BİR UZLAŞMA TEKNİĞİ: “ARAMA KONFERANSI”

Günlük yaşantı, insanları ister istemez kötümser yapıyor. Hep iç karartıcı olaylarla haşır neşir olan insanlar zamanla “kötümser gözlüklü” olup çıkıyorlar. Objektiflikten ayrılmamak zorunda olan meslek sahipleri için (ayrılabilecekler kimlerdir bilemem) bu önemli bir güçlüktür.

Bir gazetede okuduğum bir haber, bu kötümserlik havasını biraz olsun azaltıcı türden. Sizlerle bu haber konusu üzerinde düşüncelerimi paylaşmayı istiyorum.

Haber şuydu: NETAŞ firması, “telekomünikasyon hizmetlerinde tekelin kaldırılması” konulu bir Arama Konferansı (search conference) düzenlemek için çalışmalar yapıyormuş.

Bir-iki yıl önce TV’de bir yabancı kaynaklı bilim programında bir biyolog, kertenkelelerin nasıl olup da kopan kuyruklarını onardıklarını araştırdığını anlatıyordu. Programın sunucusu biyolog’a şöyle bir soru sordu: “pekiyi, bu kadar önemli araştırma konusu varken siz niçin kertenkelelerin kuyrukları ile uğraşıyorsunuz?”

Biyolog’un verdiği cevap, hatırlarım bir kaya gibi başıma düşmüştü: “evet ama, kertenkele, kuyruğunu onarabiliyor da biz niçin kopan kolumuzu onaramıyoruz? Ben bunun sebebini araştırıyorum!”.

Arama Konferansı’nın konusu da biraz kertenkele kuyruğuna benziyor. Onun da sonuçları çok önemli.

Birincisi, telekomünikasyon hizmetlerinin yani PTT’nin özelleştirilmesinde bir devlet tekelinin (PTT) kalkıp, bir özel sektör tekelinin oluşması ihtimali var. Bu olası tehlikeden nasıl korunulabileceği çok önemli bir sorundur. Aksi halde, ekonomimiz hatta sosyal yaşamımız için önem taşıyan özelleştirme konusu zedelenebilir.

İkincisi ve belki birinciden daha da önemlisi, artık kuruluşlarımızın çağdaş karar verme tekniklerini kullanmaya başlamalarıdır. Bilindiği gibi Arama Konferansı, bir “katılımcı planlama tekniği” dir. Tekniğin adındaki `arama’ sözcüğü, bir uzlaşının arandığına işaret etmektedir. `Konferans’ sözcüğü ise yanılgıya yol açmamalıdır. “Çok kişinin katılımı” nı ifade eden konferans, bir sorun üzerinde uzlaşı aramaktadır.

Kültürümüze dışarıdan ithal edilen kavramlardan birisi de demokrasidir. Uzun yıllar, demokrasi’yi başıboşluk, istediğini yapabilme ve zaman zaman sandığa gidip oy vermek olarak tanıdık, daha doğrusu öyle tanıtıldı.

Halbuki demokrasi’nin esası, halkın uzlaşma yoluyla kendi kendini yönetmesidir.

Özelleştirme, tarafları çok olan ve de taraflarının çıkarları (hiç olmazsa kısa vadeli çıkarları) birbiriyle çatışan bir konudur.

Özelleştirilecek kuruluşun çalışanları, işlerinin tehlikeye girmesi; sendikalar ise üyelerinin kamu yerine özel sektörde çalışması nedeniyle özelleştirmeye sıcak bakmazlar.

Ekonomiyi yönetenler, kuruluşun bir an önce özelleştirilmesini arzularlar.

Kuruluşun yöneticileri ise iki arada bocalarlar.

Hükümet, özelleştirme hedefini gerçekleştirmek için çabalarken, ilgili bakan elindeki imkanları kaybetme tehlikesini hisseder.

Kuruluşun rakipleri tekel oluşumundan endişe ederken, sokaktaki insan, satışa çıkabilecek hisse senetlerini düşünür.

Muhalefet partilerinin bir bölümü, kamu malını koruma (!) kaygısına düşerken bir bölümü de “niçin biz değiliz?” kıskançlığına tutulabilirler.

Daha bunların dışında, çıkarları çatışan ya da öyle sanılan -ki aslında hepsinin çıkarları özelleştirme yönündedir- birçok sosyal grup vardır.

Bütün bu grupları uzlaştırmaksızın, “kestirme”, “tepeden inme” özelleştirme kararları da alınabilir. Nitekim zaman zaman, “cesaretli olmalıyız” (ne için cesaretli olunacaksa) şeklindeki tavsiyeler de buna işaret etmektedir.

Ama bu türlü yaklaşımların başarılı olma şansı hemen hemen yok gibidir. Özelleştirmeyle çıkarlarının zedeleneceğini “düşünen” grup(lar), demokratik sistem içinde `baskı grubu’ olma imkanlarını kullanarak, özelleştirme karşısında “görünmez ama aşılmaz” bir blok oluştururlar.

Bu blokları aşmanın yolu tektir ve bu, “uzlaşma” dır. Arama Konferansı ise bu uzlaşıyı sağlayabilecek yollardan birisidir.

PTT gibi çok önemli hizmetleri üreten bir kuruluşun mezatta eski güğüm gibi satılmaya çalışılması yerine, taraflarının uzlaşısı ile özelleştirilmesi bu nedenle çok akılcıdır.

Nihayet, işin sevindirici bir başka yönü daha var. Batılı’ların “sosyal sorumluluk” dedikleri kavram, kuruluşların yalnız bilanço büyüklükleriyle değil, kendilerini çevreleyen ortamla da ilgilenmeleri gereğini anlatıyor.

Duyurulacak ya da kutlanacak bir şey olduğunda, pahalı davetiyeler bastırmayı P-R zanneden kuruluşlarımızın yanısıra, kendini çevreleyen ortama karşı da sorumlulukları olduğunu anlayan kuruluşlarımızın ortaya çıkması son derece iyi bir işarettir.

Darısı diğer kuruluşlarımızın başına!

Yorum Gönder