• Sorun Çözen Aslında Ne Yapar?

    Herhangi bir sorun ile uğraşırken aslında ne yaparız?

    –       “Sorunu çözmeye çalışırız”

    –       “Soruna yol açan nedenleri yok etmeye çalışırız”

    –       “Sorunun bir daha tekrarlanmaması için….”

    Bunlar değil mi?

    Hayır. Bunlardan en az birisini yaparız ama, bunlar “en temelde” yaptığımız iş değildir. En temelde, söz konusu sorundan zarar gören (ya da görecek olan) “şey”in kırılganlığını (ya da kırığı) tamir ederiz.

    –       Bir hakarete maruz kaldığımızda “kırılan şey” onurumuz,

    –       Fiziki bir saldırı halinde bedenimiz (ya da bir parçası),

    –       İşimizi kaybettiğimizde gelir-gider dengemiz,

    –       Terör saldırısında ise onurumuz, canımız, malımız vb’dir.

    Bu “şey”ler ile ilgili yaptıklarımız ise farklı görünmelerine rağmen hep aynıdır: Her birinde, o şeylerin kırılganlığını onarmaya “çalışırız”.

    Ne kadar onarırız? sorusunun cevabı ise, kırılmanın yol açtığı acı, katlanabileceğimiz bir düzeye indirilene kadar; yani o “şey” tam eskisi kadar sağlam (kırıksız) olana kadar değil.

    Bunun nedeni, söz konusu onarımlar konusundaki idraklerimizin sınırlı oluşudur. Böylece, zaman içinde “kısmen onarılan” kırıklardan geriye kalan “onarıl(a)mamışlıklar” bir yaşam yükü, yaşam sevinci azalması formunda birikir.

    Bu sürecin ilginç sonuçlarından birisi de, farklı “şey”lerin onarıl(a)mamış kırıklarının oluşturduğu bileşke’nin, bu defa her bir “şey”in kırılganlığını artırması, bunun da dönerek hem yaşam sevincini durduk yerde azaltması, hem de tek tek ve bütün olarak “şey”leri onarabilme kabiliyetini azaltmasıdır.

    Ama iş bununla da bitmez: Onarım kabiliyetinin azalması, doğanın en temel yasası olan “güçlünün zayıfı yeme” güdüsünü harekete geçirir ve kırılganlığı istismar etme tehditlerini ortaya çıkarır[1].

    Gerek birey, gerek kurumlar, gerekse toplumların “şeyleri onarabilme” kabiliyetine verilebilecek bir ad Sorun Çözme Kabiliyeti’dir (SÇK).

    SÇK’nin en beklenmedik özelliği, tek tek “şey”ler için söz konusu olan SÇK’nin birleşerek oluşturduğu bileşik SÇK’nin, o tek tek SÇK’ne bağımsız birer girdi olarak katılıp onları artırıp azaltabilmesidir.

    Örneğin, çeşitli konulardaki SÇK ortalama düzeydeki bir bireyin kritik bir konudaki SÇK’nin düşük (ya da yüksek) olması, o kişinin bütünsel SÇK’ni düşürür (ya da yükseltir). Birçok açıdan nadir özelliklere sahip kişilerin, genelde düşük SÇK’ne sahip olmalarının nedeni budur.

    Bir diğer örnek olarak, teker teker sorun çözme kabiliyetleri ortalama düzeydeki bireylerden oluşan bir kurumda, üst yönetim kalitesi düşük ise, bunların bileşkesinden oluşan kurumsal SÇK, dönerek bireylerin SÇK’ni etkileyerek onların SÇK’ni daha da düşürür.

    Bunun tam aksi de mümkündür; aynı kurumda yüksek düzeyli SÇK’ne sahip bir üst yönetim nedeniyle, ortalama bireyler toplu olarak daha yüksek bir SÇK’ne sahip kurum oluşturabilirler. Birey ve kurumlar için

    Toplumları oluşturan bireylerin SÇK’nin istatistiksel dağılımı, çoğunun gündelik yaşam sorunlarıyla boğuşmaktan başkaca konulara zaman ve enerji ayıramadığını gösteriyor. Ama toplumların küçük de olsa bir bölümü bir şekilde bu sınırlamaları aşabiliyor. Toplumları yönetmeye talip olmaları gerekenler de onlar olmalıdırlar.

    Devletler, gündelik yaşam sorunlarını devlet imkanları yoluyla çözme amacındaki insanlarca yönetilemeyeceğine göre, o insanların Sorun Çözme Kabiliyeti kavramının farkında olmaları beklenir. Bu insanlar bu önemli kavramı içselleştirmiş ve SÇK’ni zayıflatan ve güçlendiren öğeleri anlamış; SÇK’ni oluşturan öğelerle o öğelerin bileşkesi arasındaki –heyecan verici- geri-besleme ilişkisini kavramış olmalıdırlar.

    Kısacası; hepimiz birer “kırık tamircisi”yiz. Kırıkları uyduruk –ve her an tekrar kırılabilecek- yöntemlerle onarmak ve böylece henüz kırılmamış “şey”leri de tehdit edebilecek zafiyetleri özendirmek yerine bu mekanizmayı “tam” anlamak zorundayız.

    Söz konusu “tam anlayış” için yararlı bir araç doğru sorular sormak olabilir. Örneğin, “ben ne yapıyorum?”, “bunu niçin yapıyorum?”, “yaptıklarım benim / kurumun / toplumun / devlet örgütünün SÇK’ni nasıl etkiliyor?” gibi sorular iyidir.

    İyidir ama bir şartla: Çevresindeki, onu evrenden izole eden görünmez cam duvarı kırarak.

    O kalın cam duvarlı hapishane ne midir? Bildiklerinin doğruluğundan emin olmak!

    Eğer tüm ceza yasaları kaldırılacak ve bir tanesi kalacak olsa, o “biliyorum” tavrı için; eğer tek ödül kalacaksa o da “anlamak istiyorum” tavrı için olmalıdır.

    26 Eylül 2015

     

    [1] İstismar tehditlerinin ne amaçla ortaya çıktığı http://bit.ly/1wUOojv adresinde açıklanmaktadır.

  • Ölüm & ölüm!

    Leyla Zana’nın, tırmanan terör nedeniyle ölüm orucuna yatacağını duyurması, yaşamlarımızın hep ölüm ile çevrelendiğini, hedeflerin yaşamakla değil hep ölüm ile tanımlandığı olgusunu ortaya koyuyor.

    “Kefenli siyaset”, “şehit olma arzusu”, “çocuğunu askere şehitlik temennisiyle yollama töresi”, “yaşayıp yüceltmek yerine vatan için ölmek, öldürmek”, “ölümleri durdurmak için bile kendini öldürmek”le tehdit etmek, ölüm’ün aksi düşünülemez bir sorun çözme aracı haline geldiğini gösteriyor.

    Her canlı için zaten kaçınılmaz bir son olan ölümü elden geldiğince geciktirip yaşam için çaba harcamak yerine, bu sonu öne çekmeye çalışmak psikolojisinin bu denli yaygınlaşması ne anlama geliyor? Bu bir toplumsal çıldırma hali mi?

    Ne olup bittiğini ve de bunların niçin olduğunu birlikte anlamaya çalışmak, olaylar içindeki kurguları birlikte bozup yaşamak yerine, ölmeyi, öldürmeyi, yakmayı, insan toplulukları arasındaki bağları koparmayı; bütün bunları da kafasındaki tek doğrular uğruna bu denli içselleştirmek “normal” sayılabilir mi?

    Özgürlüğü, refahı mutluluğu, kendinin ya da başkalarının ölümünde arayanların çoğu, bir an durup düşünebilecek akıl sağlığından yoksun olabilirler. Peki az da olsa, akıl sağlığını kaybetmemiş, ölüm değil yaşam tarafında olanlar, birbirlerinin kimliklerine bakmaksızın yenilikçi bir sorun çözme aracı ortaya koyamazlar mı?

    Yıllardır bu toplumu inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, bunlar-onlar, Arap-Kürt-Türk diye kategorize edenlerin dolduruşuna gelmeden sağduyusunu koruyabilmiş, tüm varlıklar arasında fark gözetmeden onları bir’in parçaları saymayı idrak etmiş kişiler yenilikçi (inovatif) araçlar geliştiremezler mi?

    Kuşkusuz bunu yapabilirler; eğer yaşamayı seçtiler ise bunu yapmalılar da.

    Örneğin, 2010 yılının Şubat, Nisan ve Kasım aylarında, Kürt Sorunu adı verilen sorunun çeşitli taraflarının radikal sayılabilecek uçlarını da kapsayan yaklaşık 40’ar kişinin katıldığı üç Soru Konferansı’nın birincisinde (bkz. http://bit.ly/1Mbb4lr), katılımcılara şöyle bir soru sorulmuştu: “Her sorun aslında bir dizi “istenen” ve “istenmeyen” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre, tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabilecekleri, yine Kürt Sorunu bağlamında en önemli toplam 10 adet istenen / istenmeyen sizce nelerdir?”

    Katılımcılar bu soruya 18 başlık altında toplam 144 cevap üretmişler, sonra da 5 ayrı çalışma grubu bu istenen / istenmeyenleri aralarında tartışıp, sonunda da grup uzlaşıları arasında genel uzlaşı tartışması yapıp şu 6 sonuçta birleşmişlerdir:

    1. Modern, demokratik standartlara dayalı -yeni bir anayasa da dahil- toplumsal bir sözleşme
    2. Şiddetin, siyaset araci olarak kullanilmaması
    3. Kürt dilinin öğrenilmesi, eğitimde kullanılması, geliştirilmesinin, yurttaşların hakkı ve devletin görevi olması
    4. Genel siyasi af
    5. Yönetimde yerindenlik ilkesinin benimsenmesi
    6. Demokratik açılım girişimlerinin, ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden düzenlenip, desteklenmesi

    Bunlara bakıldığında, 2010 yılı Türkiye’sinde, sorun’un “ölüm dışı” araçlarla çözülebileceğinde uzlaşmış, her biri bir kesimin kanaat önderi sayılabilecek insanların bulunduğu görülüyor.

    Buradan çeşitli başka sonuçlar da çıkarılabilir. Bunların en önemlilerinden birisi de, söz konusu sorun’un bu denli bir şiddet sarmalına dönüştürülmesinin altında yatan nedenin, etnik haklar olmadığı; Sorun Çözme Kabiliyeti’nde ciddi zafiyetler bulunan bir toplumun “İstismara Açık Alan”ları (bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram) yoluyla, sahip olduğu değerlerin, daha güçlü toplumlara transfer edilmesi sürecinin saf insanlarca farkına varılmaması için çıkarılan gürültüler olduğudur (bkz. http://bit.ly/1wUOojv).

    Bir etnik azınlığın özerklik talebinin dışa vurumu olarak anlaşılagelen bu sorun’un, yürüyüş yaparak “bakın ne kadar kalabalığız” mesajıyla ya da esnafa, dükkanlarına asılmak üzere dağıtılan “kahrolsun terör yaşasın birliğimiz” gibisinden sloganlarla çözülmesinin mümkün olmadığını; bu önlemlerin(!) hiçbirisinin, kök sorun ile ilgisi olmadığını “anlamak” gerekiyor.

    Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, şiddete karşı en etkili –ama nisbeten uzun erimli- çaredir. Ama bu çarenin karşısında ise Türkiye’nin değerlerini sömürerek kendi refah taleplerini karşılamak isteyen toplumlar (yani onların kurumları) değil, bizzat kendi toplumumuzun insanları duruyor.

    Çünkü şiddetin kök-nedenlerini anlamak için, herkesin kendi ideolojik bagajlarını, daha düz Türkçe ile kendi bağlı bulunduğu ve doğruluğundan kuşku duymadığı değer yargılarını –kısa bir süreliğine- bir kenara bırakması ve zihninde doğacak netlik ortamında sorular sorması, cevaplarını da benzer netliğe ulaşma cesaretini gösterebilenlerle yardımlaşarak ortak-akıl yoluyla araması gerekiyor. Kısacası, şu an için en az ihtiyacımız olan şey, doğruluğundan kuşkulanmadığımız yargılarımızdır.

    Gerçekçi olmak gerekirse, toplumu oluşturan milyonlarca insanın böylesi bir zihinsel duruluğa erişmesi beklenemez. Yaşam kavgasında varlığını sürdürmeyi bir partiye yandaş olmakta bulmuş milyonlarca insan var. Kendisinden istenen birkaç doğruya ölesiye (ve öldüresiye) bağlı bu insanlar, bu doğruları sorgulayamazlar.

    Ama, yaşamını daha özgürce kazanabilen –daha az da olsa- milyonlar var. Bu insanların ağızları, özgürlük sözcükleri ile dolu olsa da, uğruna ölümü bile göze alabilecekleri çocuklarının, en basit yargıları daha sorgulayamayacak şekilde zihinlerinin iğdiş edilmesine (ezber yani sorgulanamazlığı kast ediyorum) hiç sesleri çıkmıyor. Böylece yetişen insanlar özgür olabilirler mi? Özgür bireyler olarak yaşamak isteyen, en azından çocuklarının öyle yaşamasını isteyen insanlar, sorgulanamazlık karşısında bir rahatsızlık duymazlar mı?

    Bir diğer örnek, “anlama” olgusunun karşısındaki bir diğer “yasak kavram” ile ilgilidir. Bu yasak vizyon kavramıdır.

    Cumhuriyetin 100ncü yılı için, anlı şanlı kurumlarımızın ortak çalışması ile bulunan vizyon, http://bit.ly/1igSCxt adresindeki, veli tarafından yapılmış ilkokul ödevi nitelikli laf kalabalığıdır. Bunu yapıp topluma ilan eden insanlar vizyonun ne olduğu konusunda basit bir araştırma dahi yapmayı akıl edememişlerdir[1].

    Tüm toplumu heyecanlandıracak, herkesin, içinde kendisine bir yer bulabildiği, uğruna çaba harcamaya değer bulduğu bir vizyon bulunamamış, 500 milyar dolar ihracat gibi garip bir hedef bulunmuştur (zaten o da yanlıştır ve olsa olsa “yüksek katma değerli 500 milyar dolar ihracat” olabilirdi).

    Şiddete karşı en etkili –ve yine uzunca erimli- bir araç, hangi görüşten olursa olsun en azından birey olarak yaşamak isteyenleri sarmalayıp şiddeti desteklemekten uzaklaştırabilecek bir vizyon’dur. Siyasi partilerimizin yöneticileri böylesi bir anlayıştan yoksundurlar, ama ne yazık ki bu değerli kavram ne bireyler ne de kurumlarımız için (%99u diyelim) anlaşılmaya çalışılan bir kavram olamamıştır. İnanmayanlar, Türkiye’nin en büyük 10,000 firmasının web sitelerine baksınlar.

    Bunları pratik (ne demekse) bulmayanlar, şiddeti hemen ve burada (bkz. http://wp.me/p2t6mi-1PH) durdurmak isteyenler için en kullanışlı araç ise sonuçları bizzat deneyimlemek gibi görünüyor. Bunda bir yanlışlık yoktur.

    16 Eylül 2015

     

     

     

    [1] http://bit.ly/1KmEAkd adresindeki basit örnekler bile, bu konudaki yetersizliği gösteriyor.