YANLIŞ KONULARDA “KONUŞAN TÜRKİYE”

Çok partili demokratik rejimi benimseyeli yaklaşık 50 yıl olmasına rağmen Türkiye, adı konulmamış da olsa yarı totaliter yönetim biçimleriyle epey zaman geçirmiştir. Bu tür dönemlerin değişmez karakteristiği ise, “idarenin buyrukları doğrultusunda düşünmek ve özellikle de yazıp konuşmak” olmuştur.

İşte bu yüzden olsa gerek, insanımız “konuşmak” konusunda -haklı olarak- duyarlıdır ve onu bir çeşit demokratiklik göstergesi olarak almıştır. Nitekim “Konuşan Türkiye” sloganı da bu şekilde ortaya çıkmış, 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılıp siyaset yasaklarının kaldırılmasını sembolize etmek için kullanılmıştır.

Bu gün artık o günler geride kalmış, herkes her konuda düşündüklerini konuşmakta ve yazmaktadır. (Hatta belki “düşündüklerini” demek yerine “aklına gelenleri” demek daha doğru olur!)

Bir torbaya rastgele şekilli taş veya demir parçalarınıkoyup çok uzun süre (mesela 100 yıl) çalkalarsanız ne olur? Doğru cevap, tüm parçaların düzgün birer “küre” olacağıdır. Nitekim sabırla koruğun helva olması, ya da bir daktilo tuşları üzerine gelişi güzel vuruşlar yapan bir kişinin yine uzun bir süre içinde (mesela 10000 yıl) tamamen tesadüfi olarak bir makale yazabilme olasılığının bulunması da benzer bir proses sonucunda mümkün olabilmektedir.

Dolayısıyla, rastgele konularda konuşa konuşa, uzun bir süre içinde (mesela 1milyon yıl), Türkiye’nin gerçekte üzerinde durması gereken konulara gelinmesi olasılığı yok değildir. Sorun, bu sürecin alacağı süre değildir. Büyüklerimizin hergün TV ekranlarında üç öğün söyledikleri “Türk milleti ebediyete kadar var olacaktır” güvencesi dolayısıyla, süre bir sorun olmayacaktır.

Sorun bambaşka bir nedenden kaynaklanacak , doğru konulara tesadüfi bir prosesle gelen toplum o konularda duramayacak, geçip yine başka konulara atlayacaktır. İkinci defa aynı doğru konulara gelme olasılığı ise birinci olasılığın karesi kadar küçüktür.

Evet, “Konuşan Türkiye” konuşuyor, ama yanlış konular üzerinde konuşuyor ve bu gidişle doğru konulara gelip orada durması ihtimali neredeyse yok!

Binlerce insan yüzlerce sorunu konuşuyor, reçeteler öneriyor. Sorunlar ertesi gün yeni “sorun bileşimleri” yaratıyor, bu defa onlar konuşuluyor.

Konuşulan bu konular çevresinde insanlar örgütleniyor, toplu çalışmalar yapıyorlar, raporlar yazıyorlar, gazeteler, TV’ler bunlar üzerinde duruyor, konuşuluyor ve de konuşuluyor.

Ama yanlış konular konuşuluyor. Sorunlar değil onların birinci, ikinci, üçüncü, n’inci dereceden türevleri üzerinde konuşuluyor.

Şu denilebilir ki, içinde bulunulan ekonomik kriz üzerinde her söylenecek söz beyhudedir, zaman kaybıdır. Sadece tatmin olmaya, kızgınlık gidermeye yarar, ama kaynak nedenler üzerinde durmayı engellediği için de sadece yarasız değil, aynı zamanda zararlıdır da..

Türkiye’nin konuşması gereken konu “bir üretim toplumu haline nasıl geleceği”dir.

Toplumumuzun bu konuyu konuşmayışının iki ayrı nedeni vardır: Birincisi, bir çok konuda üretim yaptığını zannetmesi, diğeri de üretimsizliğin tüm diğer sorunları yaratan bir ana illet durumunda olduğu gerçeğini kavramayışı!

Türkiye’ye dışardan bakan bir göz, bu ülkede buğday, otomobil, kömür, buzdolabı, telefon santralı, bankacılık hizmetleri, eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik hizmeti ve daha yüzlerce mal ve hizmet ürünü üretildiğini, hatta bunların bir bölümünün ihraç edildiğini zannedebilir.

“Üretim” denilen olguya tek başına bakıldığında bu doğrudur da. Ama “üretim”e “tüketim”le beraber bakıldığında -ki birlikte bakılmazsa yanıltıcıdır- tükettiklerinin, tüketmek istediklerinin ve de çağın gereği olarak tüketilmesi gerekenlerin değer olarak ne kadar azını üretebildiği, bunların ne denli kalitesiz ve yüksek maliyetlerle üretilmeye çalışıldığı hayretle görülecektir. Buradaki yanılgı, “üretmeye çalışmak” ile “üretmek” arasındaki büyük farka dikkat edilmeyişinden doğmaktadır.

Örneğin Türkiye, sağlık hizmeti üretmeye “çalışmakta”dır. Bunun için harcanan maddi kaynak, yalnızca Sağlık Bakanlığı bütçesi ve SSK sağlık birimlerinin bütçelerinden ibaret değildir. Vatandaşlar da ayrıca masraf etmektedirler. Bu toplam gider karşılığında alınan sağlık hizmeti son derece düşük kalitelidir. Fayda / maliyet oranı açısından son derece düşük -sıfıra yakın- bir oran gerçekleşmektedir. Buna bakılarak, “sağlık hizmetleri sektöründe sağlık hizmeti üretilmektedir” denilebilir mi?

İşsizlere yeni beceriler kazandırıp onları girişimciliğe özendirmek yerine, açılmış beceri kurslarını kapatan, çeşitli karar ve tutumlarıyla girişimcileri dolaylı da olsa cezalandıran ve sonunda da işsizlerini KİT’lere doldurarak sorun çözen (!) bir toplum, ürettiği taşkömürünün, demir-çeliğin ya da diğer ürünlerin kalitesini düşürüp maliyetini rekabet edemez düzeylere çıkarınca, bu alanlarda “üretim yapıyorum” diyebilir mi?

Yabancı otolara gümrük vergisi koymak yoluyla kendi otomobillerini iç pazara vermek isteyen -ve buna rağmen satamayan- bir otomotiv endüstrisi, gerçek anlamda bir üretim yapmakta mıdır?

Bu birkaç örnek dahi, Türkiye’nin üretmek değil üretmeye çalışmak ile meşgul olduğunu göstermeye yeter.

Dil engeli bulunmasa -ki gelecek 10 yıl içinde kalkacaktır- ve yabancı sağlık personelinin Türkiye’de çalışmasına izin verilse, yerli personelin -çoğunun- ne olacağını tahmin etmek güç değildir. Aynı durum, hosteslerimiz, pilotlarımız, öğretmenlerimiz, mühendislerimiz, milletvekili, bakan ve başbakanlarımız, belediye başkanlarımız ve diğer meslek sahipleri, daha doğrusu bunların çoğu için yok mudur?

Bir an için bütün engellerin ve de desteklerin (sübvansiyon, teşvik, koruma, hoşgörme, aldırmama vbg) kaldırıldığı varsayılsa, yaptığı mal ya da hizmet üretimine devam edebilecek sektörlerimiz hangileridir? Şunu görebilmeliyiz ki, gümrük idaresi toplumumuzun velinimetidir. Onlar olmasa çoğumuz aç kalırız!

Pekiyi, dünlere kadar bu iş yürüdü de şimdi niçin yürümüyor? Bunun nedeni, ne olduğu herkeste ayrı çağrışım yapan “küreselleşme” deyimidir. Ulus milletler bağıra çağıra egemen olduklarını söyleyedursunlar, bir Dünya devleti doğmakta ve kanunlarını yavaş yavaş ona direnilemez biçimde tüm toplumların hayatlarına egemen kılmaktadır.

Kendi ülkemizde kendi havamıza saldığımız otomuzun egzostundan çıkacak duman miktarını, doğan her yüz çocuktan en az kaçının yaşaması gerektiğini, suçlulara nasıl davranılacağını, bilgisayarınızın hangi iletişim protokolunu kullanacağını, ilköğretimin kaç yıl olacağını, fabrikanızın otoparkının kaç araçlık olacağını (ISO 9000 kanalıyla belirleniyor), şirketinize gelen evrakların nasıl kaydedileceğini , artık “küresel mevzuat” belirlemektedir. Bütün bunların üzerine bir de şu küresel hüküm gelmektedir: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı!

İşte dünlere kadar yüksek gümrük duvarları ve hizmet ithali yasakları altında ürettiğimizi varsaydığımız mal ve hizmetlere razı olurken şimdi bu duvarlar süratle yıkılmaktadır.

Ancak, daha duvarlar tam yıkılmadan önce, onları havadan aşan bir başka ürün, toplumumuzun üretim ve tüketim dengesini altüst etmiştir. Bu ürün, “enformasyon” dur.

Dünyanın neresinde ne olduğu, çeşitli toplumların hangi kalite ve fiyatlarda neleri tükettiğini sansürsüz görebilen toplumumuzun beklentileri ve buna bağlı olarak tüketimi aniden artmış, ama gerçek anlamda üretim yapılmadığı için ani bir fakirlikle karşılaşılmıştır. Krizin nedeni budur. Mevcut idarenin taksiratı krize neden olmak değil, krize yanlış teşhis koymak, onu anlamamak, buluşçuluk düşmanlığının, sonunda bu toplumu yok edeceğini görememektir.

“Konuşan Türkiye”, en tepedekinden sokaktaki insanına kadar konuşmakta ama yanlış konular üzerinde konuşmaktadır.

Dünyanın bugün geldiği noktada, ekonomistlerin -J.A. Schumpeter hariç- yıllardır önümüze koydukları doğruların yanlış olduğu anlaşılmıştır.

“Büyüme enflasyon yaratır”, “enflasyon artarsa işsizlik artar” gibi kalıpların yanlış olduğu, “buluşçuluğun (invention ve innovation) tüm fonksiyonların anası olduğu”, “büyümenin enflasyon değil, disinflation yarattığı” anlaşılmıştır.

İşte felaket burada başlamaktadır: Aydın dediği kadroları buluşçuluğa düşman olan toplumumuzda bu “ana” -ki bu ana başka Ana’dır-, yaşamımıza nasıl egemen kılınacaktır? Konuşulması gereken konu budur! Perşembe, 02 Haziran 1994

Yorum Gönder