ESKİ OYUN BİTTİ!

Yaklaşan -ya da öyle gösterilen- ABD-Irak savaşına Türkiye’nin -bir şekilde- dahil olup olmaması uzunca süredir gündemde ve öyle kalacağa da benziyor.

Ta başından beri konu iki uç noktadan birisini seçme sorununa indirgendi ve kamuoyu, birisi kalabalık ve etkisiz diğeri ise seyrek fakat etkili iki uç görüşü savunur hale geldi: savaşa hayır yanlıları ve (örtülü) savaş yandaşları.

Bu görüntü, tüm sorunlar karşısında hemen çift kale maç yapmaya hazır toplumumuza ve özelde de okur-yazar kesimimize gayet uygun bir duruştur. Türbandan yana ve karşı olanlar, laikler ve olmayanlar, Türkler ve Kürtler, çalışanlar ve çalıştıranlar, Aleviler ve Sünniler vd..

Toplum gerçekte böyle net siyah ve beyazlardan mı oluşmaktadır? Kuşkusuz ki uçların aralarındaki gri tonların toplamıuçlardaki siyah ve beyazlardan daha fazladır.

Ama bu tür konuları modellemek -adı konulmasa da yapılanın teknik adı budur- durumunda olan okur-yazar kesimimizin çoğunluğunun benimsediği düşünce biçimi ancak iki durumlu mantık olduğu için bu kalabalık ara tonlar hangi uca yakınsa o uca dahil edilir.

Toplumumuzun inanç profilini tanımlamaya çalışanların sık sık “%99.5’u müslüman” diye başlayan betimlemeleri de yine böyle bir “iki durumlu mantık” ürünüdür. Tam müslüman olanlarla müslümanlıkla sadece nüfus kağıdı bağı olanlar arasında kalan gri çoğunluk, istek sahibinin meşrebine göre genellikle tam müslüman sayılır. Ama bu büyük gri çoğunluk yeri gelince de bu defa tam aksi uca itilir ve geride kalanlar “inananlar” adlı özel gruba dahil edilirler. Yani duruma göre hangi uç gerekiyorsa oraya dahil etme. Buna da herhalde “dinamik lojik”(!) demek gerek.

Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu iyice tanımlayabilecek bir benzetme “iki ucu değil tamamı kirli değnek” olabilir. Rest çekip “bu benim savaşım değil” dese yarınki oluşumlardan zarar görebilecek; ben de varım dese hem komşusu ile bozuşacak hem de bir insanlık suçuna katılmış olacaktır.

Bu açmaz durum aslında ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını da içinde barındırıyor. Ne ekonomik, ne diplomatik ne askeri ve ne de bir başka açıdan direnebilme gücü -toplumsal bağışıklık sisteminin gücü denilebilir- bulunmayan Türkiye’nin, bu durumunun farkına varması için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Çünkü, bundan evvelki toplumsal belâlar tek tek geliyor kâh ekonomik kriz, kâh deprem, kâh etnik terör ya da Kıbrıs sorunu ile boğuşmak zorunda kalıyorduk.

“Bireysel belâlı durumlar” denilebilecek hallerin bir bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli dışavurumları olduğu ise çok az kişi istisna edilirse dile getirilmiyor ve eğer o anki sorun çözülürse düze çıkılacağı varsayılıyordu. Tek arzusu “sorunsuz yaşamak” olan geniş halk toplulukları için de bundan daha uygun bir beklenti olamazdı.

Bu defa durum değişiktir. Cumhuriyet tarihimizin en köklü krizi ile karşı karşıyayız. Bu duruma bir talihsizlik, bir felâket olarak bakmak mümkündür ama daha iyisi, bunu bir “iyi şans” olarak görmektir.

Sağlığını ihmal etmiş, yapılmaması gereken ne varsa hepsini yapmış bir insanın bir kalp kriziyle hastaneye kaldırılması ailesi açısından benzer bir felâket sayılabilir. Ama akılcı düşünce bunun bir şans olduğunu, bütün yanlış yaşam alışkanlıklarının muhasebesini yapmak için zorlayıcı bir neden ortaya çıktığını söylemektedir.

Türkiye, elindeki kartlarla kimseye rest çekebilecek durumda değildir. Bunu herkes -hattâ belki kendi de- bilmektedir. Çeşitli vesilelerle duyduğumuz kükreme sesleri, orman hayatını biraz bilenlere yabancı değildir ve tamamı korkudan çıkarılan seslerdir.

Ancak bu önemli -ve çok yararlı- gerçeği bildikten sonra neler yapılması gerektiği düşünülebilir.

Sorun ABD değil düşük olan “toplumsal bağışıklık gücümüz”dür. Nitekim bu yetersizlik sık sık farklı kılıklarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ, her yıl bir savaştaki kadar yurttaşımızı yitirdiğimiz trafik terörü de, yılda bir Kıbrıs kadar toprak kaybetmemize yol açan erozyon da, her yıl çeşitli okullarımızdan mezun ettiğimiz çocuk ve gençlerimizin özgüvenlerini yokedip kendilerini “potansiyel hırsız” olarak kabul etmeleri sorunu da bu bağışıklık gücü yetersizliğinin farklı görüntülerinden ibarettir.

O halde yapılması gereken, sorun çözme kabiliyeti yetersizliği olarak her fırsatta ortaya çıkan bu bağışıklık sistemi yetmezliğini gidermektir.

Bunun nasıl yapılacağının tartışılacağı ortam bir yazının kapsamı dışındadır. Ama önemli olan, bu tanıda birleşebilmektir. Sorun çözme kabiliyetinin bileşenlerinin neler olduğu ve onların nasıl olup da hiç tartışılmadığı kuşkusuz böyle bir tanı birliğinden sonra konuşulabilir.

Sorun çözme kabiliyetinin geliştirilmesi orta-uzun vadeli çözümleri içerebilir.

Karşı karşıya bulunduğumuz çoğu uluslararası nitelikli belâlarla başa çıkabilmek içinse daha kısa-orta vadeli çözümlere ihtiyacımız vardır.

Bu bağlamda ise bir kavramsal buluşçuluğa ihtiyaç var. Bugüne kadar ve de halen uluslararası ilişkilerimize esas oluşturagelmiş kavram “Doğrudan Güç Kullanımı” ya da “Doğrudan Koz” denilebilecek bir konsepttir. Bu, bir isteğimizi yaptırmak istediğimiz ya da bir isteği karşısında pazarlık edebilecek durumda bulunmak istediğimiz bir ülkeye karşı sahip olduğumuz doğrudan koz(lar) ve o ülkenin Türkiye’ye karşı sahip olduğu koz(lar) demektir.

Osmanlı İmparatorluğu, bu konsepte dayalı pazarlık gücü yetersiz olduğu için dayanamamış, parçalanarak yok olmuştur.

Ondan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadar, Osmanlı’yı parçalayan dış dinamiklerin kendi içindeki dengesi nedeniyle varlığını sürdürebilmiştir.

Şimdi artık o denge bozulmuş -ya da daha iyi deyimle değişmiş-, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden öğeler ortaya çıkmıştır.

Dünya enerji kaynaklarının %35’ine doğrudan komşu, yavaş yavaş ekonomik olmaya başlayan petrol rezervlerine ise doğrudan sahip -ki Türkiye’nin rezervleri kayaçlar içinde olup klasik madencilik metotları ile işlenebilecektir- bir ülkede bulunmamız, artık doğrudan tehdit altında olmamızın başlıca nedenidir. Ve, geleneksel uluslararası ilişkiler konsepti -Doğrudan Koz konsepti- ile bu tehditlere karşı koymamız mümkün değildir. Bunun da bilinip üzerinde tanı birliğine varılması, çözüm yolunda önemli bir adım sayılmalıdır.

Yeni kavram: Harekete Geçirilebilir Güç

Yeni kavram “Harekete Geçirilebilir Güç” olarak adlandırılabilir. Türkiye, sadece doğrudan ilişkide bulunduğu değil, ilişkide bulunduklarının ilişkide bulundukları, onların da ilişkili oldukları, ilh. ülkelerin birbirlerine karşı tüm kozlarını bilmek, ihtiyaçlarına göre bunlardan oluşan yeni etki güzergâhları oluşturabilmek zorundadır.

Geleneksel konseptin en büyük dayanağı, yıllardır her şeyi sadece iki boyuta (siyah ve beyazlar, evet ve hayırlar) indirgemiş mantık sistemimizdir. “Savaştan yana mıyız karşı mı” kıskacından kurtulabilmeli, “gevşek mantık” (bulanık mantık, fuzzy logic)  uyarınca hem bu durum hem de gelecek durumlar için neler yapmamız gerektiğinin hesabını yapabilmeliyiz. Kuzey Irak’a girip çıkamamak kötüdür, ama daha kötü olan bu ikili (evet-hayır) mantık kıskacıdır. İlk kurtulunması gereken, bu düşünsel cenderedir.

Bunun da nasıl yapılacağı bir yazının kapsamı dışındadır, ama önemli olan yine tanı birliğidir.

En kısa vadeli sorun ise olası savaş karşısındaki tutumun ne olması gerektiğidir.

Bugün ortaya çıkmış bulunan kamuoyu duyarlığı ve onu dikkate alma konusunda olabildiğince dikkatli davranmaya çalışan idare, eli son derece zayıf bir oyuncunun yapabileceklerini yapmaya çalışmaktadır.

Bilinmesi gereken, bugün ne yapılmak gerektiği değil, bugünleri kullanarak yarınlardaki benzer durumlarda elimizi nasıl güçlendireceğimizdir.

Bu el ile hiçbir oyun kazanılamaz. Eski oyun bitti.

26.02.2003

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Gönder