Yüksek Öğrenim

Yüksek öğrenim sorunları konusunda kimi düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak üzere birkaç başlık halinde bunları dikkatinize sunuyorum.

Nasıl bir YÖK?

Birbirinden farklı statülerde, farklı ihtiyaçlara göre kurulmuş bulunan yüksek öğrenim (YÖ) kurumlarının, bir yandan varoluş nedenlerindeki bu farklılıklarını korurlarken bir yandan da aralarında bir eşgüdümün bulunmasını beklemek normal olandır.

Adı YÖK ya da her ne ise böyle bir eşgüdüm kurumu bu bakımdan mutlaka gerekir. İrdelenmesi gereken bu “kurum”un nasıl bir “kuruluş” olması gerektiğidir. Etli-kemilkli bir fiziki organizasyon olabileceği gibi tamamen sanal, yani tanımlanmış ilişkiler kümesi şeklinde de olabilir.

Genel kanı fiziki örgütlenmelerin daha etkili olacağı ve bu yüzden de ülkemizdeki hemen tüm organizasyonların bu şekilde olmasına karşın gerçek pek böyle değildir. Hattâ denilebilir ki, bir örgütlenme sanaldan fizikiye kaydıkça etkililiği de bununla ters orantılı olarak hızla azalır.

Bu gerçeği keşfetmiş olanlar ne yazık ki bilim dünyamız değil mafya dünyamızdır. Mafyatik örgütlenmelerin binası, genel müdürleri, insan kaynakları departmanı, resmi araçları ya da anlaşılmaz yazılı kuralları bulunmamasına karşın en ekonomik, en etkili biçimde çalışan örgütlerdir.

Etkili örgütlenmelerin hepsinin ortak ve değişmez birkaç özelliği “çok başlılığı” (yanlış okumadınız) ve “başlar arası etkileşim”dir.

Günümüzün “ağ örgütlenmesi”nin bu iki temel özelliğinden birincisi yani “çok başlılık” geleneksel yönetim kültürümüzün kategorik olarak reddettiği bir “olmaz”dır. Bu yüzden de çağımızın karmışık ihtiyaçlarını “tek başlı” organizasyonlarla karşılamaya çalışan resmi ve özel kurumlarımız ister istemez derin birer hiyerarşi yaratmışlardır.

Çok başlılık ilkesine göre örgütlenmede de bir “enbaş” vardır; fakat bu enbaş her kararı veren, her sorunun kendisine aktarıldığı her sorunu çözen, kağıtlar arasında ne yapacağını şaşırdığı için -ister istemez- korkutarak yönetme yoluna sapmış bir kişi değildir.

Modern çok başlı örgütlenmenin “enbaş”ı, diğer “baş”lar arasındaki olası etkileşim zafiyetlerini farkedip giderilmesine katalitik etki yapan bir kişiden ibarettir. Hattâ, örgüt içinde olup bitenden habersizdir dahi denilebilir.

Bu soyut yaklaşımdan somut üniversiteler arası eşgüdüm örgütlenmesine dönülecek olursa, tüm üniversitelere neyi nasıl yapacaklarını emreden hiyerarşinin tepesindeki bir YÖK kesinlikle sorunun çözümü değildir, sorunun ta kendisidir.

Bunun yerine, yukarıda tanımlanana benzer bir “enbaş YÖK”, üniversiteler arasındaki etkileşim ilişkilerinin tanımlanmasına katalitik etki sağlayan bir kurum olmalıdır.

Bu model üniversiteler arası etkileşimde olduğu kadar üniversitelerin iç örgütlenmeleri için de aynen geçerlidir.

Ancak, yönetim kültürümüzün bir özelliği de bir kişinin bir konudaki uzmanlığının -hattâ rütbesinin- ona tüm alanlarda uzmanlık kazandırdığı yolundadır. Bu nedenle, bu yeni örgütlenmenin (ağ içinde etkileşimlerin yönetimi) gerektirdiği yeni bilgilenmeleri edinme konusunda olumsuz tavırlar oluşabilir.

Üniversitelerimizin ve onların fakültelerinin “baş”ları bu tür bir oryantasyon konusunda açık olabildikleri ölçüde yeni YÖK’ün kısa sürede kendini reorganize etmesi mümkündür.

Geçmişte -çeşitli bağlamlarda- gündeme getirilen YÖK yasası değişikliklerinin niçin başarılı olamadığı bu açıdan değerlendirilmelidir.

Üniversite eğitimi amacına ulaşıyor mu?

YÖK -hiyerarşik bir yapıda olmasa da- bir üst kurumdur. YÖK örgütlenmesinin başarılı olabilmesi, bu örgütlenmenin yapı taşları sayılması gereken üniversitelerin, işlevlerini büyük ölçüde yerine getirebildiği takdirde mümkündür. Başarısız örgütlerden oluşan bir yapı hangi üst yapılanma ilkelerine göre reorganize olursa olsun başarılı bir sonuç alınması beklenemez.

Bu durumda, YÖK ile eşzamanlı olarak sorgulanması gereken bir konu da (YÖ)in yapı taşları olan kurumların işlevlerini ne ölçüde yerine getirdiğidir.

Herhangi bir kurumun başarısını, ortaya ölçülebilir -ki mutlaka sayısal ölçme de şart değildir- başarım ölçütleri (performans göstergeleri) koymaksızın değerlendirmeye kalkmak ancak sonu gelmez tartışmalara yol açacaktır. Bu nedenle irdelemeye bir dizi başarım ölçütü koyarak başlamak gerekir.

İlginç olan nokta YÖK’ün kuruluşundan önce ya da sonra kamuoyunun önüne bu tür ölçütler konul(a)mamış, herkes kendi koyduğu ölçütlere göre durumu irdelemiş ve reçeteler önermiştir.

Üniversite ya da yüksek okul, bir (YÖ) kurumundan beklenebilecek özelliklerin sayısı belki yüzlerle tanımlanabilir. Ama bu pratik değildir. Bunun yerine daha az sayıda belirleyici ölçüt konulabilmeli, bunların türevleri üzerinde tartışarak işin özü kaybedilmemelidir.

Böyle bir başarım ölçütleri sistemi tanımlanmamıştır. Bu nedenle, yukarıdaki soruya ancak birkaç tane “aday başarım ölçütü” ortaya atarak cevap vermek mümkündür. Bu adaylardan birisi şu olabilir: Toplum sorunlarının çözümlerine sağlanan katma değer.

Bu ölçütün hangi ölçülerle (metrics) değerlendirilebileceği ise ayrı bir konudur. Bazı ölçütler doğrudan sayısal ölçülerle bir diğer kısmı ise öznel ölçülerle değerlendirilebilir.

Bu ölçüt açısından şu değerlendirme yapılabilir: (YÖ) kurumlarımızın çoğu toplum sorunlarının çözümüne katkı sağlamak bir yana, finansman yükü ile, mezunlarının durumları ile, iç yönetimindeki sorunlarını çözemeyip toplumu meşgul etmeleriyle, toplumdan katkı bekler durumdadırlar.

Diğer yandan, yapacağı araştırmalarla yerel ve global insanlık ailesinin sorunlarına çözüm sağlamak, içinde bulunduğu toplumda bilimsel düşünce biçimini yaygınlaştırarak halkın sorun çözme kabiliyetini artırmak gibi başka ölçütler de söz konusudur. Ama bunların hiçbiri açısından olumlu bir değerlendirme yapabilmek maalesef mümkün görünmemektedir.

Üniversite “üni-verse= farklı doğruların bütünleştirilmesi” misyonuyla değil de yalın birer meslek edindirme kurumu olarak dahi değerlendirildiğinde, mezunlarının yalnız yerel piyasalarda değil başka ülkelerin piyasalarında da büyük ölçüde işsiz kalması nedeniyle hedefine erişmemişlik açıkça görülmektedir.

Daha dramatik olarak günümüz (YÖ) kurumlarımızın büyük bölümünün, niçin öğrenildiği öğrenenler ve öğretenlerce sorgulanmayan bilgi kalıplarının ezberlenip mezun olunduğu, sadece beklenti eşiğini yükseltmeye yarayan orta öğrenim düzeyinde kurumlar olduğu söylenebilir.

(YÖ) kurumları toplumla, sanayi ile niçin etkileşemiyor?

Genelde toplumun özelde sanayinin ihtiyaçları ile (YÖ) kurumlarındaki eğitimin arasında farklar mevcuttur. Şöyle ki:

o      Eğitim programlarının hazırlanmasındaki mevcut ilke, “ileride ortaya çıkabilecek durumlara-sorunlara ilişkin çözümlerin öğretilmesi” biçimindedir. Birkaç on yıl önce -belki- geçerli olabilecek bu yaklaşım artık pratikman mümkün değildir.

Herhangi bir disiplinde, ileride rastlanabilecek durumların sayısı artık neredeyse sonsuzdur. Disiplinlerarası etkileşimler, zaman kullanımının hızlanması, artan nüfuslar, kıtalan kaynaklar gibi nedenlerle günümüz sorunlarının ve bunların çözüm kalıplarının öğretilmesi mümkün değildir.

Bunun yerine bir (YÖ) kurumu, “durumları doğru değerlendirebilme becerisine sahip insanlar yetiştirmek” zorundadır. Toplumun da sanayiin de ihtiyaçları ancak bu tür beceriler kazanmış insanlarla karşılanabilir.

Bu açık gerçeğe rağmen halâ çoğu (YÖ) kurumu, “sanayiin ihtiyaçlarına uygun” programlar adı altında “hipotetik bir sanayiin hipotetik ihtiyaçlarına göre ortalama” öğrenciler yetiştirmeye çalışmaktadırlar; halbuki sanayi, (YÖ) kurumunun genel formasyon verdiği yani durumları doğru değerlendirebilme becerisi kazanmış olan mezunları alıp kendi özgün ihtiyaçlarına göre eğitmek zorundadır.

Toplum ödediği vergilerle herhangi bir sanayiin ihtiyaçlarına göre eğitim yapılmasını finanse etmek zorunda değildir. Bu, o saniyi kollarının işi ve sorumluluğu olmalıdır.

o      Söz konusu etkileşim yetmezliğinin bir diğer nedeni ise eğitim anlayışımızın bütünüyle kalıpların ezberlenmesine dayalı olmasıdır. Etileşim ise kalıpların kırılmasıyla mümkündür (Bkz. https://tinaztitiz.com/3299/etkilesebilme-kabiliyeti-uygarligin-anahtari/)

o      Sonuncu ama belki de en önemli etkileşim yetersizliği nedeni şu soru’nun sorulmamış olmasıdır: “(YÖ) kurumlarınının, içinde bulundukları toplumla etkileşimlerini sağlayan araçlar birkaç yüzyıldır bilinmesine karşın, acaba bunlar ülkemizde niçin yaşama geçirilememektedir?”

Halbuki üniversite sanayi işbirliği adı altında yıllardır, birkaç yüzyıldır bilinen araçların adları konuşulmakta, ama bunların nasıl olup da hayata geçirilemediği sorusu ise sorulmamaktadır.

Bu soru sorulmuş olsaydı muhtemelen şu cevap da kolayca bulunabilecekti: Söz konusu etkileşimi sağlamak durumunda olan insanlarımız, en etkili sorun çözme aracının doğru sorular tasarımlamak olduğunu öğrenmemişlerdir. Çünkü sorular bilmeyen insanlar içindir. Her şeyin cevabı öğretilen insanların soru sormaya ihtiyaçları yoktur.

Denilebilir ki yüksek öğrenim görmüş kesimlerin ortak özellikleri “sorularının olmayışları”dır. Onlar kendilerine ezbere belletilmiş cevapları başkalarına ezbere belletmeye çalışmaktadırlar. Aranılan cevaplar ise onların içinde değil soruların içindedir. Ekileşim eksiğinin temel nedeni sorusuzluktur.

Üniversitelerimizde buluş, icat, AR-Ge niçin yapılamıyor?

Üniversitelerimizde AR-GE ve onun yan ürünü olan buluşların yapılamayışının birkaç nedeni vardır:

(1)   Yukarıda açıklanan sorusuzluk (soru yoksa raştırma ihtiyacı olabilir mi?)

(2)   AR-GE’nin devletin işi olduğu yanlış inancı.

AR-GE’nin bir pastanın dilimleri gibi çeşitli dilimlerden oluştuğu, en büyük dilimin bizzat soru sahibinin olduğu, diğer kurumların da pasta içinde pay sahibi oldukları, bazı karmaşık araştırma konularında ise devlet kurumlarının da payı olması gerektiği anlaşılamamış -ya da anlamazlıktan gelinmiş- bu iş devlete ihale edilmiştir.

İşin tuhafı devlet de buna inanmış, özel kurumların gereksindikleri araştırmaların dahi kendilerinin görevi olduğunu benimsemişlerdir.

(3)   https://tinaztitiz.com/3352/bulusculuk-temelli-uretim/, https://tinaztitiz.com/3634/biz-nicin-icat-yapamiyoruz/

Üniversite önünde yığılma nasıl önlenir?

Üniversite önlerinde yığılmanın önlenebilmesi -her sorunda olduğu gibi- ona yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması ve/ya kaldırılamıyorsa etkilerinin azaltılmasıyla mümkün olur.

Bu olguya yol açan nedenlerin birisi işsizliktir. Üniversite mezunlarının daha kolay iş bulabileceği inancı başta olmak üzere işsizlikle bağlantılı bir dizi neden mevcuttur.

Bir diğer yığılma nedeni ise toplumumuzun yerleşik değer yargılarıdır. Bir iş sahibi olmasa dahi üniversite diplomasına sahip olmak -her ne kadar rasyonel olmasa da- ailelerimizin çoğu -dolayısıyla onlara bağımlı gençlerimiz- tarafından yeğlenmektedir.

Fiziki çaba gerektiren işler yapmayı, hizmet etmeyi bir aşağılanma olarak kabul eden değer yargılarımız, bir beceri sahibi olarak ayakları üzerinde durmayı değil, diploma sahibi olarak işsiz kalmayı tercih edebilmektedir.

Bunları sarıp sarmalayan bir diğer neden gençlerimizin, yaşam hakkındaki ufuklarının dar olması, bütün özgür görüntülerinin son derece dar bir alanla sınırlı olmasıdır. Ailelerin, kendi korkularını çocuklarına da yansıtmasıyla, yaşamdan korkan, yaşamın çeşitli yüzlerine dokunma imkanı bulamayan, çekingen, herkesi kendine yardıma mecbur addeden bir kişilik tipi ortaya çıkmış bulunuyor.

Eğitimin, riskleri kontrollu hale getirip deneyimletmek anlamına geldiğinin farkında olmayan milyonlarca anne-baba, ailedeki eğitimi bir “muhtaç insan yetiştirme süreci”ne dönüştürmüştür.

Bu nedenlerin giderilmesi görüldüğü gibi akşamdan sabaha olabilecek bir şey değildir. Ama başka güvenli yol da yoktur. Bunların dışında yapay yollar aranır, yığılmalar önlenmiş “gibi” yapılırsa, daha ileride çok daha büyük yığılmaların bu defa daha başa çıkılamaz alanlarda doğacağından kuşku duyulmamalıdır.

ÖSS’ye alternatif nasıl bir sınav?

Her (YÖ) kurumunun kendi ölçütlerine göre kendi sınavını yapması temel ilke olmalıdır. Arzu eden (YÖ) kurumları kendi aralarında anlaşarak ortak sınav yapıp yine kendi belirleyecekleri anahtarlara göre öğrenci bölüşümü yapabilirler.

Her öğrenci mevcut tüm üniversitelerde şansını denemek yerine hangi (YÖ) kurumunda eğitim görmek istiyor ise oranın sınavlarına hazırlanıp girmesi esas olmalıdır.

Böylece, kendi özgün sistemini korumak isteyen kurumlar, tek tip olmaktan korunabileceklerdir.

ÖSYM ise uzun yıllardır merkezi sınavlar konusunda bir nasıl-bil (know-how) geliştirmiştir. Bu nedenle isteyen (YÖ) kurumlarına bu konuda destek sağlayabilir.

25 Mart 2005

Yorum Gönder