Türban -ve benzerleri- için çıkış yolu!

Yeni anayasaya konulacak türban maddesi konusunda şu anda iki öneri bulunduğu medyada yer aldı: “Kılık kıyafetinden dolayı hiç kimse yüksek öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” ya da “yüksek öğrenim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir”.

Belki bu ikisinden biri ya da kılık kıyafeti serbest bırakan bir başkası kabul edilir, şimdiden bilinmez; ama köşe yazılarından anlaşıldığı kadarıyla tartışma, giyim kuşam üzerine bir sınırlama konulup konulamayacağı ikilisine indirgenmiş durumdadır.

Bu durumda sorunun bitmeyeceğini, tam aksine yeni -ve daha çetrefil- sorunların ortaya çıkacağını kestirmek zor değildir.

Bunun yerine sorunu ilkesel kökleriyle ele alıp çözüm üretmek daha doğrudur.

Sorunun kökünde “inancını yaşamak” kavramı yatmakta olup bunun ne demek olduğu ve “çoğulcu demokrasiyi yaşamak” ile nasıl bağdaştırılacağı netleştirilmeden bu kör döğüşü akılcı bir çözüme kavuşturulamaz.

“İnancını yaşamak” ne demek?

Genelde hangi dini inanca (veya inançsızlığa) sahipse o öğretinin pratik yaşam kurallarına, özelde ise islamın şer’i düzeninin emrettiği kurallara uygun yaşamak olarak tercüme edilebilir. Bunu savunanlar açısından bu talep tutarlıdır.

“Çoğulcu demokrasiyi yaşamak” ne demek?

%51’in seçiminin %49 için de bağlayıcı olduğu çoğunlukçu (majoritarian) demokrasi değil de, bağlı olunduğu konusunda hemen her kesimden onay verilen çoğulcu (pluralist) demokrasiyi yaşamak ise, nüfus içindeki payına bakılmaksızın her kesimin, bir diğeri üzerine egemenlik kurmadan yaşayabilmesidir. Bunu savunanlar açısından bu talep de tutarlıdır.

Peki iki talep bir arada olabilir mi?

Olabilir: Matematiksel olarak mümkündür. İki farklı talep kümesinin aynı anda mümkün olabilmesi ancak iki kümenin ortak alanında (kesişim alanı) mümkündür. Yani, hem inancını yaşayacak ve hem de bir kesim diğeri üzerinde egemenlik kurmadan yaşayacak.

Bu, inancını yaşamak isteyenlerin, egemenlik kurma amacına hizmet edebilecek hiç bir aracı kullanmaması ile mümkündür. Daha da pratik olarak, inancını yaşamak isteyenlerin, sadece kendi özel alanlarında -diğer küme ile birlikte olunmayan alanlarda- inancının gereklerine göre yaşamaları, onun dışındaki alanlarda HİÇBİR YOLLA inançlarının başkalarına da benimsetilmesine yol açabilecek kılık, kıyafet, simge, davranış, tutum sergilememeleri demektir.

Ya da olmayabilir!! İnanç sahiplerinin, böylesine ikili bir yaşam biçimini inançlarına aykırı bulmaları, şer’i düzeni ya hep ya hiç olarak benimsemek durumunda olmaları halinde ise inancını ve çoğulcu demokrasiyi bir arada yaşamak mümkün olamaz.

O halde karar verilmesi gereken nedir?

Buna göre karar verilmesi gereken konu türbanın serbest olup olamayacağı değildir. Konu, şeriat ve çoğulcu demokrasi arasında bir tercih yapmaktır. Tek tek her birinin seçilmesi tutarlıdır, ancak ikisinin birlikte seçilmesi tutarsızlık, tutarsızlık değilse en azından cehalet ya da toplumun cahil yerine konmasıdır.

İnançların benimsetilmeye çalışılmasında ne sakınca var?

Görüldüğü gibi iki talep kümesi arasındaki “inancı ile birlikte çoğulcu demokrasiyi birlikte yaşamak” kesişim alanını gerçekleştirmedeki sorun, inanç (ya da inançsızlık) simgelerinin (mesela türban) benimsetme anlamına geleceği varsayımından kaynaklanıyor. Peki gerçekte de böyle midir? Yani birisi inancını (ya da inançsızlığını) herhangi bir simge ya da davranışı ile açığa vursa bunda ne sakınca olabilir?

Hele söz konusu olan, tartışmalı bir ideoloji değil de bir dini inançsa bu benimsetme girişimlerinin ne zararı olabilir ki?

Sorunun özü, yaşam hakkından da önde gelen bir haktadır: “koşullanmama hakkı”!

Görüldüğü gibi olay sadece dini inançların belirleyeceği yaşam biçimlerinin benimsetilmeye çalışılmasıyla sınırlı değildir. Sorun, “zihinsel tecavüz” sayılabilecek bir tacizle ilgilidir. Bir kişinin doğru, güzel ve iyi olarak benimsediği değerleri -ki doğru-yanlış aklın, güzel-çirkin estetiğin, iyi-kötü ise ahlakın alanıdır- bir başkasına ve de onun talebi dışında benimsetmeye çalışmaktır.

Bu benimsetmenin taciz sayılmak dışında ahlaki boyutu da vardır. İnsan -ve tüm varlıklar- değişmez amaçları olan “yaşamını sürdürme”nin otomatik bir gereği olarak nesiller boyunca öğrenebilme yetilerini geliştirmişlerdir. Böylece giderek, en iyi öğrenebilenler yaşamlarını sürdürebilmiş, öğrenemeyenler ise yok olmuşlardır.

Bu uzun ve yorucu süreç insanoğlunda bir ayırdetme yeteneği geliştirmiştir: kime güvenilip öğrenilecek kime güvenilmeyecek?

Doğal olarak ana, baba, yaşça büyükler, önceleri büyücüler sonraları bilim insanları, yöneticiler, öğretmenler “güvenilecekler” sınıfını oluşturmuşlar, daha sonraları bu gruplara zenginler, ünvan sahipleri gibi başlangıçta olmayan sınıflar da katılmışlardır.

Kendi doğru-iyi-güzel’lerini başkalarına da benimsetmeye çalışanlardan kimileri, insanların, güvenilir öğrenme kaynağı olarak bu sınıfları gördüğünü gözlemleyince ilk zihinsel tecavüz olayları yaşanmaya başlamış olsa gerekir.

Buna göre benimseticiliğin (tecavüz) en kolay yolu, para, inandırıcılık, siyaset, ünvan gibi bir gücü ele geçirmek ve bu gücün koruyuculuğunda kendi değerlerini -hiç bir direnmeyle karşılaşmadan-benimsetmek.

Hiç bir direnme ile karşılaşılmayışının nedeni, insanoğlunun yüksek öğrenebilirliği ve öğrenme kaynağı olarak genellikle herhangi bir gücü elinde bulundurmayı görmesidir.

İşte insanın bu en zayıf yönü, güvendiği gruplara ait kişilerin koşullandırma (tecavüz) girişimlerine karşı savunmasız oluşudur. Bu zafiyetin suistimali en büyük insan hakkı ihlalidir ve yaşam hakkından dahi daha önceliklidir. Çünkü kendi doğru-iyi-güzellerini bulma özgürlüğü tecavüz yoluyla elinden alınabilmektedir.

Bu satırlar okuyanların zihinlerinde muhtemelen koşullandırmanın yaşamımızda işgal ettiği geniş yer hakkında sorular uyanacaktır. Koşullandırma olmaksızın çocukları nasıl iğdiş edeceğiz? Halk koşullandırma olmadan nasıl yönetilecek? Kızlar kendi hallerine bırakılırsa davulculara kaçmaz mı? Hele reklamlar ne olacak? Siyasi partiler propaganda yapmayacaklar mı? İnsanlar inandıkları fikirleri yayamayacaklar mı? Vs vs

Aktif benimseticilik, öğreticilik ya da pasif öğrenme ortamı hazırlayıcılığı!

Zihinsel tecavüz olarak adlandırdığım benimseticilik ne denli yanlış bir girişimse, bir şeyler öğrenmek isteyenler için pasif olmak, benimsetici girişimlerde (simgeler, davranışlar, tekrarlar, zorlayıcı ön koşullar vb) bulunmaksızın öğrenme ortamları hazırlamak da o denli saygın bir tutumdur.

Pazartesi, Eylül 17, 2007

İğdiş, iğmek kökünden gelip eğmek’e oradan da eğitime dönüşmüştür. Education ise Latince ducere kökünden gelip “dik durdurmak” anlamındadır. Eğmek ya da dik durdurmak. Bu fark tesadüf olabilir. Ama değilse çok şey açıklar.

Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

Yorum Gönder