Çıkar Çatışması

Milletvekil’lerinin kendileriyle ilgili ayrıcalıklı yasalar çıkarması ya da ellerindeki imkanları kendilerine çıkar -en genel anlamıyla- sağlayacak biçimde kullanması, son zamanlarda giderek yoğunlaşan biçimde medyada dile getirilmeye başlandı. Bu yoğunlukta şüphesiz ki kamuoyunun artan duyarlığının da etkisi olmuştur.

Kamuoyu, temsilcilerini artık daha bir dikkatle izlemektedir. Bu duyarlık sevinilmesi gereken bir gelişmedir. Seçimden seçime bir partiye -aslında partiye de değil liderine- oyunu verip, böylece seçtiği kişilerin ne yaptığını 4-5 yıl izlemeyen bir seçmen profili yerine, öksürürken niçin ağzını kapatmadığını soran bir seçmen tabii ki çok daha iyidir.

Son olarak gündeme gelen bir konu, kamuoyunda “kıyak emeklilik” olarak bilinen ve kısa bir süre milletvekilliği yapan bir kişinin emeklilik hakkı kazanması ile ilgili bir yasadır. Çalışanların hiçbir kesimine sağlanmayan böyle bir ayrıcalığın -hangi gerekçeyle olursa olsun- onların vekillerine sağlanmasının mantıki bir açıklaması yoktur. Nitekim kamuoyu da bu mantıksızlığa gereken tepkiyi göstermiş, birçok siyasetçi ve hatta siyasi parti, bu kanunun iptali için yasal yolları zorlayacaklarını beyan etmişlerdir. Muhtemelen bir yol bulunup bu yanlış yoldan geri dönülecektir.

Acaba böylelikle mesele bitmekte midir? Örneğin yarın öbürgün bir başka konuda bir başka ayrıcalık gündeme gelmez mi? Elindeki yetkileri sürekli olarak kendisine bir avantaj sağlayacak şekilde kullanan bir kurum gerekli saygınlığı sağlayabilir mi? Halk, bu şekilde davranan temsilcilerine ve onlardan oluşan bir kuruma sahip çıkıp, “gerektiği zamanlar” onları korur mu? Bu soruların hepsinin de yanıtı “hayır”dır.

O halde mesele bitmemiş, daha yeni başlamaktadır. Daha doğrusu başlayıp başlamadığını, bu sorunu doğru anlayıp anlamadığımız gösterecektir. Eğer bu sorunu -bütün diğer sorunlarda olduğu gibi- kaynağına inmeden ve mesela “onlar çıkar sağlarsa biz de iptal ettiririz” formülüyle çözmeyi (ya da çözdüğümüzü sanmayı) düşünüyorsak, daha mesele başlamamış demektir.

Buradaki sorun, hareketlerine özel duyarlık gösterilen halkın temsilcilerinin ellerindeki imkanları kendileri için kullanmalarına karşı ne yapılacağı DEĞİLDİR. Sorun, medeni toplumların, ortak yaşamlarını düzenleyen değer ölçüleri dağarcığına yüzlerce yıl önce attıkları bir kavramın, toplumumuzun dağarcığında bulunmayışıdır.

Ne ithal edilmesi gerektiği bilgisi hariç her şeyi ithal edebilen toplumumuz, kavram ithalinin önemini ne yazık ki henüz farkedememiştir. Medeni toplumlar gibi olabilmek için onların davranışlarını taklit eden insanımız, onların davranışlarını düzenleyen kavramların farkında değildir sanki!

Bu eksik kavram, “çıkar çatışması”dır ve yalnız temsilcileri değil, halkın -büyük bir çoğunluğu- her an ve hiç gözünü kırpmadan bu kavramın ifade ettiği kuralı çiğnemektedir. Temsilcilerine karşı daha duyarlı olunmasının nedeni, onların ellerinde daha geniş yetkilerin bulunmasıdır. Taksi şoförü, elindeki “istediği konfor düzeyinde araç sürme yetkisini, en kısa sürede varmak ve dolayısıyla da yolcusunu azami derecede rahatsız etmek” yönünde kullanırken çıkar çatışması’na düşmektedir.

Kamu veya özel kesimdeki satın alma görevlisi, satın alacağı malı kimden alacağına karar verirken, kendisine avanta sağlayan satıcıda karar kılarken de çıkar çatışması içindedir.

Ticaretle uğraşan gazete ve TV’ler, bankacılık yapan sanayici, elindeki bilgileri borsada para kazanmak için kullanan yetkili, yurtdışı görevleri, para kazanmak, eşya almak, çocuğunu okutmak ya da geleceğini güvenceye almak için kullanan kamu görevlisi, ellerindeki imkanları kendilerine çıkar sağlamak için kullanmaktadırlar ve hepsi çıkar çatışması içindedirler. Sağladıkları çıkarların küçük olması, ellerindeki yetkilerin sınırlı olmasıyla ilgilidir. Taksi şoförünün kendini emekli edebilecek hali yoktur. Olsaydı yapacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Dikkatli bakılırsa toplumdaki hemen herkesin çıkar çatışmaları içinde bulunduğu görülecektir.

O halde mesele, bu kavramın ortak değerler dağarcığımıza yerleştirilmesine ve bir yandan da gerekli caydırıcı düzenlemelerin yapılmasına gelmektedir.

Ancak, bunun yapılabilmesi için ortak değerler dağarcığımız içinden bir kavramın dışarı çıkarılıp atılması gerekmektedir. Bu da, çıkar çatışması’nın tam tersi olan ve yüzde yüz yerli malı bir deyimdir: “Bal tutan parmak yalar”! Dikkat edilirse yukarıda birkaç örneği sıralanan çıkar çatışması örneklerinin hepsi, bu deyime tam olarak uymaktadır.

O halde, başlangıçta üstünkörü biçimde, “milletvekilleri kendilerine çıkar sağlıyor” biçiminde dile getirilen sorunun doğru ifade edilmiş bir mesele olmadığı, doğru problemin, toplumumuzun davranışlarına önderlik etmekte bulunan ve parmağa bulaşan balın yalanabileceğini (eldeki imkanların birazcığının da kendi için kullanılabileceğini) ifade eden felsefenin sökülüp, yerine çıkar çatışması kavramının yerleştirilmesi olduğu görülmektedir.

Milletvekil’lerimiz, tam olarak bu felsefeye uygun hareket etmekte ve mesela savaş ilan etme yetkisi gibi büyük bir sorumluluğu taşırlarken, kavanozdan akıp parmaklarına bulaşan bir parça balı yalamaktadırlar.

Bundan hoşnut değilsek, balın yalanması ile değil, onun yalanmasına cevap veren anlayış ile uğraşmalıyız. Bu bağlamda yapılması gereken ilk iş, konunun kamuoyuna bu boyutlarıyla getirilip, herkesin ne kadar bal yaladığının kendilerince de görülmesini sağlamak; ikinci olarak ise şu şekilde bir yasa* ile bir miktar caydırıcılık sağlamaktır:

“Kamu görevlilerinin özlük haklarını doğrudan veya dolaylı olarak ve bu hakları artırma ve/ya genişletme yönünde etkileyebilecek olan düzenlemeler, bu karara, teklif, oylama ve/ya onama yoluyla şahsen iştirak etmek durumunda bulunanlara uygulanmaz.”

Ancak şu kesindir ki temel çözüm, mevcut bal yalama ölçüsünün yerine çıkar çatışması kavramının geçirilmesindedir. Yasal düzenleme, ancak küçük bir caydırıcılık sağlayabilir.

Pazartesi, 06 Mart 1995

Yorum Gönder