AZ BİLİM !

AZ BİLİM !

Herşeyin azı-çoğu olabildiğine göre acaba bilimin de azı çoğu olamaz mı?

Önce bu abesle iştigal nereden aklıma geldi onu açıklayayım.

Bilimle ilgili konumumuzun ve de bunun gerçek nedenlerinin sorgulanması, en katı askeri yasaklardan daha da dokunulmazdır. Bu konuda yalnızca bilime ayırdığımız paranın GSMH’ya oranının ülkemizde az olduğu peryodik olarak dile getirilir ve bu kadar paraya bu kadar bilim denmek istenir.

Halbuki işin aslı farklıdır. Ayrılan paranın az olması sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisidir.

Sadece bu teşhis dahi, sorunun hiç anlaşılmadığını göstermeye yeterlidir. Ama tartışılmak istenen bu değildir.

Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde, bir dahinin harekete geçirebildiği “varlığını sürdürebilme silkinişi” ile kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği, kurumlarımızın göstereceği performansa bağlıdır. Bu kurumların içinde de bilim başta gelmektedir.

Burada bilim ile yalnızca laboratuvarlarda yapılan deneyleri değil, tüm toplum kurumlarının dokuları içine yerleşmiş bulunan “sorun çözme kaabiliyeti” kastedilmektedir.

Bir başka deyimle; politikaya, sanata, sanayiye, ticarete, eğitime ve bizzat bilime, bilimsel düşüncenin ne ölçüde hakim kılınabildiği kastedilmektedir.

Bunu ölçebilmek için ancak dolaylı ölçütlere sahibiz.

Bu ölçütlerden birisi, bilimsel yaklaşımın neredeyse hakarete varan bir aşağılayıcılıkla kullanılmasıdır.

“Bu yaklaşım bilimseldir ama işe yaramaz!”

“Bilimsel olarak iyi ama halk anlamaz!”

“İşin o tarafı bilim adamlarını ilgilendirir. Biz pratik(!) olmalıyız!” ya da

“Bilim, öyle adi gündelik sorunlarla ilgilenmez!” vs vs.

Bir başka dolaylı ölçüt, toplumumuzun çeşitli sorunlarının çözümünde ya da en azından çözümlerinin tartışılmasında bilimsel metodların ne denli kullanıldığıdır.

Bir sorunu incelemeyi, tartışmayı amaçlayan ortamlarda (kitap, makale, açık oturum, panel vs), o soruna yol açan nedenlerin hepsinin, bilinenlere dayalı olarak (bilimsel anlamda basitlik) ortaya konulduğuna şahit olan pek az kişi vardır.

İşte bu yüzden, “niçin hızlı çoğaldığımız” yerine köy hanımlarına koruyucu dağıtmak, “çevrenin niçin kirlendiği” yerine fabrika kapatmak, “enflasyonun nerelerden kaynaklandığı” yerine para basımının durdurulmasını temenni etmek gibi yanlış olmayan ama gerçeğin sadece bir bölümünü içeren konular üzerinde konuşulur ve de konuşulur.

İddiam odur ki, bunların sebebi “az bilim”dir. Ve yine iddiam odur ki “hiç bilim”, “az bilim” den daha iyidir.

Bu iddiaların dayandığı temel, sorunlarımızın yapısıyla ilgilidir.

Gündelik hayatta karşı karşıya bulunduğumuz ve hergün yüzyüze olduğumuz için de senli benli hale geldiğimiz sorunların hemen hepsi son derece karmaşık yapılıdır.

Hiç bir sorun, tek başına o sorun alanıyla ilgili bir bilimsel yöntemin kullanılması suretiyle çözülebilecek kadar yalın (katışıksız) değildir.

Sorunlar, birbirleriyle süratle birleşmek ve ilk yapılarına hiç benzemeyen yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler.

Halbuki, bilimsel yöntemler genellikle yalın sorun alanları için geliştirilirler. Bu metodları kullanarak, karmaşık yapılı sorunların çözümüne uygulanacak hale getirenler teknolojistlerdir. Her teknoloji ise özgün ihtiyaçlar içindir.

Hindistan’daki ve Türkiye’deki hızlı nüfus artışının sebeplerinin büyük bir bölümü birbirinden farklıdır.

Bu yüzden, Hindistan için geliştirilmiş nüfus planlaması programı aynen Türkiye’de kullanılamaz, olsa olsa ondan yararlanılabilir.

Ya da İngiltere veya Kanada’daki yüksek enflasyona karşı uygulanan bir program, Türkiye’de sonuç vermeyebilir, hatta tersine sonuçlar dahi verebilir.

Sorunların bu karmaşık ve özgün yapıları, bilimin belirli bir yetkinlikle kullanımını zorunlu kılmaktadır.

Elemanter bir sorun alanı için geliştirilen bir yönteme hakim bir kişi, gündelik sorunların çoğunu çözemeyecek, hatta onları anlayamayacaktır.

Bu dönerek, bilimin bir işe yaramadığı, sorunların ancak inanç, itikat vb akılcılık dışı yollarla çözümlenebileceği gibi bir noktaya götürür ve de götürmektedir. (Yenilen futbol takımlarımızın yetkililerinin sonucu, sporcuların inançsızlığı ile açıkladığı alışılmış bir çözüm değil midir?)

Sokaktaki insanların bu yanlış kanısına karşılık bilimle uğraşanlar da, karşılaştıkları sorunların bilimi ilgilendirmeyen meseleler olduğu gibi aynı derecede yanlış bir kanıya varabilirler.

Bu durumun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur.

Örneğin, en önemli sorunlardan birisi olan işsizlik için ekonomi teorisinde verilen teşhis, yatırımların azlığının işsizliğe yol açtığı şeklindedir.

Bu, yanlış değil ama eksiktir. Eğer yenileşme (innovation), beceri kazandırma, iş kurma ortamının gelişmişliği gibi alt-yapılar tamam ise, yapılan her yatırım yeni işlerin doğmasına neden olur.

Bunların birisinde bir yetersizlik varsa, bu defa yapılan yatırımlar aksine iş kaybına yani işsizliğe yol açarlar.

Yıllardır işsizlikle ilgilenen bilim adamlarımızın ve onlardan kapma bilgilerle ülke yönetenlerin benimsedikleri “işsizlik yatırımla önlenir” şablonunun yanlışlığının altında, işte bu “az bilim” gerçeği yatmaktadır.

Benzer şekilde, işsizlikle enflasyonun ters ilişkili olduğu da ekonomi teorisinin öğretilerindendir. Ama bu öğretinin dayandığı bir varsayım, sistemin alt yapısı denilebilecek konularda her hangi bir çarpıklığın bulunmadığı, sistemin kararlı olarak çalışabildiğidir.

Bir başka deyimle, teorinin tanımladığı işsizlik, enflasyon vb semptomlar, bizim kullanageldiğimiz işsizlik ve enflasyon terimlerinden daha farklıdır.

Teoride işsizlik denilince, işgücü pazarının gerektirdiği becerilerle donanmış ve pazarın biçtiği ücretten emeğini satmaya hazır bir kişinin iş bulamaması anlaşılır.

Ülkemizde ise işsizlik denilince, herhangi geçerli bir beceriye sahip olmayan ama bazen elinde bir takım kağıtlar (diploma) bulunduran bir kişinin iş bulamayışı anlaşılmaktadır.

Birinci durumdaki işsizlik, gerçekten de yatırımla giderilebilirken, bizim durumumuzda sorunun çözümü yatırımda değil beceri kazandırmadadır.

Aynı çelişkili tanımlama enflasyon için de geçerlidir.

Ülkemizde enflasyon ve işsizlik adı verilen olguların kaynak nedenlerine yakından bakıldığında, her ikisinde de çok sayıda ortak sebebin bulunduğu görülecektir.

Yani birisini azaltan nedenler diğerini de azaltacaktır.

Ünlü siyasi ekonomistlerimizin birisinin katıldığı bir konferansta, enflasyonu hızlı azaltmanın, işsizliği artıracağı şüphecilikten uzak bir tavırla ortaya konulduğunda, bu konferansı izleyenlerin bilime güvenlerinin sarsılacağından endişelenmemek elde değildi.

İşte bu eksik teşhislerin altında da “az bilim” gizlidir.

Bu duruma katlanmak söz konusu olamıyacağına göre çare nedir?

Çare iki bileşenlidir: Birincisi, sorunu bu şekilde anlamak, ikincisi ise sorunlarımıza teşhis koymak durumunda olanları, bilimsel yaklaşımları tam kullanmak yolunda yönlendirmektir.

Daha da önemlisi, bilimin, sadece bilim adamlarının üniversite ve araştırma kuruluşlarının duvarları içinde meşgul oldukları bir iş değil, sokaktaki insanın dahi günlük yaşamında kullanabileceği “kullanışlı bir araç” olduğu bilincinin geliştirilmesidir.

Bu ise herkesin, kim tarafından söylenirse söylensin tüm beyanlarına “niçin” sorusunu bıkıp usanmadan sormasına bağlıdır.

Yasağın her türlüsü sevimsizdir. Ama bir tanesine izin verilmek gerekirse o da, “niçin” sorularının karşılığında verilmesi adet olmuş “bu böyledir, çünkü biz böyle söylüyoruz” cevaplarının yasaklanmasıdır.

Yorum Gönder