EĞİTİMDE ROLLER YENİDEN TANIMLANMALI!

Robert G. Brown kendi adıyla bilinen ilkesinde şöyle diyor: “Tek gaz molekülünün hareketleri rastgele, kararsız ve herhangi bir kanuna uymayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kütlesinin hareketleri böyle değildir. Kararlı ve belirli kanunlara uygun biçimde davranır”..

Gerek Türkiye gerekse Dünya’da eğitim konusundaki şikayetlere yalnızca eğitim alanının optiğinden değil, artan işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, çevrenin yıkımı, değerlerin yıkımı gibi olguların tamamını birden görebilen bir uzaklıktan bakıldığında görünen şudur: Bugün “eğitim” olarak adlandırdığımız süreç, insanlık tarihi kadar eski bir metodun modern imkanlarla uygulanışından başka bir şey değildir.

Ders araç gereçleri, bilgisayarlar, laboratuvarlar gibi modern imkanlar kullanılsa da hiç değişmemiş bulunan kadim metot şudur:

  • Kaydedilmek üzere emrimizde bulunan çocuk belleğine, koşullandırma yoluyla ve bir daha unutulmayacak biçimde belirli doğruların yerleştirilmesi,

  • Kendi başına herhangi bir şeyi öğrenmesi mümkün olmayan ve de sakıncalı olabilecek çocuğa, toplumun doğru olarak onayladıklarının “öğretmen” adı verilen aracılar kanalıyla öğretilmesi,

  • Kuşkulanılması zararsız olanlar dışında, çocuğun, öğretilen doğrulardan kuşku duymamasının (ezber) sağlanması.

Kolayca görülebileceği gibi bu şablon istisnasız her doğruyu öğretmeye uyarlanabilir. Herşeyin sürekli değişim içinde bulunduğu, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu düşünülürse, bu şablonun onbin yıldır nasıl değişmeden kaldığı kolay kabul edilemez.

Bunun açıklaması, insanın büyük dramında saklıdır: insanoğlu kendini bildi bileli bu dramını hemcinslerinden saklamış, can düşmanları dahi birbirlerine bunu söylemekten kaçınmışlardır. İnsan, diğer canlılarda rastlanmayacak biçimde koşullanmaya açıktır. O çok övündüğü “akıl” aslında en büyük zafiyetidir.

“Düşünüyorum o halde varım” sözü, eğer bir gün o cesareti kendimizde bulursak şöyle söylenecektir: “Düşünüyorum, çünkü bilmiyorum!”. Emir Kustarica Arizona Rüyası adlı film şarkısında bunu anladığını dizelerinde dile getirmektedir. “….balık düşünmez, çünkü o her şeyi bilir”..

“Doğrularını, kuşkusuz (ezber) biçimde belleterek koşullandırma” şablonunun binlerce yıldır değişmeyişinin nedeni, bu şablonun kendisinin doğru olduğu yönündeki şiddetli koşullandırmadır.

Bilgiye erişme, onu hızlı ve ihtiyaca yönelik işleme, kişinin ilgi alanlarını ve öğrenme stilini dikkate alma gibi konular eğitimin teknik yönlerindeki yakınmalar iken; eğitim fırsatının adil dağılmayışı, eğitim görmüşlerin işsizliği, eğitim sınıfının gelir düşüklüğü gibi konular da işin diğer yakınma boyutunu oluşturuyor.

Ama bu iki boyutu birden harekete geçiren, yukardaki şablona dayalı koşullandırmadan duyulan gizli rahatsızlıktır. “Gizli”dir, çünkü şablonun doğru olduğu yolundaki koşullandırma o denli güçlüdür ki, bizzat o kabullerin doğru olmayabileceğine, doğrunun tek olmadığına pek ihtimal verilmemektedir. İşte bu tablo içinde artık öğrenenin, öğretenin, ailenin, toplumun ve nihayet devletin rolleri tamamen yeni baştan tanımlanmak zorundadır.

“Başkası hele bir yapsın iyi sonuç verirse ben de tekrarlarım” geleneğimiz, bu noktadaki potansiyel şanssızlığımızdır. Başkalarından öne geçmek ya da en azından aradaki farkı kapatabilmek için, bazı şeyleri ilk defa deneyen olmaya razı olmalıyız. Peki bunun başarılı olacağının güvencesi var mıdır?

Hayır. Güvencesi olanın riski yoktur. Başarı ise risk alarak mümkündür.

Öğrenen, öğreten, aile, toplum ve devlet, bu yeni çağda, eğitim denilen süreçte nasıl bir rol dağılımına sahip olmalıdırlar?

Bu sorunun yanıtı, eğitimden ne beklediğimize göre değişir. Tek doğruların kuşkudan arınmış şekilde bellenmesi isteniliyorsa rol dağılımı aynen bugünkü gibi olmalıdır. Ama bu durumda doğabilecek çeşitli yan etkilere de katlanmak gerekir.

Bu yan etkilerin başında, kendi doğrularına koşullanmış insanların aralarındaki çatışmalar gelmektedir. Dini ya da dinsizliği, laikliği ya da şeriat düzenini, yerelliği ya da evrenselliği, etnik milliyetçiliği ya da bütüncüllüğü tek doğru olarak benimseyen kesimler, bu doğruları ya da bu doğruların herhangi bir simgesini herkese benimsetmek için ölür ve de öldürebilirler.

Doğrunun, sürekli olarak değiştiğini, bir kişinin doğrusuyla, birlikte yaşayan iki kişinin ortak doğrularının aynı olmayabileceği, yer, zaman ve koşulların etkisiyle değişen doğruların ancak “peşinde koşulabileceğini” anlamış insanlar kolay kolay çatışmazlar. Hele hele kendi doğrularını başkalarına zorla kabul ettirmeye katiyen kalkışmazlar.

Bu koşullar altında devlet, eskisinden çok farklı bir “yeni role” sahip olmalıdır. Eskisinden farklıdır, çünkü 1920’li yıllarda, yıkılmış bir imparatorluğun küçük bir parçasında tutunabilmek için ölüm-kalım savaşı veren bir ulusun devletinin rolü ile, araç egzostlarından çıkacak kirli havanın standartının bile uluslararası ölçekte belirlendiği bir dönemin rolü aynı olamaz.

Bugünün modern devletlerinin biricik rolü, “her konudaki özgürlük ortamını kurmak ve korumak”tan ibarettir ve bütün eylemlerini bu ölçeğe vurmak zorundadır. Özgürlük ortamının parametreleri, bunların sınırları ve varsa diğer özellikleri, toplumun kendisince kararlaştırılmalı ve uyulması gereken bir şartname gibi devletin eline verilmelidir. Anayasa denilen belge de budur.

Bu yaklaşıma göre devletin eğitimdeki rolü bugünkünden çok farklıdır.

Bu yeni rol dağılımının ilkeleri “yalın düşünce”nin tanımladığı biçimde şöyle olmalıdır:

  • Devlet kimin ne öğreneceği, hangi ideoloji yönünde koşullandırılacağı, bunun teknik olarak yapılma şekli gibi konularda herhangi bir tercih sahibi olamaz, olmamalıdır.

  • Kim, hangi koşullar altında olursa olsun ve hiçbir konuda koşullandırma yapamaz. Özellikle de din ve inanç konusunda yapamaz.

  • Herkes, kendi öğretileri yönünde bilgilenmek isteyenleri sadece bilgilendirebilir, onları doğrudan ya da dolaylı biçimde koşullandırma girişiminde bulunamaz (koşullandırıcı reklamlar dahi bu ilkeye tabi olmalıdır).

  • Bir öğreti konusunda bilgilenme imkanı sunanlar, yemek listesini ve fiyatlarını kapı önünde ilan etmek zorunda olan lokantalar gibi bunu ilan etmek ve buna harfiyen uymak zorundadırlar.

  • Devlet bu ilkeleri gözetir ve mutlak yaptırım sağlar.

Koşullandırmanın bir insanlık suçu sayılacağı yıllara daha belki bir süre vardır. Ama aslen, eğilimin yönünü görmek ve buna göre vaziyet almaktır. Aksi halde kendi doğrularını yaşam biçimi olarak dayatmaya çalışan dini, etnik, ideolojik bir kesimin karşısına bir başka “mutlak doğru” ile çıkılmış olur. Birinciler ne denli yanlışsa ikinciler de o kadar yanlıştır.

“Bizim insanlar bunları anlayacak düzeyde değildir. Devlet böyle bir role bürünürse, dayatmacı ideolojiler toplumu teslim alırlar”, bir “koşullu doğru”dur. O koşul da, çağdaş insanlarımızın uykudan uyanıp özgürlük ortamlarını kurup kollayabilmek yönünde, devlete sırtlarını dayamadan belirli projeler çevresinde toplanmaması ve kendi yaşamlarına sahip çıkmayıp boyuna kurtarıcı beklemeleridir.

Eğitimde yeni arayışların yoğunlaştığı bugünlerde, eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz hale getiren “tek doğrulu öğretilere, tek doğrulu başka öğretilerle karşı koymak” yönteminin, aynı zamanda toplumsal barışı da imkansız hale getirdiğini görebilmemiz gerekiyor.

İhtiyacımız olan sükunet, “farklılıkları yok ederek birlik sağlamaya çalışmak yerine, bunların ayrılmaz bütünlüğünü anlamaya çalışmak”ta yatmaktadır. Farklılıkların bütünlüğü, veya terörü yerine ve uzlaşısı’nın geçmesi demektir.

One Comment

Yorum Gönder