz Nokta® (1994), sonra da Birleşik Akıl Ağı® (2017) platformlarında sürdü. Bu defa ise Adil Yaşam® (2021) platformu ile yeni bir aşamaya geldi.

    Özellikle CoViD19 pandemisi bu yeni aşamanın zorunlu, hatta kaçınılmaz olduğunun acı bir işareti oldu. Artık, insan merkezli bencilliğin (yıkıcı bencillik diyelim) sürdürülemez olduğunu, her şeyin etkileşimli bir bütün olduğunu, bunu dikkate almayanlar içinse şu tazmin kuralının işlediğini gördük:

     

    Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı, cansız ve kültürel varlıklar (yani her şey) bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp, yenilerini üreterek, dengeleri koruyan yeni bütünlükler oluşturuyorlar. Bu bütünlüğün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla denge halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar, bütünü oluşturan diğer varlıklardan orantısız da olabilecek biçimlerde tazmin edilir.”

    Bu ürkütücü -o derecede de adil- yeni yaşam düzenine uymaya çalışmak, kendi dışındaki her şeyi sömürerek efendiliğini kendi kendine kanıtlayan türümüzün “farkında olanlar”ına yeni görevler yüklüyor. Bunların başında da, türümüze yönelik doğanın bu tebliğini “anlamak” ve “anlaşılmasını kolaylaştırmak” geliyor.

    Site izleyicilerimizi bu tebligattan haberdar etmek ise benim yapmam gereken görev olarak görünüyor. www.AdilYasam.net adresindeki mesajlar, sloganlar, kısa hikayeler ve videoların, toplumumuzun -sizlerin de dahil olduğunuz- kanaat önderi kesimlerine iletimi ve ikna edilmeleri de hepimizin görevi. İletim ve ikna arasındaki derin farkın açıklamasının en azından sizler için gereksiz olduğunun bilincindeyim.

    İkna sürecinde sizlere de yardımcı olabilecek Mesaj İletici tabloya şu adrese tıklayarak erişe

    bilir ve ilgili konuya doğrudan yazabilir ya da o bilgileri bana ePosta ile iletebilirsiniz.

    Hepimize kolay gelsin,

    Selam ve sev

    gilerimle,

    Tınaz Titiz

    5 Haziran 20

    22

    Bu web sitesinde uzunca yıllardır yazdığım yazılar -konuları ayrı ayrı da olsa- hepsinin yöneldiği bir doğrultu var: Her şeyin bir ve bütün olduğu!

    Bu eğilim, kuruluşunda yer aldığım önce Beyaz Nokta® (1994), sonra da Birleşik Akıl Ağı® (2017) platformlarında sürdü. Bu defa ise Adil Yaşam® (2021) platformu ile yeni bir aşamaya geldi.

    Özellikle CoViD19 pandemisi bu yeni aşamanın zorunlu, hatta kaçınılmaz olduğunun acı bir işareti oldu. Artık, insan merkezli bencilliğin (yıkıcı bencillik diyelim) sürdürülemez olduğunu, her şeyin etkileşimli bir bütün olduğunu, bunu dikkate almayanlar içinse şu tazmin kuralının işlediğini gördük:

     

    Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı, cansız ve kültürel varlıklar (yani her şey) bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp, yenilerini üreterek, dengeleri koruyan yeni bütünlükler oluşturuyorlar. Bu bütünlüğün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla denge halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar, bütünü oluşturan diğer varlıklardan orantısız da olabilecek biçimlerde tazmin edilir.”

    Bu ürkütücü -o derecede de adil- yeni yaşam düzenine uymaya çalışmak, kendi dışındaki her şeyi sömürerek efendiliğini kendi kendine kanıtlayan türümüzün “farkında olanlar”ına yeni görevler yüklüyor. Bunların başında da, türümüze yönelik doğanın bu tebliğini “anlamak” ve “anlaşılmasını kolaylaştırmak” geliyor.

    Site izleyicilerimizi bu tebligattan haberdar etmek ise benim yapmam gereken görev olarak görünüyor. www.AdilYasam.net adresindeki mesajlar, sloganlar, kısa hikayeler ve videoların, toplumumuzun -sizlerin de dahil olduğunuz- kanaat önderi kesimlerine iletimi ve ikna edilmeleri de hepimizin görevi. İletim ve ikna arasındaki derin farkın açıklamasının en azından sizler için gereksiz olduğunun bilincindeyim.

    İkna sürecinde sizlere de yardımcı olabilecek Mesaj İletici tabloya şu adrese tıklayarak erişebilir ve ilgili konuya doğrudan yazabilir ya da o bilgileri bana ePosta ile iletebilirsiniz.

    Hepimize kolay gelsin,

    Selam ve sevgilerimle,

    Tınaz Titiz

    5 Haziran 2022

  • Otobiyografi kesiti-10: Kitaplar ya da kütüphaneler ne işe yarar?

    Dipnot1’deki adreste[1], bir ülkenin gelişiminde önemli itici güçlerden birisi olan “sorunlarını bilgiyle çözme” alışkanlığının kazanılmasında yardımcı olan kütüphane konusunda ilginç bir yazı var. Yazı içinde, 1822 tarihli bir fotoğraf var. Andrew Carnegie halk kütüphanesinde çekilmiş. Kütüphane alışkanlığı olmayan bir topluma bu alışkanlığı kazandırmak için ne yaptıklarıyla ilgili metinden alınan şu satırlar da ilginç:

    Woodbine, Iowa’daki halk kütüphanesi kek kalıplarını ödünç veriyor – insanlar evde her boy ve şekilde kek kalıbı bulundurmazlar, “bu yüzden onları kontrol edip keklerini pişirip geri getirirler” diye açıklıyor Woodbine kütüphane müdürü Rita Bantam. “[Bu] insanların ihtiyaç duyduğu bir hizmeti sunuyor. İnsanları kütüphaneye getiriyor.”

    Bu girişi, geçmişte sürekli aklımı kurcalamış bir soruya cevap ararken, bu arayışıma yardımcı olan kızımın verdiği bir web adresinden yaptığım alıntıyla başlamamın nedenini izninizle açıklayayım.

    Yıl 1988, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki görevim sırasında, çeşitli illere ziyaretler yapıyoruz ve  daima talep edilen bir konu var:  “ilimize / ilçemize bir kütüphane açacak mısınız?” Önceleri bunun halkımızın okumaya duyduğu açlığın bir ifadesi sanarken sonraları pek öyle olmadığı, kütüphane ile birlikte kimi somut yararların (bina kiralama, personel istihdamı vb) öngörüldüğü gerçeğini fark ettik.

    Kütüphane binası, asgariden de olsa donatılması (masa, sandalye, dolap vs) için yeterli bütçe yok. Bunun üzerine bir fikir gelişti: Mikrofiş kitaplık!

    500 sayfalık bir kitabın mikro fiş kopyası bir mektup zarfının içine sığacak kadar. Üstelik, kitabın mikrofişe çevrilmesi de bakanlığa bağlı Milli Kütüphane’deki bir çevirici yardımıyla mümkün. Mikrofiş okuyucu ise son derece basit bir alet; bir ışık ve mercekten oluşan bir kutu. O günkü ithal maliyeti bile birkaç on dolar mertebesinde; ayrıca yerli yapımı da çok kolay.

    Bir ilçede bulunması gereken kütüphanenin kitap sayısı ise 5,000 dolayında. Tabii ki daha az başvurulabilecek olanlar da var; onlar da il merkezindeki kütüphanede olabilir. 5,000 kitabın mikro fişleri ise orta boy bir el çantasına sığabiliyor.

    Böylelikle ilçelere değil köylere kadar kütüphane işlevi görebilecek bir hizmet götürülebilir.

    Ama önce denemek lazım!

    Fikir iyi görünüyor ama halkın nasıl karşılayacağı bilinmez, bir denemek lazım. Deneme için de Ankarada, Esenboğa havaalanı yolu üzerindeki Sarayköy’ü seçtik ve bir grup görevliyle köye gittik. Köyde bir ilkokul var. Öğretmeni, muhtar, birkaç meraklı köylü ve kütüphaneci görevi yapacak bir görevli ile köy odasına oturduk.

    Siyasetçilerin bir köye mutlaka ya oy istemek ya da seçime yakın bir zamanda bir “yatırım müjdesi” vermek için gittikleri adet olduğu için, elimizdeki irice çantaya bakıp bunun içinden nasıl bir “yatırım” çıkacağını hesaplamak için merakla izliyorlar.

    Neticede niyetimizi anlattık; çantadan yatırım çıkmasa da, köydeki öğrencilerin artık ödevlerini yapmak için Ankara merkezine kadar gitmelerine gerek olmayacağı ve ayrıca da her istedikleri saatte köy odasına gelip istediği kitabı okuyabileceğini öğrenince çok sevindiler.

    Ertesi gün bu ziyaret basında yer bulunca ilk tepkiler gelmeye başladı: Bir üniversitenin kütüphanecilik bölümünden bir kişiye mikrofiş kitaplık fikri sorulunca, “peki, çocuklar uyumadan önce kitap yerine yatakta mikrofiş mi okuyacaklar?” gibi son derece mantıklı 🙂 bir tepki gelince, gerisini tahmin etmek güç olmadı. Birkaç köşe yazarı da devletin bu yolla vatandaşını kitap okuma bahanesiyle fişleyeceğini filan da yazdılar ama pek tutmadı.

    Bundan sonraki denemeler biraz daha büyük ölçekli olarak Ankaranın büyük mahallelerinde yapıldı ve genellikle aranan kitapların mikro fişlerine ağırlık verilerek düzenlemeler yapıldı. 1989 ortasında bakanlıktan ayrılınca da çocuklar artık kağıt kitaplarını yataklarında okumaya başladılar.

    Bu anektodu anlatma nedenim, toplumumuzun okur-yazar bölümünde kitap ve kütüphaneye yüklenen işlevin nasıl anlaşıldığına ışık tutmaktı.

    Bugün olsa bu fikri nasıl satardım tam emin değilim, ama mikro ve fiş sözcüklerini kesinlikle kullanmazdım; ikisi de kuşku uyandırıcı sözcükler 🙂

    En temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük yaşayan 1800’lü yılların ABD’sinde kütüphane konusuna niçin bu denli önem verildiğini anlamama yol açan olaylardan birisi de, Beijing’teki ulusal kütüphaneye inanılmaz yoğunluktaki giriş-çıkışı (ve kullanımı) görmemdi. Bu gözlemden sonra  Ankara’daki Milli Kütüphaneyi 7/24 sloganıyla halkın kullanımına açıp, “hiç kimse gelmese dahi 24 saat açık kalacak” ve “hiçbir giriş belgesi sorulmayacak”deyince doğan, “Milli kütüphaneyi yolgeçen hanına çevirdiler” tepkilerini hatırlıyorum.

    Şimdi işin temelindeki fikri daha iyi anlıyorum: Halkın, tüm yaşam tercihlerini kendinin yapması demek olan cumhuriyetin[2] ve o tercihlerin uygulamasını da yine kendinin yapması demek olan demokrasinin rejim olarak seçilmesi halinde temel yapı taşı “birey”dir. Çünkü birey de tanım olarak “tercihlerini kendi yapan” anlamındadır[3].

    Bir diğer deyişle -hangi bayrak altında yaşayacağından, hangi inancı / inançsızlığı benimseyeceğine kadar tüm- yaşam tercihlerini kimseye ihale etmeden kendi özgür aklıyla kararlaştıramayan bir toplum ne cumhuriyeti ne de demokrasiyi seçebilir.

    Buna göre, devlet olmanın ön koşulu da ortaya çıkmaktadır: Kişilerin birey olabilmeleri için ihtiyaç duyacakları tüm bilgi ve becerileri kendi kendilerine kazanabilmeleri için gereken bilgilenme merkezlerini (yani kütüphaneler) oluşturmak ve oralarda hizmet verecek kişileri (yani kütüphaneciler) atamak.

    Bir diğer deyişle kütüphaneler kitap depoları ya da okumadıklarımızı bağışladığımız(!) başımızdan atabileceğimiz kağıt hurdalıkları değildir. Bir kitap, çörek yapmaktan sağlığını korumaya, dil öğrenmekten hobi edinmeye kadar herhangi bir alandaki “taleplerini” nasıl karşılayabileceğine ilişkin yol gösteren birer kılavuzdur. Basım ortamı ise kil tablet, kağıt, mikrofiş ya da çip (yonga) olabilir.

    Ayrıca, kitap ve kütüphaneci (bugün için insan yarınlarda ise YZ olabilir) ayrılmaz bir bütündür.

    19 Aralık 2021


    [1] https://www.npr.org/2013/08/01/207272849/how-andrew-carnegie-turned-his-fortune-into-a-library-legacy

    [2] https://tinaztitiz.com/2012/05/25/egemenlik-kimindir-ve-kim-kullanir/

    [3] https://www.wikiwand.com/tr/Bireycilik

  • Kıvırtma ya öyledir ya böyledir (mi?)

    TV tartışmalarında en çok duyduğum sözlerden birisi başlıktaki ifadedir. Kadına benzetmek, üstelik de dansöze benzetmek bu ifadeyi anlamayanlara örnekle anlatmak amacıyla kullanılır.

    Erkek (yüceltici anlamda) toplum kavramı o denli içselleştirilmiştir ki, yargı cümlelerinin başında bulunması gereken “eğer… ise” ekinin kalkmasına dahi  yol açmıştır denilebilir. Yani bir şey hem öyle hem böyle (öylenin tersi) olamaz. 

    Bunun en canlı örneği epeydir gündemimizde, üstelik de maliyetini hep birlikte ödüyoruz. Konu faiz ve enflasyon. İddianın iki tarafı var. Bir taraf, “faiz sebep enflasyon sonuçtur” derken, diğeri bu ifadenin doğru olmadığını “faizin enflasyonun nedeni olmadığı”nı savunuyor.

    Son izlediğim (aslında evvelce de izlemiştim), kendi YouTube kanalında ekonomi ve finans konularını “öğretmek” amacıyla her şeyin birkaç defa üstüne basarak (öğrencilerin kafaları ancak öyle basar) anlatan bir akademisyen de bu taraflardan biri olarak şöyle diyor: “Faiz enflasyonun sebebi değildir”.

    Bu iki keskin doğrulu tarafın karşısına üçüncü birisi çıkıp da: “Enflasyon, fiyat artışlarıyla, o da maliyet artışlarıyla ilgili olduğuna ve faiz giderleri de maliyete katıldığına göre faiz enflasyonun bir sebebidir. Diğer yandan, enflasyon paranın satın alma gücünü aşındırdığına, bu ise tasarrufların azalmasına yol açtığına; bankaların ise azalan tasarrufları geri çevirmek için faizleri artırmak zorunda kalacağına göre, enflasyon da faiz artışının bir nedenidir. Böylece faiz ve enflasyon birbirinin sebepleri olarak etkileşirler” dese ne olacak?

    İki şey birbirini karşılıklı olarak (faiz ve enflasyon gibi) etkiliyorsa (ki doğru tabir etkileşim olmalı) ve taraflardan adı Homo Economicus olan birisi enflasyonu, adı Homo Religiosus olan diğeri de nass olan faizi azaltmak istiyor, ama ikisi de döngüsel mantıktan (circulus probando) henüz haberdar olmamışlarsa en iyi yol toplumun ikiye ayrılıp kıyasıya tartışması ve eline güç geçirenin, savını kanıtlamak için fiili deneyler yapması ve deney giderlerini de seyircilerden para toplayarak (vergi deniliyor) onlara ödetmesi; bir yandan da bu puslu hava içinde batan şirketlerin el değiştirmesidir.

    Bu tartışma nereye kadar gider?

    Uyanana ve bu tür etkileşimleri kırmak için, stratejik denilebilecek ve ikisini birden etkileyebilecek değişkenlere (değer üretebilme kabiliyeti, demokratik standartlar vs) bakmak gerektiği anlaşılana kadar.

    19 Kasım 2021

  • Parçadan Bütüne mi, Bütünden Parçaya mı ya da?

    Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: Cumhuriyet rejiminin kökleşmeyip en azından kırılgan hale gelmiş olması, 1946 Kahire Anlaşması ve ekleri[1] ya da emperyalizmin sömürgen tutumu nedeniyle değildir.

    Aksine, rejimin tabanda yeterli karşılığının yaratılamayışı (başlangıçta da yeterli güçte bir “toplayıcı çekirdek”[2] bulunmayışı) nedeniyledir. Nitekim 1927 yılında Türk Ocakları Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bizzat Atatürk ve daha sonra İsmet İnönü bu yolda ifadelerde bulunmuştur[3].

    Varlığını sürdürüp sürdürememe arasındaki ince ve ölümcül çizgide yapılan Kurtuluş Savaşı sırası ve sonrasında, son derece yetersiz bir insan nitelik dokusu üzerine kurulmak zorunda kalınan Cumhuriyet’in temelini oluşturan bu dokunun iyileştirilmesi için girişilen olağanüstü çabalara rağmen, oluşabilen yüksek nitelikli insan temeli[4], o temelin üstüne inşa olunan kurumları taşıyacak güce erişememiştir.

    Daha açık bir ifadeyle, oluşan temelin Sorun Çözme Kabiliyeti[5], geri kalan nüfusun nitelik dokusunun geriye döndürücü etkisine direnebilecek güçte olamamıştır. Nitekim çok daha sonraki tarihlerdeki çabaların dahi o güce erişmeyi sağlamaktan uzak olduğu açıktır[6].

    Bugün geldiğimiz noktada Cumhuriyet’imizin kırılganlığı sorununun, tümdengelim veya tümevarım yaklaşımlarından ancak ve yalnız birinin (o ya da öbürü) benimsenebileceği tartışılıyor. Hemen her konudaki ..den yana ve ..ye karşı (either or) yaklaşımı bu konuda da bir açmaz yaratıyor.

    Tümdengelim (Bütünden Parçaya) yaklaşımına göre önce en üst kurumsal yapı oluşacak, o kurum alt yapıyı kuracaktır. Tam bize göre bir ihale yöntemi; birileri yapacak biz de işimize bakacağız.

    Diğer uçta ise tümevarım (Parçadan Bütüne) yaklaşımı var ki tam bir iğneyle kuyu kazmak.

    Bu ikisinin aynı anda olamayacağı inancı -aynen bir dini inanç gibi- ise sorgulamaya kapalı; ya biri ya öbürü.

    Gerçek ise iki yaklaşımın birlikte inşaına dayanıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında başlayan ve o ölüm kalım sürecinde dahi özen gösterilen -ama süre, çevrel koşullar, özellikle de toplum çoğunluğunun kapsanmasındaki güçlükler ve süreci baltalayan iç ve dış etkenler nedeniyle sürdürülemeyen- birlikte inşa ilkesi bugün dahi anlaşılmamış durumda.

    Parcadan bütüne (PB) elementleri, yani sosyal tohumlar[7] sosyal toprağa ekilerek bir temel oluşturulurken, o temelin taşıyabileceği bütünden parçaya (BP) kurumlar inşa edilmeli; aynen, bir kabuklu deniz canlısının vuva inşaı gibi. Katman üstüne daha geniş katmanlar inşa olurken, alt katmanlar tedricen terk edilmeli.

    Birdenbire nihai kabuğu inşa etmeyi deniz canlıları hedeflemiyorlar, milyon yıllık evrimlerinde tek hamlede ürettikleri kabukları kaybede kaybede bunu öğrenmişler; biz de öğreneceğiz.

    Bugün yaşadığımız süreç aslında, Cumhuriyet inşa sürecine katılmamış kesimlerin parçadan bütüne inşa süreçleri olup, o kesimlerin acilcilerinin oluşturduğu BP kurumu tutunamamış görünüyor. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem arayışları bunun işareti sayılabilir.

    Bundan sonra artık iki kesim de kendi PB temellerini inşa etmeye çalışırken, o temellerin taşıyabilecekleri BP kurumlarını da inşa etmeye çalışacaklardır.

    Ancak, bu süreç boyunca, küresel (doğal ve yapay) oluşumlar da kendi PB ve BP inşa süreçlerini yürütecekler. İki farklı inşaat zaman zaman birbirini desteklerken zaman zaman birbirine karşı gelecek.

    Bu karmaşık ilişkiler yüksek ses, özgüven gösterisi vb yollarla yönetilemeyeceğine göre, Rolls&Royce’un ünlü ilkesini uygulayan kazanacaktır: “Her gürültü bir yanlış tasarım işaretidir”.

    23 Ekim 2021


    [1] Bkz. http://www.akintarih.com/turktarihi/cumhuriyetdonemi/abd.htm

    [2] Toplayıcı Çekirdek deyimiyle kastedilen, çevresinde Cumhuriyet rejiminin temel değeri olan “birey egemenliği”nin örgülenip giderek yaygınlaşabileceği asgari bir çekim gücüne sahip büyüklükte bir kitledir.

    [3] Kemalizm’in sadece ”şekil” değil, özellikle ”zihniyet” meselesi olduğunu 23 Nisan 1927’de Ankara’da toplanan Türk Ocakları delegelerine Atatürk’ün söylediği bu sözlerden anlamak mümkündür:

    ”Arkadaşlar, inkılaplar henüz yenidir: dedikleri gibi kökleşip benimsendiği hakkındaki kanaatlerimiz, ancak ileride karşılaşacağımız hadiselerle gerçekleşecektir. Fakat, şimdi şuna emin olmalısınız ki, bugün başına şapka giymiş, sakalını bıyığını traş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet hala sarıklı ve sakallıdır.”

    İsmet GİRİTLİ, Bir Ulusal Modernleşme İdeolojisi Olarak Atatürkçülük, Ankara, 2004.

    [4] M.K. Atatürk’ün “Cumhuriyet,  fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli (karakterli) muhafızlar ister” sözü tam olarak nitelik dokusu kavramını tarif ediyor.

    [5] Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/sorun-cozme-kabiliyeti

    [6] Bkz. https://tinaztitiz.com/2012/05/25/irtica-ile-mucadelede-strateji-arayislari-2/

    [7] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Sosyal Tohumlamahttps://ggle.io/3iBq

  • Bir şeyin adı kendi değildir.

    Adamın birisi arkadaşına dert yanar : “Arkadaşımın gittiği doktora ben de gittim, ama tedaviden hiç yararlanamadım” Diğeri sorar : “arkadaşının yararlandığını ne biliyorsun?”, beriki cevaplar : “kendi söyledi“. Diğerinde tavsiye hazırdır : “Canım ne olacak sen de söyleyiver !”

    Bu şakayı hergün birkaç defa hatırlatacak “söyleyiverme“ler bilmem dikkatinizi çeker mi?

    “Kriz Yönetimi” ve “Ulusal Strateji Enstitüsü” adları, bunlardan son duyduklarım. Her ikisinde de müthiş çarpıcı koku var. “Kriz”, tek başına bile insanı heyecanlandırmaya kafi. Bir de yanına “yönetim” gelince, FORMULA-1 otomobili gibi “tehlikeli ama yönetilebilir” birşey oluyor.

    Hele diğer üçlü. Hem ulusal, hem strateji, hem de enstitü! Herbiri diğerinden daha fiyakalı birer sözcük. Hele stratejik deyince insanın aklına A-4 uçakları ve çatık kaşlı, bol paçalı pilotları geliyor.Enstitü, bu canavara elbise giydirip, ulusal da gereken milliliği kazandırınca duyanın gözleri dolu dolu olup, “hele şükür bizim de oldu” diyesi geliyor.

    Söyleyenlerin niyetini bilemem, ama bu yolla hiçbir şey yapmadan, yapılıyormuşçasına insanlar tatmin edilebilir.

    Zaten bilgi çağımızın sonunda, hepimize birer “organic interface” aracılığı ile bağlanacak olan birer MMP (Mutluluk Mikro Prosesörü) ile, birşeyler yapmadan “yapmış gibi” gösterilmeyecek mi ?

    Böyle bir sistem, düşünen, planlayan ve icra edenlere değil yalnız “adını söyleyen”lere, bir de bu adları insanlara ileten MRT’lere (meret değil me-re-te okunur ve Mutluluk Resimleri Taşıyıcısı demektir) ihtiyaç gösterir.

    Ama o çağ gelmeden de, yapılması gerekip de yapılmayan bir şeyin “vecibe yükü”nden kurtulmak için bu ad söyleme yöntemi  kullanılmaktadır.

    Nesnelerin adını söyleyerek vecibe yükünden kurtulmada ileri gitmiş bir ülkeyi ziyaretimde, her sokak başında union  sözcüğünü görüp de “bu neyin unionudur ?” diye sorunca, yanımdaki yetkili : “siz de sendika yok mu, hükümetin emirlerini işçilere ileten organa union denir” şeklinde durumu açıklığa kavuşturmuştu.

    Tabii ki hemen anlaşılacağı gibi, bu kandırmacanın işlemesi için, etrafta o sözün ne anlama geldiğini ve olması için ne nitelikte girdilere ihtiyaç olduğunu bilen kimsenin bulunmaması  ya da bilenlerin sesini duyuramıyacak durumda olması gerekir.

    Burada konu, kriz yönetimi tekniğinin bir sorun çözme teknikleri grubu olduğu, bu grubun içinde çağdışı tekniklerin değil çağdaş yöntemlerin yeraldığı, bu konuda eğitilmiş bir kadroya sahip olmaksızın kriz yönetiminden bahsetmenin ancak gariban görünüşlü insanlarda “acaba harp mi olacak” korkusu yaratmaktan öteye bir anlam taşımadığını belirtmek değildir.

    Konu; ulusal strateji enstitüsünün, ağzı süslü laf yapan insanların biraraya gelip, 500 milyonluk Türkiyenin yeni sınırları üzerinde ahkam kesip, başımıza dert açması anlamına gelmediğine  işaret etmek de değildir.

    Üzerinde durmak istediğim, sözcük ve deyimlerin salt söylenmesinin hiçbirşey ifade etmediği, aksine bu kavramların yozlaşmasına yol açarak, ileride bu konularda ciddi çalışmalar yapacakların yoluna dikili güçlükler oluşturacağıdır.

    Hoşça kalınız

    12 Nisan 1998