AÇLIK GREVLERİ, ORMAN YANGINLARIYLA İLİŞKİLİ MİDİR?

Bu soruyla, ilk bakışta sanılabileceği gibi, her ikisinin de terör amacı içerdiği gibi bir iddia ima edilmiyor. Hatta, açlık grevlerinin nedeni, bütünüyle, cezaevlerinin kötü koşullarını protesto; orman yangınlarının nedeni ise bütünüyle, köfte pişirmek isteyen vatandaşlarımızın dalgınlıkları dahi olabilir

Ama yine de, açlık grevleri orman yangınlarıyla ilişkilidir. Hatta, bundan önceki orman yangınları, bundan sonra meydana gelecek açlık grevleriyle de ilgilidir.

Yalnız bu ikisi değil, trafik terörü, korsan sokak gösterileri, otobüs yakma eylemleri, orman yangınları ve açlık grevleri birbirleriyle ilişkilidir.

Hayır, ilişkili de değildir. Bunlar bütünüyle aynı bir şeyin değişik “görüntüleri”dirler. Bu aynı bir şey, sorunları anlamak ve sonra da çözmekle görevli insanlarımızın Sorun Çözme Becerileri’nin olağanüstü düşüklüğüdür.

Ancak bu beceri yetmezliği yalnız bu görevlilerin değil, aydın dediğimiz insanlarımızın önemli bir bölümünün de ortak özellikleridir.

Şunu görebilmemiz gerekiyor: Trafik işletmeciliği, cezaevi işletmeciliği ya da yurttaşların can ve mal güvenliklerinin sağlanması, kamu yönetimi dediğimiz bir genel işletmeciliğin alt-dallarıdır. Ve bizim insanımız bu işletmeciliği becerememekte, daha da kötüsü beceremediğinin farkına varamamaktadır.

Bir cezaevi sistemi düşünülebilirmi ki, oraya cezaevi yönetimi değil hükümlüler hakimdir ve hükümlülerle yönetim oturup, hangi cezaevine kaç mahkumun yerleştirileceği konusunda protokol imzalamakta ve bu bir başarı sayılmaktadır.

İnsanların ya da daha genel olarak bir varlığın ölmesi, ölmesine göz yumulması, kayıtsız kalınması, engel olmak için gereken çabanın azıcık dahi eksik gösterilmesi, tartışılmayacak bir insanlık ayıbıdır. Ve bu yalnız hükümlüler için değil herkes için böyledir.

Ama konunun duygu yüklü bu boyutunu, akıl boyutunu örtecek şekilde kullanmak, ancak cehaletten ve/ya kasitten kaynaklanabilir.

Açlık grevlerinin ilk gününden beri, insanlar derhal, iki kamptan birisini seçmeye zorlanmışlardır: Açlık grevlerindekilerin zaten suçlu olduklarını ve ölmelerinde bir sakınca olmadığını -hatta yarar olduğunu- savunanlarla, grevcilerin, haklı istekleri savunduklarını, bunları görmezden gelmenin faşist devlet terörü olduğuna inananlar..

Aile, okul ve sosyal çevrenin koşullamalarıyla, bebeklikten itibaren başlayan bir alışkanlıkla donatılmışızdır: Herhangi bir durum karşısında derhal bir “yargı”yı sahiplenmek

Yargı, bir giysi gereksinimi gibi olmuş, bir konuda bir yargı sahibi olmamak çıplak dolaşmakla özdeşmiştir.

Yaratıcı düşünce üretim süreçlerinin (beyin fırtınası gibi) temel ilkelerinden birisi, “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) dir. Bir “durum” karşısında, aklımıza gelen ya da önümüze sürülen yargı seçeneklerinden -ki genellikle iki tanedir- birisini sahiplenmeden, bir süre, yargısız kalabilmek ve bu süre içinde yargıyla deforme olmamış düşünce üretebilmek, bu ilkenin özüdür.

Bu durum özellikle karmaşık görünümlü sorunların anlaşılmasında çok yararlıdır. Hatta denilebilir ki, bu yöntem kullanılmaksızın hiç bir karmaşık sorun anlaşılamaz ve dolayısıyla da doğru çözümlere varılamaz.

Bir yargıyı sahiplenmeden önce bir “nötr” zaman süresi bırakmak ve o aralıkta ne olduğunu anlamaya çalışmak için, ne olduğunu anlamaya yardımcı olabilecek bir sorun tanılama usulüne de gerek vardır.

Bu usulün ilk adımı, “katı gerçekler” dediğimiz, öznel yargılamalara kapalı bir bilgilenmedir.

Trafikte her yıl kaç kişinin hangi nedenlerle öldüğü, kaç trafik polisimizin mevcut olduğu, kaç tanesinin görev tanımını, kaçının trafik kurallarını bildiği, sürücülerin ortalama eğitim ve zeka düzeyleri, trafik terörü sorununa çözüm önermeden, bu soruna ilişkin yargılardan birisini sahiplenmeden önce bilinmesi gereken “katı gerçekler”dir.

Benzer şekilde, açlık grevi yapanların (temsilcilerinin değil) hangi istekleri öne sürdükleri, bu eylemleri bağımsız iradeleri ile mi yoksa herhangi bir baskı altında mı yaptıkları, bu isteklerdeki gerçeklik payları, eylemcilere erişme, hastaneye kaldırma gibi konularda bir engelleme olup olmadığı, varsa bunu kimlerin nasıl yapabildikleri, cezaevi yönetimlerinin bunlara karşı ne yapıp yapamadıkları gibi katı gerçekler de herhangi bir yargıdan önce gelmelidir. (devamı Sh 2’de)

“Ne olduğu” konusunu böylece nesnelleştirdikten sonra “niçin olduğu” konusuna sıra gelir.

Trafik polislerinin bir bölümünün niçin rüşvet alıp diğerlerinin almadığı, iyi işleyen bir trafik şikayet sisteminin kurulmasının niçin istenmediği, cezaevlerinde niçin disiplinli ve de insani bir sistem kurulamayıp, yönetimin, kontrolun bir bölümünü -hatta tamamını- hükümlülerle paylaşmaya rıza gösterdiği, kovuş sisteminin niçin terkedilemediği, terör hükümlüsü olanlara tüm medyanın niçin ağız birliği içinde siyasi tutuklu dediği, bunun ahmaklıktan mı yoksa başka nedenlerden mi kaynaklandığı, korsan sokak gösterilerinde acımasız (gibi) davranan polisin bunu, eğitimsizliğinin verdiği korkudan mı, yoksa bir bölümünün bozuk ruh sağlığı nedeniyle mi yaptığı, bir eylemciyi etkisiz kılabilmek için niçin 10 polisin yaka-paça yaptığı gibi sorular, işte bu “geciktirilmiş yargı” sırasında sorulmalıdır.

Ve işte o zaman görülecektir ki, birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen olaylar, bir “yanlışlar”, “beceriksizlikler”, “yetersizlikler” dizisidir ve de sahiplenmemiz için dayatılan yargılardan ikisi de doğru değildir.

Yani ne açlık grevindekilerin zaten suçlu olmaları nedeniyle ölümlerine kayıtsız kalınması doğrudur, ne de grevciler, isteklerinin kökeninde ve bütününde haklıdırlar.

“Orada insanlar ölüyor, analiz yapmanın zamanı mı?” ya da “bırak teröristleri gebersinler” tepkileri, sıradan vatandaşların belki de anlayışla karşılanması gereken tepkileri sayılabilir.

Ama, sorunları iyi anlamak ve tüm eylemlerini bu sağlam anlayışlarına oturtmak zorunda olan görevli ve aydınların, çabuk yargı sahiplenmek gibi bir lüksleri olamaz. Oluyorsa, bu davranış sığlığını herkese açıklayabilmek zorundadırlar.

Salı, 30 Temmuz 1996

Yorum Gönder