Anlar gibiyim!

http://goo.gl/t4SaLK adresinde bir video var; yüzlerce benzerinden rastgele birisi. Bunu izleyince uzun süredir anlamadığım bir konuyu anlar gibi oldum. Anlar gibi dememin nedeni, acele edip eksik bilgiyle kesin yargılara varmamak. Bu nedenle de çıkarımlarımın her birisinin birer soru olarak kabul edilmesi yerinde olur.

Doğrusu bu tür söylemleri duydukça, pek tereddüt etmeden bunların yozlaştırılmış dini içeriklerin istismar amacıyla kullanımı olduğunu düşünürdüm; şimdi ise meselenin pek böyle olmadığı kuşkusuna kapıldım.

Videoda görülen izleyici kümesinin profiline bakılarak şunlar söylenebilir:

  1. Birey[1] olmayan, tercihlerini (söylem, giyim, tavır vd.) toplu olarak yapabilen,
  2. Kümeyi oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu orta-alt ekonomik sınıftan,
  3. Konuşmacının olağanüstü düşük hitabet yeteneği ve söyleminin düşük kalitesine razı olduklarına, zaman zaman da coşkuyla karşılık verdiklerine göre, küme bireylerinin eğitim düzeylerinin de oldukça alt seviyede olduğu söylenebilir,
  4. Konuşma ve tepkilerin meydan okuyucu, hınç ve nefret dolu, ötekileştirici tarzı, söylem ve tepkiler zaman zaman İslâm’a ait motifler içerse de, katılımcıların İslâm dahil herhangi bir dinin özüne saygı göstermedikleri; hiçbir dinin böylesi kişiliklere cevaz vermeyeceği gerçeğine dayanarak söylenebilir,

Bu tahminlere dayanarak şöyle bir profil çizilebilir:

  • Yaşamlarını, ancak kendi aralarındaki dayanışma ile sürdürebilen; bu yüzden medeni hayatın bireyselliğe dayalı tüm yüzlerinden doğan korku. Toplu olma ve korku iki ana öğe.
  • Değerli bir kimliğe sahip olamayacakları inancı ile değerli kimlik özelliklerine düşman.

Pekiyi, bu insanları bu denli irrasyonel bir tutku çevresinde toplayan nedir? Kanımca, gerek yaşam sürdürme gerekse ortak nefretlere sahip olma özelliklerini tatmin edebilecek çözüm aracı, “tehdit olarak gördükleri her şeyi alt edebilecek güçte bir koruyucuyu sık sık cismanileştirmeye[2] çalışarak, güçlü ve gurur verici bir kimlik edinmek, böylece de değerli sayılmak” olarak beliriyor.

Fakat bu hipotez yine de tek başına bu yıkıcı olguyu açıklamaya yetmiyor.  Bir kuvvet’in ortaya çıkması için nasıl ki bir kütle gerekiyorsa, tanımlanan bu olgu da onun varlığını ortaya çıkarabilecek karşıt(lar)ı olmadan görünür olamazdı. Bu karşıtlar –hatibin tek tek saydığı tank, top, atom, fantom, Kemalizm,  Siyonizm, kapitalizm, faşizm, komünizm vd.-, kısacası hemen her şeydir. Kuvvet – kütle analojisinden hareketle, söz konusu irrasyonel tutkunun büyüklüğü de:

  • Onunla mücadele eden unsurların büyüklüğü ile doğru orantılıdır.
  • Bir bütün olarak ya da onu oluşturanların değersizliğini vurgulayan her eylem ve söylem, olguyu güçlendirmeye yaramaktadır.

Bu iki etki altında oluşan sarmal, topluluğun sorgulamaya kapalı insan malzemesi nedeniyle bir inanca dönüşmekte, inanç sorgulanamazlığı daha da artırmaktadır.

Bir soru: Bu inanç olgusu din ile ne kadar bağlantılıdır?

İnanç terimi genellikle din bağlamında kullanılsa da kaynağı herhangi bir şey olabilir. Bir fanatik taraftarın tuttuğu takımın galip geleceğine inancı, bir girişimcinin başarılı olacağına inancı, bir lidere ölesiye bağlı insanların liderin kararlarının doğru olduğuna inancı, hiç biri dini değildir.

Din ve inancın neredeyse özdeş sayılmasının nedeni, dini inanca kaynaklık eden öznenin “gücünün sınırsızlığı” tanımıdır ve bu da sadece dini alanda söz konusudur. Değersizlik duygusu, korku ve nefret ne denli büyükse, bunlara karşı yapılabilecek söylem ve eylemlere karşı koruyabilecek güç de o denli büyük olmalıdır. Bu üç duygunun en yüksek olduğu haldeki koruyucu gücün Allah olarak “atanması” –ve bundan dolayı da olgunun dini olarak anılması- rastlantı değildir.

Burada ikinci bir sarmal söz konusudur: Başlangıcı dini olmayan bu olgu, söylemlerine dışarıdan bakanlarca dini olarak tanımlanması nedeniyle, dini eğilimlere sahip kişileri çevresine çeken, -manyetik alan gibi- bir “alan” yaratmakta, topluluk içinde giderek dini söylemler birer örgüt söylemi şeklinde gelişmektedir. Yine de bu söylemlerin –İslam dahil- herhangi bir dinin öğretilerine saygılı olmadığı belirtilmelidir.

Bu tür “din görünümlü nefret toplulukları” ile mücadele..

Halen adı bilinen IŞİD, Nusra, Boko Haram gibi örgütler ve pek bilinmeyen onlarcası ile mücadele “nasıl yapılmalı?” sorusu yerine “nasıl yapılmamalı?” ile başlamalıdır.

Halen bolca kullanılan “İslam bu değildir”, “IŞİD yerine DAİŞ” diyelim vs. gibi yaklaşımlar tek kelimeyle akılsızcadır. İslam, insanların önüne 6236 ayeti koyup içinden istediklerini seçip bütüne teşmil edilebilecek bir din olarak algılandığı takdirde, pekala kendi aklınca müşrik (Allah’a ortak koşan) gördüğü kişileri tek tek temizleyen bir örgüt mensubu Tövbe Suresinin 5nci ayetini referans gösterebilir.

Eğer bu kişi, Kuran’ın en önemli ilkelerinden birisinin içtihat (hükümleri zamanın gereklerine göre yorumlama[3]) olduğunu bilse ve “müşriklerin öldürülmesi” emrinin 1400 yıl önceki koşullar ve kültür uyarınca verilmiş olabileceğini, bugün bunun cezasının ömür boyu ağırlaştırılmış hapis olduğunu bilebilecekti.

Buna göre, din görünümlü şiddet örgütleriyle mücadelenin ilk araçlarından birisi, dinin temel ilkelerinin ortaya konulması olmalıdır. Bu ilkelerin dikkate alınmadığı herhangi bir söylem veya eylemin referansının din olamayacağı böylelikle netleştirilebilir.

Bu yolla dinin, din dışı amaçlara alet edilmesi önlenebilir ya da en azından azaltılabilir; ama, profili başlangıçta tanımlanan kişiliklerden oluşan toplulukların nefret söylem ve eylemleri yaratan koşullar ortadan kalkmadıkça sorun çözülmemiş olarak kalır.

Söz konusu kişilik profilinin temelindeki sorunlar azaldıkça üreyen sorunlar da azalacaktır. Kişilerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayabilecek eğitim imkanlarının yaygınlaşması, değersiz sayılma, başkalarına muhtaç olma gibi yetersizliklerin azalmasını, ancak topluluklar içinde ortak kimlikle yaşayabilen “bağımlıların” yerlerini, yaşam tercihlerini kendisi yapabilen “bireylerin” almasını sağlayabilir.

Söz konusu eğitimin –hangi sistem içinde yapılırsa yapılsın ve ne düzeyde olursa olsun– temel yapı taşının “tüm bilgilerin sorgulamaya ve yanlışlanabilirliğe[4] açık” olması, bağımlılar yerine bireylerin yetişmesine birinci derecede etkili olduğu bilinmelidir.

Nihayet, birbirini destekleyen sarmallardan üçüncüsüne işaret edilmelidir: Yukarıda açıklanan biçimde oluşan toplulukların yönetimleri kuşkusuz liyakat sistemine göre değil, söylem ve eylemleri en keskin olanların rekabetlerine göre oluşur. Örgütlenme genellikle din kıyafetli olduğu için de tepe yöneticilerinin de “inançlı taklidini iyi yapan ağzı kalabalık”lar içinden çıkması kaçınılmazdır. İnanç taklidi, giderek daha çok dini eğilimli kişinin çekilmesine, bu ise örgütün giderek daha çok dini örgüt olarak tanımlanmasına yol açar.

Buna karşı doğrudan alınabilecek bir önlem olmadığı defaatle görülmüştür. Tek önlem yorucu ve uzun erimlidir. 6236 arasında yol kaybetmeye engel olabilecek temel ilkelerin ortaya konulmasından başkaca çare görünmemektedir.

13 Eylül 2016 Salı

 

[1]http://goo.gl/QMK6GV adresinde açıklandığı üzere birey, öz olarak “tercihlerini yapabilme” özelliği olarak tanımlanabilir.

[2] Yerli veya yersiz hemen her vesile ile neredeyse bir slogan olarak dile getirilen “Allah-ü Ekber” söylemi, Allah’ın her şeyin yaratıcısı ve hakimi olduğu inancının hatırlanarak, davranışların buna uygun olarak düzenlenmesini sağlayan bir araç olarak değil, çevrelerinde tehdit olarak gördükleri her şeye karşı somut bir koruyucusu ve eylemlerinin onaylayıcısı ihtiyacının dışavurumu olarak görülebilir.

[3] Bkz. http://goo.gl/WSXd1N sayfa 3, Md 4.

[4] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Falsifiability

14 Yorumlar

    1. Sayın Hocam,
      Birey konusu üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Galiba, birey – demokrasi – özgürlük kavramlarını yaygın olarak tanımlayıp (http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram#birey, http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram#demokrasi) tercihlerini kendi yapmayıp başkalarına bırakan toplumlarda demokrasiden bahsedilemeyeceğini; bu nedenle demokrasiden yana herkesin ilk talebinin “ben kendi yaşam tercihlerime kimseyi karıştırmam” olması gerektiği üzerinde uzlaşmamız gerekiyor.
      Bunun için neler yapılabileceği konusunda yazışalım, görüşelim.
      Selam ve sevgiler

  1. Tınaz bey, bugünkü kamplaşmanın oluşum ve sürdürülme mekanizmasını çok güzel ortaya koymuşsunuz. Kaleminize ağlık. Temel ilkeleri ortaya çıkarma, muhtemel suçlamaları göğüslemeyi gerektiren çileli bir iş olduğundan tek kişinin işi gibi görülmüyor; kollektivizme yatkın olmama hali de çoklu çalışmaya mani olsa gerek. Acaba ilke olarak sayılabilecek olanları -kurban kesmekten doğal hayatı korumaya kadar- sayma ve sonra puanlamalarla türev sıralaması şeklinde bir alıştırma başlatmalı. Tabi önce şu Dİ konusundaki e-BF süzme işini bir noktaya getirdikten sonra.

    1. Sevgili Necati bey,

      Böyle bir deneyden çok şey öğrenebiliriz. Bence listeyi yapmayıp açık uçlu bırakalım ve herkesten en önemli gördüğü mesela 5 ilkeyi belirtmesini isteyelim. Yoğuşma olan noktaların ortaya çıkması beklenir.

      Böylesi bir aramanın, bir PR firması desteği altında yapılması zorunlu gibi görünüyor. Tanıdıklarımızı yoklayarak başlayabiliriz.
      http://wp.me/p2t6mi-Qn adresindeki Değer Dökümleme yol gösterici olabilir.

      Selam ve sevgiler

  2. Sevgili Tınaz Bey, yazınızı okudum, katılıyorum tamamına..

    Çok önemli bir konu bu, emeklerinize sağlık..
    Yıllar önce beni hayretlere düşüren bir video da şu olmuştu, izlemiştik ve gülmüştük o zamanlar “ağlanacak” halimize https://www.youtube.com/watch?v=w6EBH94wwYs

    Özellikle, “Kişilerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayabilecek eğitim imkanlarının yaygınlaşması, değersiz sayılma, başkalarına muhtaç olma gibi yetersizliklerin azalmasını, ancak topluluklar içinde ortak kimlikle yaşayabilen “bağımlıların” yerlerini, yaşam tercihlerini kendisi yapabilen “bireylerin” almasını sağlayabilir.” ifadenizi çok doğru ve önemli buldum, hatta tek çözümün koşulsuz bu olduğuna inanıyorum.

    Yarama dokundunuz. Birkaç satır yazacağım, zira çok dertliyim bu konuda.. Saptamanız ülkemizin vahim durumuna ayna tutuyor aslında.. Nerdeyse tüm işleyiş artık feodal enformel ekonomik ağlar üzerine kurulu ve herkes bu ağların tutsağı haline gelmiş..

    Bu tür radikal yapıların aynı zamanda birer “ekonomi” oluşturduğu gerçek. Çekirdekte radikal olan bu grupların halkaları genişledikçe daha masum görünümde ve dikkat çekmeyen boyutlarda gündelik yaşama dağılıyorlar. Yani normalleşmiş durumdalar.

    Cuma günü kolkola girip beraber namaza giden esnaf, banka kredisi yerine kendi havuzlarında para döndürebiliyor. Bir dini topluluğun sohbetlerinde bulunmak, finansal kredibilite sağlayabiliyor. Oğlunu evlendirirken beyaz eşyasını kredi kartı olmaksızın taksitle alabiliyor. Kızını cemaatten birine veriyor. Çocuk isimleri mensup olunan dini grubun popüler isimlerinden konuyor vb. İşin kötüsü, bir yaşam tarzı olarak bu ağların nasıl normalleştiğini görüyorsunuz, Anadolu’da, Fatih’te, Eyüp’te, Esenyurt’ta, Bağcılar’da.

    Örneğin Trakya’da birkaç köy geziyoruz, köyün birinde modern bir umumi tuvalet, banklar, çöp kutuları üzerinde “X belediyesi” yazıyor. Muhtarlığın özel misafirhanesi var, bakımı pırıl pırıl, “dergah usulü” döşenmiş. Muhtarın giyiminden hangi cemaat olduğunu anlıyorsunuz ki X belediye başkanı ile aynı. O vakit, o Trakya köyünden blok oyun nasıl çıktığına şaşırmıyorsunuz.

    Marmaranın tüm köyleri birkaç münferit istisna hariç aynı TV kanallarını seyrediyor. Çünkü artık mahalle olan köylerin en önemli beklentilerinden biri, çocuklarının belediyede temizlik işçisi olabilmesi. Çünkü hiçbirisi inek bakmak istemiyor, köylerde hayvancıya çiftçiye kız verilmiyor. Belediye temizlik işçisi ideal damat adayı. Belediyelerin işe alım tercihleri ise hangi feodal ilklerle işliyor (akrabalık? cemaat?) bakmak lazım.

    Bu ekonomi kırılıp yerine yeni bir ekonomi modeli yerleşmedikçe, bu topluluklarla çok uğraşılacağı görüşündeyim. Herhangi bir iktidar aslında iktidarını bu cemaat tabanlı enformel ekonomik gruplara dayandırabilir. Yani bu enformel ekonomi düzeneğiyle çok geniş kitleye ulaşılabileceği aşikar.

    Merkezdeki “masonik” para ağlarının, tabana, yani ekonomik anlamda “marjinal” diyebileceğimiz “sınıf-altı” kesime yansımış kesimde görünümü ise bu videodaki tehlikeli oluşumlar. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan marjinal yoksul kesim. (Konjonktur islami olmasa, sokak çetesi kuran, futbol taraftarlığında holigan ya da dağa çıkacak olan kayıp kitle..).
    (Ayrıca, tamamı erkek ve erkek egemen. Bir de bunların dış sosyal ağlardan yoksun, kendi iç sosyal ağlarında derinleşmiş, baskı altında ve sorunlu eşleri ve kızları var; ki apayrı bir konu).

    Kısacası, tüm irrasyonelliğiyle insanları örgütleyen şeyin özü, irrasyonellik gibi gözükse de bir boyutuyla aslında gayet rasyonel olan ekonomi ve çıkar. İrrasyonel olan yan ise gayet verimli bir manipulasyon aracı.

    İşin kötüsü, kimse bunları nasıl değiştiririz, dönüştürürüz konusunu sorunsallaştırmıyor, zaten bunları bir sorun olarak da görmüyor. Aksine, kendi varlığının teminatı olarak destekliyor. Manipulasyona da büyük katkıda bulunuyor. Yani tam feodal düzene uygun şekilde, vasallık sistemiyle, küçük gruplar üzerindeki şeyhin iktidarı en tepeden hiyerarşik şekilde geliyor.

    Beni öncelikli olarak düşündüren, ekonomik bağımlılıkların nasıl kırılacağı… Dönüp dolaşıp bu konuda çözüm nasıl bulunacağı sonucuna varıyorum.. Belli ki bakış açıları değişmeyecek ve küresel eğilimler belli.

    Peki ya bu içten dönüşüm nasıl olacak? Olmalı? Nasıl bir akıl geliştirilmeli? Öz-girişimler nasıl arttırılmalı? İnsanlar bağımsız ekonomik ilişkilerini nasıl kurmalı? Her yeri ele geçirmiş ekonomik ağlara karşı karşı kendini koruyabileceği, güvende hissedebileceği düzenekleri nasıl kurmalı? Sorularıyla cebelleşip duruyorum.

    Bayramınızı kutlarım..
    Sevgi ve saygılarımla..

    Muzaffer Kara

  3. Muzaffer bey yorum ve katkılarınıza çok teşekkürler.
    Her satırınız konu üzerinde düşünmek ve katkı geliştirmek için ipuçları içeriyor.
    Bu vesileyle bayramınızı kutlarım.
    Selam ve sevgiler

    1. Saygıdeğer Tınaz Titiz,
      Yazınızı ilgi ve beğeni ile okuduktan sonra düşünmeye başladım; nasıl bir yorum yazabilirim diye! Bu süreçte, Özdemir İnce’nin kendi internet sitesinden aşağıya alıntıladığım yazısını okuyunca ve de aynı düşüncelere sahip olunca, en iyisi, bu yazıyı sizlerle buluşturayım dedim.
      Tüm çalışmalarınızda kolaylıklar dileğiyle, en derin saygılarımı sunuyorum.

      TÜRKİYE’NİN EN ÖNEMLİ SORUNU
      ÖZDEMİR İNCE (ozdemirince.com)

      BİRGÜN (13.08.06) gazetesi memleketin aydınlarına, üniversite hocalarına, sanatçılarına “Memleket’in Başındaki 5 Dert”i sormuş. Çoğunluğu en başta “Kürt Sorunu”nu sayıyor. Sonra gayet seçkinci döküm yapıyorlar. Prof.Dr.Türkel Minibaş dışında hiç biri “Şeriatla ilgili gelişmeleri”, Metin Üstündağ ve Tarık Akan dışında hiçbiri “Eğitim”i sorun olarak görmüyorlar. Aydın vatandaş, üniversite öğretim üyesi kişi şeriat gibi, eğitim gibi sıradan işlerle ilgilenmez. Şeriat fesadı zaten paranoyadır.

      Ben de kendilerine “Kürt Sorunu”nu paranoya haline getirdiklerini söyleyeceğim. Çünkü Türkiye’nin özgün ve özel bir Kürt sorunu yoktur. Bağlamdan PKK Fesadı ile Kürtçü Fesadı’nın çıkardığınız zaman geriye Türkiye’nin toplu sorunları içinde çözümlenecek bir bölgesellik kalır.

      Aynı soruları beşi öğrenci, biri eğitimci, biri satış elemanı olmak üzere yedi genç hanıma sormuşlar, hepsi şu ya da bu şekilde eğitimi en önemli sorun olarak gösteriyor.

      Eğitim Türkiye’nin en önemli sorunudur, çünkü dünyanın ve Türkiye’nin bütün sorunları eğitim dünyasında, eğitim kurum ve kuruluşlarında neden ve sonuç olarak yer almaktadır: Fırsat eşitsizliği, eğitim düzeyi, küreselleşme, kapitalizm, liberalizm, demokrasi, özelleştirme, emek-ücret dengesizliği, kültür emperyalizmi, Türkiye’nin geleceğinin planlanması…

      Türkiye’nin geleceği kavgası 1950’den bu yana eğitim alanında veriliyor. Aslında Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından bu yana diyeceğim ama bu türden aydınların çoğu Kemal Tahir’in Tahiri tarikatına mensup oldukları için Köy Enstitüleri’ni küçümserler, ilkel bulurlar.

      İsterseniz söyle biraz geriye çekilelim, eğitim alanının içerdiği sorun ve fesatları üstünkörü sayalım:

      1.Bütün kademelerde (ilk, orta, yüksek) öğretmen ve öğretim elemanlarının seçimi ve birer cumhuriyetçi olarak yetiştirilmesi. “Toplum Mühendisliği”nden sakın söz edilmesin. Danıştay saldırganının babası gibi eğitim müfettişleriyle bu iş yürümez. (Bu konuda yarın yazacağım.)

      2.Klasik liseler ve meslek okulları ayrımı sistemi, yani ilk ve orta öğretimin yeniden düzenlenmesi.

      3.Klasik liseler için olgunluk sınavı. Meslek okulları mezunlarının yüksek öğrenim akışının düzenlenmesi. Yani Avrupa Birliği standartlarına uyum.

      4.İmam-Hatiplerin, Öğrenim Birliği Yasası’nın buyurduğu gibi sadece din hizmetleri için eleman yetiştirmesi. Mesleklerin İslamcılar tarafından ele geçirilmesi ve İslamileştirilmeleri ancak böyle önlenir. İmam-Hatip mezunlarının dilediği fakülteye gidebilmesi hakkı Türkiye’nin başına örülmüş en büyük fesattır.

      5.Şeriat fesadı ancak eğitimin gerçekten laikleşmesi sayesinde çözümlenebilir. Ama bizimkilere göre her alanda olduğu gibi eğitimde de laik dikkat ve bilinç hali bir paranoyadır.

      Ancak, Kürtçü fesadını “Kürt Sorunu” sanan ve bunu Türkiye’nin en önemli sorunu olarak beş kez tekrarlayan bir bilim adamıyla bunları tartışmanın bir yararı olamaz: Anayasa ve Kopenhag Kriterleri bağlamında bu işin sorun olmaktan çıkacağını kabul ettiremeyiz. İlkin, örneğin “Anadilin özgürce öğrenilmesi” ile “Anadilde öğretim” arasındaki farkı anlamak, savunmak ve Kürtlere anlatmak gerekir. Ama onların böyle bir niyeti yok !…

      (Hürriyet, 18 Ağustos 2006)

      1. Yasemin hanım teşekkürler.
        Belirttiğiniz (Kürt sorunu, eğtim sorunu vd) herbirinin rahatsız edicilik açısından önemli olduğu tartışmasız; bununla birlikte, şöyle bir soru daha ufuk açıcı olabilir: Toplumumuzun gerek tümünü gerekse belirli kesimlerini rahatsız eden sorunlar içinde, hangileri doğurganlık açısından önde geliyor? yani bir hiyerarşi oluştursak ve en üste en çok sorun üretenleri yazsak, hangileri en tepede yer alır?
        Sorunlar kümesine böyle bakıldığında görülecek olan kök nedenler, bunların ürettiklerinden oldukça farklıdır.
        Gündelik yaşamların hay-huy’larına kapılmış insanları hariç tutarsak, sorunlara analitik bir gözle bakabilecek nitelikte olanların daha derinlikli bakmalarını istemek hakkımızdır.
        Eğitim hemen hemen nüfusumuzun çoğunluğunun önemli gördüğü bir sorundur. Fakat herkes tarafından o denli farklı içerikler yüklenmektedir ki, artık eğitim herşey ve hiçbir şey sayılabilecek kadar belirsizdir. En radikal dinciler ya da en koyu ulusalcılar veya sokaktaki sıradan insanlar tüm sorunların nedeni olarak eğitimi görmektedirler.
        Kısaca ifade etmem gerekirse, artık genel sözlerden çok daha spesifik anlamlar yüklemeye, ele aldığımız sorunların kök mü türev mi olduğuna çok dikkat etmeye ihtiyacımız var. Bu ise, birbirimizi daha dikkatle izlemeye, sanki bu sorunları bizzat çözmeye talipmişiz gibi düşünmeye ihtiyaç var. Çünkü çözümleri ihale edebileceğimiz kimseler artık yok. Sevgiler

  4. Merhaba. Ortadoğu’da ve ülkemizde olup bitenleri anlamak için emperyalizmin dahlini göz ardı etmemek gerek.
    “Stratejik çıkarlarımızı ilgilendiren bölgeler 80’li yıllarda artık Arap ülkelerinden öte, Akdeniz kıyılarını, Türkiye, İran, Pakistan, Basra Körfezi ve Afrika’yı özellikle kuzey ve orta Afrika’yı Kapsamaktadır.”
    (Ariel Sharon – Tel aviv – 1981)

    “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Nedir o görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin eş başkanlarından bir tanesiyiz ve bu görevi yapıyoruz…”
    (Recep Tayyip Erdoğan – 4 Mart 2006 Bayrampaşa ilçe kongresi )

    Bazı siyasetçilerimiz 22 Müslüman ülkenin (bu ülkelerden biri de Türkiye Cumhuriyeti’dir) rejim ve sınırlarını değiştirmeyi ön gören Büyük Orta doğu Projesinin eş başkanı olduklarını beyan etmişlerdir. Bu projenin merkezinin Diyarbakır olabileceğini söylemişlerdir. Bu durumda radikal dinci örgütler eş başkanlar gibi sadece birer araçtır. Işıd’e dinin temel ilkelerini öğretmeden önce eş başkanlara öğretmek gerekir kanısındayım. Işıd’le mücadele kadar eş başkanlarla mücadele etmek de önemlidir. saygılarımla..

    1. Vedat bey emperyalizm bağlamında düşüncelerimi https://tinaztitiz.com/7280/emperyalizmin-baslica-kok-nedeni-ezber-gelenegi/ adresindeki yazımda belirtmiştim. Artık kök-nedenlere inmeden ve oradan da “bireysel olarak” neler yapabileceğimizi konuşmadan yapılabilecek şeyler giderek azalıyor, hatta bitti diyebilirim.
      Eş başkanlarla mücadele konusuna yoğunlaştıkça (imkansızlığını gördükçe) diğer yapılabileceklerden kaynak çaldığımızın farkına varmak gerekiyor.

    1. 6236 ayet kast ediliyor. Eğer bunların çevresinde örgülendiği temel ilkeler belirlenmez, ayetler arasındaki kök-türev ilişkisi merak edilmez ise kolayca kaybolmak mümkün olabilir.

Yorum Gönder