KURALIN İYİSİ YAZILI OLMAYANDIR!

En güç işlerden birisi herhalde doğru kural koymak olmalıdır. Bunun güçlüğü, kural koymanın teknik karmaşıklığından değil, aksine çok kolaylıkla konulabilen kuralların “doğru” olduğunun sanılıp, hiç kuşkulanılmamasından gelir. Bir bakıma, “kuralın kolay konulabilmesi, kural koymanın en büyük güçlüğüdür” denilebilir.

Toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin, yarışmak istediğimiz toplumlara göre düşük olduğunu gösteren çok gösterge vardır. Gelişmiş toplum, sorunları olmayan değil onları çözebilen toplumdur. Hatta, toplumlar geliştikçe, sorun yaratabilecek ilişkilerin sayısı artabileceğine göre gelişmiş toplumların daha çok sorununun olabileceği de söylenebilir.

Sorunlarını çözümleme ve sonra da çözmede zafiyeti olan toplumlar, sorun çözme dağarcığındaki aletlerinin çeşidi az olan toplumlardır. Onlar, cami avlusu dişçileri gibi yalnızca kerpetenle iş yaparlar. Bu tür dişçiler için tüm diş hastalıkları iki gruptan birisine dahil olmak zorundadır: çekilmesine gerek olmayan ve çekilmesi gereken dişler!

Sorun çözme kabiliyeti düşük olan toplumlar da aynen böyle, az sayıda -hatta tek- aletle sorun çözmeye çalışırlar. O da, sorunları birilerine havale edip çözülmesini beklemek, çözülmediği zaman da şikayet etmekten ibarettir.

Ulus olarak genel karakterimiz denilebilecek kadar belirgin bir özelliğimiz, sorunları çözümleme (analiz) evresine hemen hiç zaman ayırmamak, bunun yerine tüm enerjimizi onları çözmeye çalışmaktır. Bu o denli yaygındır ki, köy kahvesinden entel barına kadar her yerde insanımız sorunları “çözme”ye -dikkat çözümlemeye değil- çalışmaktadır. Sokakta rastlaşan iki kişi kısa bir hoşbeşten sonra mutlaka ülkenin bir sorununu “çözme”ye girişmektedirler.

Sorunları bu denli çok kişinin ve de sürekli olarak çözmeye çabaladığı bir ülkede ister istemez çözümler de bulunmak zorundadır. Bu çözümleri kim bulursa bulsun ortak özellikleri çabuk bulunur olması ve bulana bir yükümlülük yüklememesidir.

Bu koşullara en çok uyan çözüm grubu ise “kanun çıkarmak”, daha da genel bir ifadeyle “kural koymak”tır. Kural koyma, yalnız TBMM’nin çıkardığı değil, belediye meclislerinin kararlarını, bürokrasinin koyduğu kuralları ve babayiğit yetkililerin “şöyle olacak” biçiminde kükrediği tüm yazılı ve yazısız kuralları kapsadığı için en genel durumdur.

Bu kurallara kimlerin uyduğu konusunda yapılacak çok kaba bir gözlem, düzene saygılı çok küçük bir azınlıktan başkasının bunları dikkate almadığını, dikkate alanların ise dolaylı olarak cezalandırıldıklarını gösterecektir.

Kurallara uymayanlar, aldıkları bu riskin ödülüne erişirken, kurallara uyanlar bundan mahrum kalmakta, hatta kurallara yeteri kadar uymadıkları için bir de cezaya çarptırılmaktadırlar.

Bu çarpıklığın altında, sorunları kural koyarak çözmeye çalışma yanlışı yatmaktadır.

Bir toplumun yönetiminde kuşkusuz ki kurallar en büyük öneme sahiptirler. Ancak bu kuralların, yönetimlerin koyduğu ve kimin uyup kimin uymadığı belli olmayan, denetlenemeyen, yaptırımı olmayan ya da daha kötüsü yaptırımları keyfi uygulanan yazılı kurallar değil, toplum bireylerinin bilinçlerine yerleşmiş kurallar yani gelenekler olmak zorundadır. Daha doğru bir ifadeyle, temel kuralların böyle olması, ancak ayrıntı düzeyinde olanların -o da gerekirse- yazılı olması gerekir.

İnsanlar, kurallar yazılı olarak mevcut bulunduğu için değil, o kurallar kafalarının içinde bulunduğu için uymalıdırlar.

Dolayısıyla, halkın peşinde koşması gereken boyuna kanun çıkmasını beklemek değil, o kanunların içeriklerinin, kamuoyu bilincine yerleştirilmesi yönünde yönetimleri zorlayıp yönlendirmektir.

Pazar 30 Temmuz 1995

Yorum Gönder