• Bozuk Bakla tipi düşünme

    Doğru düşünme bir zincire benzetilebilir. Düşünme sürecindeki her yargı, zincirin bir baklası gibidir. Nasıl ki bir zinciri, belirli bir kuvveti taşıyabilecek şekilde yapmak için her baklasını aynı sağlamlıkta yapmak gerekirse, bir düşüncenin de doğru olabilmesi için, her yargısının aynı sağlamlıkta olması lazımdır.

    Arada yalnızca bir baklası zayıf olan uzun bir mantık zincirinden oluşan bir düşüncenin, bütün doğru görüntüsüne (içindeki yargıların % 99.9999’u doğru olabilir) rağmen, “doğru” olmadığı günlük hayatta sık rastlanan olaylardandır. Bu zincirlerin bir bölümü ise ülkenin hayati denilebilecek sorunlarına ilişkindir. İşte o yüzden üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır.

    Bu niye böyledir? % 99.9999’u doğru olan bir düşünceye niçin bir (veya daha fazla) bozuk bakla eklenir? Bunun “niçin” böyle olduğundan önce, “nasıl” yapıldığına bakılmalıdır.

    “Bozuk Bakla”, ilk anda zannedilebileceği gibi mantığı yanlış bir bakla değildir. Zaten öyle olsa onu kullanan da farkına varır kullanmazdı.

    Ama, mantığı doğru da değildir. Daha doğrusu, mantığının ne olup ne olmadığı belli de değildir. Ama mutlaka süslü, tumturaklı, dinleyeni ciddiyete davet eden, bazen şiir, bazen atasözü gibi ve kolay kolay doğruluğundan şüpheye düşülmeyecek kadar ikna edicidir. Zaten tehlikesi de buradadır.

    Saçma sözler, karışık kafa ürünleri ve bu gibi konularda ihtisas sahibi(!) olmayanlarca kolay anlaşılamayan bu sözler biraraya getirilerek makaleler, kitaplar yazılabilir, söylevler verilebilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşünceler, ilk defa deneyenler için üretimi oldukça zor görünebilir. Ama zamanla alışkanlık kazanılır ve özel bir çaba sarfetmeden üretilebilir. Hatta yeterince geyret gösterilirse, insan kafası tamamen bunları üretir hale de getirilebilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşüncelere örnekler vererek anlaşılması daha iyi sağlanabilir. Mesela;

    • “Bin yıllık tarihimizin sayfaları bu gibi olaylarla doludur” (inanmayanlar oturup bin yıllık tarihimizi inceleyebilirler)
    • “Herşey insan mutluluğu içindir. Ama insanın, insanlığa yaraşır ve onu yücelten davranışları da esastır”
    • “Daha mutlu, daha müreffeh olmak istiyorsak çalışmalı, ama çok çalışmalıyız” (çünkü o zaman düşünmeye vaktiniz ve de ihtiyacınız kalmaz)
    • “Mesele, el birliği ve anlayış ortamı içinde konjonktürü yakalamaktır”
    • “Geri kalmışlık zincirlerinin kırılıp, refaha doğru emin adımlarla yürümek…”.

    Buna benzer örnekler artırılabilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşüncenin “niçin” üretildiğine gelince: Örneklere bakılarak bunun bir abesle iştigal olduğu düşünülmemelidir. Bu tür baklalar birkaç sebeple üretilir. Bir sebep, “işine öyle gelme” dir. Hasmını muhtelif parçalara ayıran bir kişi, emniyetteki sorgulamasında, eğer gerçeği itiraf etmek niyetinde değilse, bu tür zayıf baklalardan kullanmak zorundadır.

    Bir çok “doğru” şey söyleyecek, araya bir veya birkaç tane “tam doğru olmayan” bakla sıkıştıracaktır.

    “Sayın memur bey, maktul(e) bana borçluydu (doğru). Defalarca ödemesini istedim (doğru). Her defasında bir bahane buldu (doğru). Son defasında üstüme saldırdı (doğru değil). Ben de onu doğradım (doğru).”

    İkinci ve daha sık rastlanan bir sebep “sıkışmak”, yani zaman ve/ya bilgi açısından cevap verememek durumunda kalmaktır. Genellikle politikacılar sıkıştıklarında “Bozuk Bakla” tipi düşüncelerden yararlanırlar.

    Temelde doğru olmayan ya da yeterli bilgi sahibi olunmayan bir düşünceyi savunmak için bu tür “bakla”lara ihtiyaç vardır.

    Tek bir “Bozuk Bakla”, imkansızı mümkün kılar.

    Eğer söylenen sözler hayati bir konuya ilişkin değilse, vakit kaybından başkaca uğranılan bir zarar yoktur. Ama eğer öyle değilse, üzerinde o sözlerin söylendiği sorun çıkmaza itilmiş olur.

    Hele aynı tür düşünce, çok sayıda ağızdan tekrarlanırsa, çıkmaz bu defa perçinleşmiş olur ve “eğri”, “doğru” olarak yerleşir.

    İlke olarak “Bozuk Bakla” tipi düşünce üretiminde, önce zincirin son baklasında varılacak yargı peşinen ortaya konulur. Ondan sonra gerekli baklalar dizilip zincir tamamlanmaya çalışılır.

    Burada karikatürize edilen düşünce sistematiği toplumumuzda oldukça yaygındır. Sokaktaki insanın, hatta ortalama elitin bu sistematikle düşünüp konuşması yine de pek zararlı sayılmayabilir. Ama işi, kopuksuz, hatasız düşünce zinciri kurmak olan, buna göre yetiştiği varsayılan insanların bu sistematiği kullanmalarını açıklayabilmek ve kabullenebilmek kolay değildir. Bu durumun tek açıklaması, insanımıza, okul-aile-çevre üçlüsünce verdiğimiz eğitimin, ancak bu tür düşünebilen insanlar yetiştirebildiğidir.

    Bu hastalığın sonuçlarının ne denli onulmaz olduğunu görebilmek için, iki ayrı düşünce tipini kullanan toplumların, sorunlara yaklaşımlarına göz atmak yeterlidir.

    Akılcı düşünce ile yetişip bunu bir yaşam biçimi haline getirebilen toplumlarda sorunlara yaklaşım, yol gösterici, insanların ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini gösterebilen sonuçlar üretir. “Bozuk Bakla” tipi düşünen toplumlarda ise en küçük sorunlar dahi içinden çıkılmaz hale gelir.

    Bu hastalık tedavi edilebilir mi? Sonucu kestirmek güçtür. Ama en azından tedaviye çalışılabilir. Bu illete yol açan etkenlerin başlıcası, süslü, tumturaklı, sınırları belli olmayan, yuvarlak söz etme merakıdır. O halde öncelikle bu terkedilmelidir.

    Her nerede bu türlü sözlere (ve yazılara) rastlanırsa, orada eğri bir düşünce üremekte olduğundan şüphelenilmelidir.
Bu tür sözleri kullananlara dikkat edilmeli, uyarılmalı, kısa adımlı, sağlam, basit düşünmeye, konuşmaya da- vet edilmelidirler. (Mümkünse, anayasaya, “Tumturaklı Söz Dinlememe Özgürlüğü” şeklinde bir temel özgürlük maddesi konulmalıdır.)

    Doğru düşünmek bir seçenek değil bir görev, hem de en temel ahlaki görevdir. Kendini daha doğru düşünmek konusunda geliştirmeye çalışmak, bu öldürücü illetten kurtulmanın en sağlam yoludur.

    12 Eylül 1992

  • Öğretme temelli eğitim bugünlere getirdi

    Epeyce uzun zamandır “öğretme” ile yazılar yazar dururum; yazdıklarımı şöyle bir tararken bir tanesine rastladım[1]. Öğretme denilen ve hiç kuşku uyandırmadığı gibi neredeyse esas duruşta saygı göstermeye yol açan kavramın, bugün altında ezildiğimiz sorunların yapı taşlarından birisi olduğuna[2] ilişkin kimi düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

    Kamu, özel ya da gönüllü, örgün veya yaygın eğitim kurumlarınca kullanımı gelenekselleşmiş kişiye rağmen öğretme yöntemi, bireylerin ihtiyaçlarını ve öğrenme profillerini hiçe sayarak, bir yandan birikimli bir tepkiye bir yandan da bu kalıtsal mirastan içten içe uzaklaşmaya yol açtı.

    Birer öğrenme makinesi -hatta bağımlısı- denilebilecek canlılar içinde aklıyla en çok övünenini öğrenmekten uzaklaştıran bu usulü acaba kendimiz mi icat ettik, yoksa melanet mühendisliği konusunda uzmanlaşmış birileri mi sokuşturdu ya da her ikisi birden mi evrimleşti bilinmez.

    Öğretme aracının her rastlanan sorunla başa çıkma çareleri aranırken ilk (ve neredeyse tek) akla gelen olmasının en ağır faturası din istismarı[3] alanında oldu.

    Yüzdelere vurmak gibi bir ilkelliğe sapmadan, onlarca inancın var olduğu bu ülkede, inançlar üzerinden kirli çıkar[4] sağlama projeleri yapanlarla mücadele, o inançların temel ilkelerinin[5] ortaya konularak içtenlikli dindar kitlesini büyütüp, din istismarını besleyen damarın ezber yoluyla öğretme olduğu farkındalığını artırmaya değil; yanlışların terslerinin öğretilmeye çalışılması şeklindeki geleneksel yanlışımıza oturtuldu.

    Halisane niyetlerle irticayla mücadele adına yapılan çeşitli girişimler sonunda, kirli çıkar peşinde olanlar derlenip toparlanıp açıkta kalan yerlerini saklayıp daha derindeki kılcal damarlara yönelirken, içtenlikli inanç sahipleri arasında ise yoğun bir dini dogmatizm kök saldı.

    Mesele bununla da kalmadı; yapılan halisane ama akılsızca mücadele, akıl ve bilimi temel sorun çözme aracı olarak miras bırakan Atatürk’ün isteğinin tam da aksine bir Atatürk savunusu(!) ile paralel yürüdü. Bu inanılmaz sonucu gerçekten bir melun üstün akıl öngördü de öyle mi ortaya çıktı bilinmez, ama gerçek olan, bugün hala bu yolda devam ettiğimizdir.

    Bütün bunlar dini yozlaşma ve Atatürk nefretinin yanısıra, değer transferi[6] adı verilebilecek bir olgunun da ete kemiğe bürünmesine yol açtı. Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik kriz bir çığ etkisi şeklinde, ayrıca tetikleyiciye ihtiyaç kalmadan kendini sürdürebiliyor.

    Toplumumuzun yumuşak karın bölgelerinden “koz yönetimi yetersizliği[7] ile kusursuz fırtına şeklinde bileşik yapan ekonomik kriz, hergün 80 milyon nüfusun üretebildiği değerlerin bir bölümünün değer transferi yoluyla kaybına ve güçsüzleşmesine yol açıyor.

    Yarınlarda birileri gelip “öğretme” denilen tutumun, en temel canlı hakkı olan öğrenebilirliği engellediğini ortaya koyup vazgeçilmesini sağlamaya kalksa, en azından büyük bir tepki ile karşılaşacağı neredeyse garantidir. Demem o ki, amaç her ne ise gerçekleşmiş bulunuyor. Kümülatif öğretilme tepkileri tüm eğitim sistemini zehirledi.

    Şimdi mesele, bu öğretme alışkanlığından vazgeçip, tüm canlıların en az soluma, sindirme, üreme kadar gelişkin, “ihtiyaçlarını öğrenebilme” yetisine saygı gösterecek role nasıl çekileceğimizdir. Bu zorlu görevin karşısındaki başlıca iki engel öğretme ve öğretilme bağımlılarıdır.

    Yeni bir bilgi ve/ya becerinin kişilerce edinilmesine ya da edinilmiş olanların terk edilip yenilerinin kazanılmasına ihtiyaç olduğunda, ilk yapılması gereken bu ihtiyacın çevresine üşüşebilecek tek çözüm araçlı öğretme bağımlılarının durdurulması; sonrasında ise “bana öğretmezlerse ben öğrenememcilerin” (yani öğretilme bağımlılarının) ikna ve küçük başarılar kazanmalarına yardımcı olunarak cesaretlendirilmeleridir.

    Bu alanda da görev, her konuda olduğu gibi yine öğretme-öğrenme arasındaki derin farkı fark etmiş olanlara düşüyor. Onlar, kimseye doğrudan bir şey öğretilemeyeceğini, böyle bir tutumun verimsizlik bir yana kişilere saygısızlık olduğunu; öğrenici adaylarının, öğrenme süreci hakkında (dikkat! öğrenilecek konuda değil) olası sorularını cevaplamak için görevli olduklarını bilirler.

    Soracak sorusu olmayanlara bir şey öğretmeye kalkmanın ya eksik bilgiden ya da kirli bir konuda tayfa yetiştirmek niyetinden kaynaklandığı unutulmamalıdır.

    Bu bağlamda şu itiraza hazırlıklı olunmalıdır: “Ne soracağını, nasıl soracağını bile bilmeyen çocuklar öğretme aracına başvurmadan bir şey öğrenemezler”. Hindistan’ın ücra bir köyünde bir duvarın içine Prof. Sugata Mitra tarafından yerleştirien ve hiçbir talimat içermeyen bir Pentuium3 bilgisayarının çocuklarca kısa sürede nasıl öğrenilebildiği ile ilgili makaleyi[8] okumaları yeterlidir.

    Ve iki iyi haber!

    Ezbere belletilenleri[9] sınavlarda geriye kusarak eğitildikleri varsayılan çocuk ve gençlerimiz arasında, kendi kendine öğrenme ve eğiticilerden bu çabalarına -talepleri doğrultusunda- katkı isteyen öğrenciler (talebeler) giderek artıyor. Bu süreç bir noktada büyük bir hızla yaygınlaşma eğilimi gösterebilir. Öğrenme Devrimi adını alacağı belli olan bu süreç, her yaş ve sosyal rütbeden uyum gösteremeyen tüm bağımlıları bir tsunami gibi süpürecektir.

    İkinci iyi haber, yukarılarda değinilen din kurumunu kirli çıkarları uğruna istismar eden kesimlerle ilgilidir. Bunların varlık nedenleri durumundaki her yaştan öğrenciler, talebeye dönüşmenin sırrını keşfettikleri anda her biri bağımsız düşünüp yaşayabilmenin hazzını tadacaklar ve onları prangalayan dogmaları terk edeceklerdir.

    Şimdi, ilk yönlendirici ilmekleri kimlerin atacağına bakalım.

    20 Temmuz 2021


    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/tag/ogretme/

    [2] Bkz. https://ggle.io/3f2y 6 No’lu yapı taşı

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/2012/05/25/irtica-ile-mucadelede-strateji-arayislari-2/

    [4] Çıkar sözcüğü tek başına olumsuz bir anlama sahip değilken, giderek utandırıcı denilebilecek bir anlamla yüklenmesi nedeniyle “kirli çıkar” deyimi öneriliyor. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/kirli-cikar-catismasi-conflict-of-interest-cikar-celiskisi

    [5] Bkz. https://tinaztitiz.com/6468

    [6] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/11/KD_icin_tanitim_makalesi.pdf

    [7] Bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/ALEGAR_Alternatif_Etki_Guzergahlari_Aramasi/alegar_ozet.doc

    [8] Bkz. https://www.ted.com/talks/sugata_mitra_kids_can_teach_themselves?utm_campaign=tedspread&utm_medium=referral&utm_source=tedcomshare

    [9] “Ezbere bellemek” deyimi, “sorgulamaya kapalılık” anlamındaki ezber ile, zihnin yararlı bir özelliği olan belleme’nin farkınının vurgulanması amacıyla kullanılıyor. Sorgulamaya kapalı olmayan bellemek ezber değildir.

  • “Bütün haklarına saygı”; iyi de nasıl?

    “Bütün” sözcüğü ile canlı ve cansızların tümü kapsanmak üzere, özellikle pandemi sonrası şöyle bir paradigma sıklıkla dile getirilmeye başlandı: Bütün’ün haklarına saygılı bir yaşam.

    Saygı sözcüğü ile de kastedilense şöyle özetlenebilir: “Saygı en genel anlamıyla “zarar vermemek“tir. Buna kişinin kendisi de dahildir. Başkalarına zarar vermezken kendinin de zarar görmemesini gözetmek, bir başka deyişle tarafların hiçbirisine zarar vermemek demektir. Bu kavram, “zarar vermemek ve de yarar sağlamak” biçiminde genişletilmemelidir. Yarar sağlamak, “yarar sağlanana rağmen”e kolayca dönüşebilir. Bu nedenle, zarar vermeyen bir şeyin varlığını kabul etmek, onunla birlikte yaşamaya razı olup, yaşam koşullarını ona göre ayarlayabilmek, o şeye saygı göstermek olarak algılanabilir”.

    Bu haliyle “bütün haklarına saygı” yeterince kapsayıcı ve net görünüyor.

    Bir dakika, başkalarının haklarını bilmeden saygı nasıl olacak?

    Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma ya da tersine kendine davranılmasını istediğin gibi başkalarına davran ilkesi sanki bu sorunun yanıtını veriyor gibi. Ama her insanı bedeni, zihni ve ruhsal yapısı ile biricik yapan özellikleri “benimkiler” ile aynı olmadığına göre, başkalarına karşı davranışlarım ancak benim hoşlandıklarım olabilir; ama bunların bazıları karşımdakine acı veren davranışlar olabilir. Örneğin, polisiye film seven bir kişi, çocukluğunda tacize uğramış bir kişiye bu tür sahneler içeren bir film önerirken ne denli acıya yol açacağını bilemez. Tok açın halinden anlamaz bu gibi durumları ne güzel anlatıyor.

    Her ne kadar empati becerisi, kendini başkalarının yerine koymak olarak tanımlansa da, bunun pratikte ne denli güç olduğunu hemen herkes deneyimlemiştir.

    Ayrıca mesela sadece insanlarla sınırlı da değil!

    Bir an için Kedi Pamuk’un, Köpek Maron’un, bir şizofrenin, bir dâhinin, Sakarya nehrinin, tarım toprağı ya da Erciyes Dağı’nın haklarını -dolayısıyla ihtiyaçlarını- düşününüz. Bırakınız haklarına saygı göstermeyi, haklarının neler olduklarını tam olarak bilebilen insan sayısı ne kadardır?

    Onların haklarını olsa olsa kendimizle nispet ederek tahmin ediyoruz. “Benim karnım acıktığına göre Pamuk’un da acıkıyordur” veya “ben sıcaklayınca elbisemi inceltiyorum peki ya Maron ya da Sakarya nehri?”

    Kolayca ortaya çıkıyor ki, kolayca söyleniveren “başka varlıklara saygı göstermek” öyle pek kolay gerçekleştirilebilir bir şey değil.

    Bu durumda akıl yürütme zincirine bağlanabilecek düşünce baklası “önce tüm varlıkların, en önemlilerinden -ki en önemlilerinin ne olduğu da ayrı bir anlama süreci- başlayarak ihtiyaçlarını öğrenmeye çalış” olabilir. Yalnız burada bir risk, fıtrat tuzağı olabilir. İhtiyaç öğrenme uzun ve meşakkatli bir süreç olacağına göre, kolaylıkla “…….’nın fıtratı öyle; inanıp teslim olmak yeter” gibi bir kestirme yol bu çabayı gereksiz gösterebilir. Bu ise, her varlığın birbirleriyle etkileşim içindeki ihtiyaçlarının insana yüklediği sorumlulukları üstlenmekten kaçınıp, salt söylemle yetinme gibi yaygın bir duruma yol açabilir.

    Tut ki anladık, sonra?

    Yüzbinlerce insan, canlı ve cansızlar dünyasının yapısını (ihtiyaçlarını) anlamaya çalışıyor; araştırma yapıyor, düşünüyor, yazıyor, söylüyor. Buna göre ihtiyaç anlama sürecinde insan türü yalnız değil, büyük sayılabilecek bir kitleyle birlikte; bu iyi haber.

    Kötü (sayılabilecek) haber ise, bu saygının nasıl gösterileceğindeki belirsizlik. Teknik deyimle öyle bir “amaç fonksiyonu” tanımlamak gerekir ki en az şu üç şey arasında bir eniyileme (optimizasyon) sağlayabilsin: Haklar (ihtiyaçlar), alışkanlıklar ve zorlayıcı ve/ya kolaylaştırıcı çevrel koşullar.

    Ezberlerimiz (ve moda) bu amaç fonksiyonunun ne olduğunu hemencik fısıldıyor: Sürdürülebilirlik!

    Tanrı kelamları dahi sorgulanıyor ama sürdürülebilirlik asla!

    Sürdürülebilirlik için kendini yenileyebilirlik deyip bu açmazdan çıkılabileceği düşünülebilir; ama bu defa da kendini yenileyebilme sürecinin çok değişkenli doğası işin o kadar ucuz olmadığını söylüyor. Örneğin, nüfus artışı bu değişkenlerden birisidir. Uzmanlar 10 milyardan sonra doğanın kendini yenileyemeyeceğini söylüyor; ama “eğer bugünkü tüketim profili korunur ise” diye de ön koşul ekliyorlar. Tüm nüfusun avcı toplayıcılıkla geçindiği, modern tıp imkanlarının kullanılmadığı, tarım toplumu öncesi koşullarda (ortalama ömür 40-50 yıl) birkaç on milyarlık nüfusun da sürdürülebilirliği kolayca tahmin edilebilir.

    Ya da daha gerçekçi sorular ile, “hangi asgari konfor koşullarında” veya “dünyanın 3/4ünü oluşturan sulardaki sorun çözme kabiliyeti yüksek olan yaşar protokoluna göre” sürdürülebilirlikler belirsizdir. Nüfusun korunmaya değer bir bölümünün diğer gezegenlerde iskân edilip, geri kalanların din ve etnik tabanlı çatışmalarla birbirlerini hallederken bir yandan da birinci gruptakilerin ihtiyaçları olan değerleri üretmek için yeni tip kölelik[1] düzeni gibi öngörüler de yabana atılamaz.

    Tüm bu sorular niçin?

    Çünkü bu sorulara cevap vermeksizin, canlı ve cansızlar bütününün haklarına hangi amaç fonksiyonuna hizmet etmek üzere ve de nasıl saygı gösterileceği sorusuna işlevsel cevaplar verilemez.

    Ama öyle görünüyor ki varlıkların temel ihtiyaçlarını anlamaya çalışma yolunda -kestirme yollara sapmadan- çaba göstermek ve her eylemimizin kendimiz dışındakileri nasıl etkilediğini merak etmek sağlam birer yaşam ilkesidir.

    12 Temmuz 2021


    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/2012/05/25/bulusculuk-demokrasi-ve-yeni-kolelik/