TÜRKİYE BUNLARI MI KONUŞMALI?

Elindeki en değerli kaynağı -zamanı- inanılmaz bir verimsizlikle kullanmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş bulunan Türkiye’de, konuşulan konulara ve özellikle de konuşulma biçimine, bilgi toplumuyla ilgilenen herkes dikkat etmelidir. Bu satırların yazarınca 5 yıl kadar evvel yazılmış bir yazı, bugün için sanki daha bir önemli gibi görünüyor:

«Gazete ve TV’lerin tüm içeriklerini sınıflandırır, içinden ilan, reklam, hava raporu, adresi belli küfürleşme gibi standart kalemleri çıkarırsanız, geri kalacak olanların büyük bölümünün hükümet kuruluşu, çatırdaması, yıkılışı, bu konularda çeşitli kimselerin söyledikleri ile Gümrük Birliği’ne giriş tarihimiz -dikkat içeriği değil- gibi dar bir alana yoğuştuğu görülecektir.

Acaba gerçekten de Türkiye’nin konuşması gerekenler bunlar mıdır? Örneğin, Gümrük Birliği’ne girildiğinde hizmetler sektörümüzdeki durum ne olacaktır? Onbinlerce sayıdaki küçük girişimci, buluşçuluğu yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş Avrupalı girişimci karşısında nasıl dayanacaktır?

Eğitimi, «bilgili insan yetiştirmek» olarak anlayan ve bunun vahim bir yanlış olduğunu anlama ihtimali pek bulunmayan kadrolara -alternatifleriyle birlikte-, eğitimin bu olmadığı, bilginin kütüphane raflarında ya da disket ya da CD-ROM’larda kolayca depolanabileceği, hatta bu bilgilerden sonuç çıkarma becerisinin dahi giderek makineler tarafından yapılmakta olduğu nasıl anlatılabilecektir?

Eğitimin, insanlardaki yaratıcılığı köreltmemesi gerektiği, çağın acımasız rekabet düzeni içinde insanların buluşçuluğunun dolayısıyla da yaratıcılıklarının yarışacağı bu insanlara nasıl ve de kimler tarafından anlatılacaktır?

Eğitimin, «ben şu kadar yıllık eğiticiyim» ya da «bu işler bizim uzmanlık alanımıza girer» diye böbürlenenlerin ezberlemiş oldukları alanların dışına çıkalı en az 30 yıl olduğunun, kimseyi kırıp incitmeden nasıl anlatılacağı her şeyden daha önemli değil midir?

Türkiye’nin gündemi değişmelidir. Bunu başkaları değil kendimiz yapacağız. Mevcut iletişim kanallarımız bu gündemi değiştirecek gibi görünmüyor. O halde, yeni iletişim kanalları oluşturmak zorundayız. Ne olup bittiğini anlayan, Türkiye’nin ne olmaz işlerle uğraştığını farketmiş insanların, aralarında küçük ama bir diğeriyle birleşme kabiliyetine sahip ağlar kurarak bir büyük «sinerjik ağ» yaratmasından başka çare yok gibi görünüyor.

«İnsanlar ve toplumlar layık oldukları biçimde yönetilirler» sözü doğrudur. Ama bu şekilde yönetilmeye müstahak olmayan ya da müstahak olmadığını düşünen kimselere düşen birbiriyle eylem birliği içinde olmak da o denli doğrudur. Eğer bunu beceremezsek, mevcut resimden yakınmaya kimsenin hakkı kalmayacaktır.

Türkiye, «yakınan ama yalnızca yakınan insanlar toplumu»dur. İnsanımız yakınma konusunda birer profesör olmuş, kendi dışında her kim varsa, sorunlarını çözmek konusunda görevli olduğunu düşünmektedir. Bu tür insanlar gerçeği göremedikleri takdirde yakına yakına yok olacaklardır.

Türkiye’nin gündemini bu abuk konuların dışına çıkarabilmek zorundayız. Bunun için birinci derecede görevli olanlar ise sesleri çok çıkanlar değil, bu gerçeğin farkına varmış ama kenarda oturmayı tercih eden, «nasıl olsa pişerse bana da düşer» düşüncesindeki insanlarımızdır.

Bu karabasanı aşabilmeliyiz. Olaylara bakmada, onları anlamada, mevcut kısır kalıpları yıkmayı başkalarından beklemeyi bırakmalı, bunu kendimiz yapmayı becerebilmeliyiz.

01 Ekim 1995.

Yorum Gönder