• İhracat Stratejisi Üzerine

    Tınaz Titiz         Dr.Necati Saygılı*

    Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: İhracat amaç değil araçtır. Amaç, toplumun (değer) ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.

    Bir şeyin (değer)i, ona sahip olmaktan doğan tüm hak ve çıkarların toplamı olarak tanımlanabilir. Katma değer ise, bir mal veya hizmet ürününü oluşturan girdiler –emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama gibi- içinde, pazarda nadir bulunan bir veya birkaç özelliğin bulunması nedeniyle, alıcıların –benzerlerine göre- daha yüksek fiyat ödemeye razı olmalarıdır.

    İnsanoğlu hangi uygarlık düzeyinde yaşarsa yaşasın, ihtiyaç ve isteklerinin karşılanması sorunu ile  yaşam boyu uğraşmak zorundadır. Bu, yaşamın her anında değer üretmek ve değişmek (takas, mübadele) demektir.

    Bu yolda kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan kişi, karşısındakilerden göreceli zeka, kurnazlık veya zorbalık üstünlüğüyle bu “değer değişimi” (mübadele) işleminde avantaj sağlamak ister. Yani, ihtiyacının (değer)inden daha az , yani daha az zaman + çaba + para + vd  harcamaya çalışır.

    Takas işlemine esneklik kazandırmak amacıyla oluşmuş pazar sisteminde kullanılan para, her ülke için standardize edilmiş (değer) olup, herhangi bir 1 birim para, o birimdeki paranın ne kadar emek, üzüm ya da “şey” almaya yeter olduğunun ölçüsüdür. Çeşitli ülkelerin 1’er birim paraları arasındaki eşdeğerlik ise:

    (a)    Değer üretme kabiliyetlerine ve

    (b)    Ürettikleri değerleri avantajla takas edebilme kabiliyetlerine

    bağlıdır.

    Değer üretebilme kabiliyeti, bir ülke toplumunun zekası, bilgisi, kültürü, yönetim kabiliyeti, kaynakları gibi faktörlere bağlı iken, üretilen bu değerleri takas edebilme kabiliyeti, bu faktörlere ilave olarak kurnazlıkzorbalık gibi ahlak ve/ya hukuk dışı faktörlerin de varlığına bağlıdır. Buna göre, yüksek değerli mal ve hizmet üretiyor olabilmek, ihtiyacı olan değerleri mutlaka avantajla takas edebilmesi anlamına gelmeyebilir.

    Bu nedenle, her toplumun, ürettiği değerlere kendince belirlediği değer ölçme birimine göre koyacağı “fiyat”lar pek bir anlam ifade etmez; (b)de anılan kabiliyeti yüksek olanın dikte edeceği bir değer ölçme birimine göre oluşacak fiyatlar geçerli olduğu gibi, satanın döviz ihtiyacı ya da satın alanın konjonktürel macburyetleri etkili olur.

    Gerek değer üretme, gerekse değer takas etmedeki başarı, bu süreçlerde ortaya çıkan sorunları çözebilme kabiliyetine, teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır.

    İthal etmek zorunda olduğumuz –örneğin- petrolün bedelini ödemek için genelde şu yollardan birisi kullanılır:

    –         Üreterek kazandığımız (değer)lerden bir miktarını vererek satın alacağımız döviz ile ya da

    –         (Değer)i söz konusu bedele eşdeğer olduğu, ithal edence kabul edilebilecek bir mal veya hizmet karşılığında, yani ihracat yoluyla.

    Alan ve satanın, her iki durumda da bu işlemlerden tek beklentisi vardır: Verdiği (değer)den daha fazlasını almak; en kötü durumda başabaş olmak. Bunun için akıl, kurnazlık ve sopa gibi etkili araçlar kullanılır.

    Herkesin bildiği bu ansiklopedik bilgilerin tekrarlanmasındaki amaç kimseye bir şeyler öğretmek gibi absürd bir amaç olmayıp, en derinde yerleşmiş olduğu için çoğu zaman gözden kaçmaya en yakın olabilen bilgilerin üzerine üfleyip tozları uçurmaktır.

    Türkiye’nin sorunu ihracat değil, yüksek katma değerli üretim ve ürettiği değerleri avantajla takas edebilmektir .

    Mal ve hizmet ithal ederek Türkiye’ye (değer) kazandırabilecek potansiyeldeki ülkelerin çoğu, fındık, aluminyum tencere, torna tezgahı ya da otomobil üretemedikleri için Türkiye’den ithalat yapmıyorlar. Türkiye, o mal / hizmetlerin o ülkelerdeki (değer)lerden – daha ucuz işçilik, daha az çevre duyarlılığı, sübvansiyonlar vbg görünmez girdilerle kazandığı rekabet gücü nedeniyle – daha düşük (değer)– yani döviz geliri karşılığında – ihraç ediyor da onun için.. Burada özellikle “fiyat” kavramı yerine (değer) kavramı kullanılmasının nedeni, “fiyat”ın aslında emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama öğelerinden oluşan değer’in bozulmuş bir gölgesi olması nedeniyledir.

    Böylece, Türkiye’den dışarı bir (değer) transferi oluyor. Halbuki bizim (değer) açığımız olduğu için transferin ters yönde olmasına ihtiyacımız var. Bir bakıma ihracat yapıp (değer) kazanmak amaçlanırken, ürünle birlikte (değer)de ihraç etmiş oluyoruz.

    Ama, mesela yüksek teknolojili silah (İsrail), domates tohumu (Hollanda) ya da banker (Belçika) ihraç eden bir ülke, gereğinden daha düşük bir bedel ödeyerek (değer) ithal etmiş oluyor. Ne ilginç bir matematik değil mi!

    Çünkü bu bir katma değer üretimi ve takası savaşıdır..

    Türkiye iki tür ülkeye ihracat yapabiliyor:

    (1)    İhtyacı olan (değer)leri üretemeyen ülkelere –ki bu, o ülkeler için ithalat bir zorunluktur-. Türkiye bu ülkelere ihracat yaparken az da olsa asılnda (değer) ithal etmiş olur.

    (2)    İhtiyacı olan (değer)leri üretebilen, ama o mal ve hizmetin üretim maliyetleri ile -yani söz konusu üretim için harcayacağı kaynaklar ile- üretebileceği alternatif değerler daha yüksek olduğu için, değer takas kabiliyeti daha düşük ülkelerden –daha düşük değerler karşılığında-  ithal edip, böylece hem mal ve hizmet hem de (değer) ithalini becerebilen ülkeler.

    Zengin ve gelişmiş ülkelere  Türkiye’nin ihracatı, ihraç edilen (değer)ler onların maliyetlerinden (değer) düşükse gerçekleşebiliyor.

    Bu nedenle de, nominal değeri yüksek olan TL, Türkiye’nin net değer kaybı anlamına geliyor.

    Görülüyor ki, ikinci sırada sayılan ülkelerle bir (değer) transferi savaşı yaşanıyor.

    Kim ürettiği ürünün maliyetini (-değer) azaltıp, satış fiyatını (+değer) artırabiliyor ve yine de hedef ülke maliyetlerinin altında kalabiliyorsa, Türkiye’ye bir (değer) katıyor.

    Böylece oluşan katma değer, düşük (değer) harcayıp yüksek (değer) üretebilmek anlamına geliyor.

    Bu ise, üretimin her türlü girdisinin maliyetini (-değer) artıran sorunları çözebildikçe katma değer’in artması demektir. Yani Katma Değer = Sorunlarını Çözebilme Kabiliyeti’ demektir.

    Katma Değeri düşük ihracat bir ölümcül sarmaldır..

    Bu açıklamalara göre salt ihracat artışı bir hedef olamaz. Düşük katma değerli ihracat, bir ülkenin çeşitli türde (değer)lerini, daha düşük (değer)ler karşılığında takas etmek demektir. Bu sürekli olduğu takdirde ise ölümcül sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Boraks ihraç ederken, o ülkelerin madeni işleyerek ürettikleri yüksek fiyatlı mamul –deterjanlarda kullanılan- Perborat’ı  ithal etmek gibi..

    Katma Değer’i kimler üretmeli?

    Genel ve o derecede basit kural, Katma Değer (KD) üretim sorumluluğunun her zaman, her yerde, herkesçe ve her bağlamda olduğudur. Örneğin:

    • İletişimde KD (değer iletişimi),
    • Bilgi KD:  Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management (6M) girdilerini birbirine bağlayan çekirdek element “bilgi”dir.  Bu 7nci element küçük olduğu takdirde diğer 6 element bir önem taşımıyor.
    • Güvenlik görevlisi ve KD: Korumakla yükümlü olduğu yere hırsız / uğursuz uğramaması, uğrarsa zarar verememesini en iyi yapabilecek beceri ve bilgiye sahip olunması.
    • Yönetim Kurulu Başkanı ve KD: Yönettiği kurumun kaynaklarını en az maliyet ve en çok etkililikte yönetebilme bilgi ve becerisine sahip olunması.

    İlk adımlar neler olabilir?

    Bu  hedefe giden yolun birinci adımı, insan nitelik dokumuzu geliştirmek, o ise –bir bölümü anlaşılabilir nedenlerle- uzun yıllardır sürdürdüğümüz “ideolojik eğitim”den “yaşam için eğitim”e geçişi mümkün kılabilecek öğrenme devrimi yoluyla olabilir. Daha da somut başlangıç noktası arayanlar içinse bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com.

    Paralel bir adım ise, KD üretiminden sorumlu olmayan hiç bir yurttaş olmamasıdır. Bir başka deyişle KD üretimi belirli bir sınıfın değil, tüm yurttaşların –kendilerinin ve gelecek nesillerinin- varlıklarını sürdürebilmeleri için  zorunlu işlevleridir. Japon ulusu, benzer bir atılımı Kalite Çemberi ve KAISEN kavramlarıyla gerçekleştirmiştir.

    Bu iki adımı sarmalayan ise bu konudaki vizyon olacaktır.

    Değer üretimi -ihracatı da kapsar- için vizyon önerileri..

    Tüm nüfusu sarmalayan böylesi bir vizyon, bir kişi ya da kurumun işi olamaz. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği kuşkusuz güç ama mümkün bir iştir. Ama ilk adım, bundan daha önemli çok az işimizin olduğunun takdiridir. Birkaç örnek şunlar olabilir:

    • Cumhuriyet’in kuruluşunun 100ncü yılında, toplumsal rekabet gücü’nün bir ölçüsü olan Rekabet Gücü Endeksi ve İnsani Gelişme Endeksleri’nde ilk 10 sıra içinde yer almak.”
    • Ya da da daha sembolik bir deyişle “100. yıl’a kadar, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştiren eğitim sistemini yürürlüğü koyarak sorunlarının çözümü için kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir sorun çözme kabiliyeti düzeyine sahip bir toplumsal yapıya erişmek”.
    • Türkiye’nin her ithal ettiği mal ve hizmeti, -gelişmiş ülkelerin yapabildii gibi- kendsine değer kazandıran bir sürece dönüştürmek.
    • Bu bağlamda çeşitli ifadeler geliştirilebilir; ama işin özü, “rakiplerimizle yarışabilecek düzeyde katma değer üretebilecek bir sorun çözebilirliğe erişmek”tir.

    Değer Takas Kabiliyeti artırılabilir mi, nasıl?

    Günümüzün –ve görünür gelecekteki- dünyanın tüm toplumları, peşinde oldukları refah ve mutluluklarını artırma amacına erişmek için –farklı düzeylerde farkına varmış olsalar da-, değer üretimine yönelmiş görünüyorlar.

    Sorun sadece bununla sınırlı olarak anlaşıldığı takdirde, bu defa da başka bir tehdit ortaya çıkmakta. Bu, üretilen değerlerin avantajla takas edilebilmesi için gereken, Koz Yönetimi beceri düzeyinin düşük olabilmesidir. Bu durumda üretilen değerler, onu üreten toplumlar için birer tasallut vesilesine dönüşmektedir. Petrol gibi doğal bir değer kaynağı, ona sahip olan ülkelerin –çoğunun- başına böylece dert olabilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu Güneydoğu’daki katı petrol ve bor rezervlerinin benzer birer tehdite dönüşmesinin altında yatan kök neden, sözü edilen bu Koz Yönetimi becerisi yetersizliğidir.

    Buna göre, sorun çerçevesi hem değer üretimi ve hem de üretilen değerleri avantajla takas edebilmek için koz yönetimi becerimizin yetersizliği olarak tanımlanmalı ve yetersizliğe yol açan kök nedenler üzerine eğilinmelidir. Hemen işaret edilmesi gereken nokta, koz yönetimi becerisi yetersizliği, onu da içeren daha büyük bir kümenin, yani Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğinin bir parçasıdır. (Bkz. Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler, http://www.pegem.net).

    12 Şubat 2013

    (*) Bu yazı, 14 Ocak 2013 tarihinde yazılan yazı üzerinde, Sn. Necati Saygılı’nın katkılarıyla geliştirilerek revize edilmiştir.

  • Ortak Akıl için yap ve yapmalar..

    Dikkat çukur var, adımlarınıza dikkat!

    Son yılların en çok kullanılan deyimlerinden Ortak Akıl, her sık kullanılan terim gibi, “anlam derinliğini kaybetme” riski taşıyor. Kavramları tanımlamadan kullanma yaygın alışkanlığı bu riskin önemli bir nedeni.

    Bir akıl, bir diğer kişinin aklı ile nasıl ortaklaştırılabilir?

    İki kişi arasındaki bu ortaklaştırma sürecinin işleyişi tam açıklığa kavuşursa, çok sayıda kişi arasındaki akıl ortaklaşım süreci de gerçekleşebilir.

    Bu amaçla bir dizi yap ve yapma üretilebilir. Şöyle:

    • Ortak Akıl (OA) kişilerin tek tek fikirlerini ifade etmeleri değildir.
    • OA’ın eğer sadece tek vazgeçilmez koşulu varsa o da “yargıların askıya alınması” (deferred judgement) yoluyla, “etkileşim” (interaction) için uygun bir ortam yaratılmasıdır.
    • Buna göre, bir grup insan (örn. bir yönetim kurulu, bir gönüllü grubu, banka soymayı planlayan çete ya da egzersiz için beyin fırtınası yapmak isteyen bir grup), tek tek fikirlerini söyleseler bir etkinlikte bulunmuş olurlar; fakat bu bir OA oluşturmaz.
    • OA çalışmalarına katılacakların “değer iletişimi” kavramını iyice özümsemiş olmaları , ifade ettikleri her bir sözcüğe, “etkileşim içinde olduğu kişilerin işlerine yarayacak” bir değer yüklemeleri gerekir.
    • “Değer” yüklenmemiş sözcükler, sosyalleşme sağlayabilir, sevgi-saygı bağlarını güçlendirebilir, boşanmaları azaltıp kilo vermeye yarayabilir, rekâketi önleyebilir ve daha onlarca yarar sağlayabilir, ama OA üretimine hiç katkısı olmaz; ayrıca OA üretmek üzere bir araya gelenlerin zamanlarını öldürür.
    • OA üretme süreci, mutlaka doğru soru  usullerine göre sorulmuş bir veya birkaç soru çevresinde şekillendirilmeli ve yönetilmelidir. Bu süreçte:
      • Yaşam hikayesini anlatmak isteyen olabilir,
      • Kimseye dökemediği veya herkese döktüğü dertlerini bir de OA toplantısına dökmek isteyen olabilir,
      • Sempati ve antipatilerini dile getirmek isteyen olabilir,
      • Bilgi düzeyini göstermek isteyen olabilir ve
      • Sürece katkıda bulunmak isteyenler de araya karışmış olabilir.

      Sürecin yaratıcılığını ve verimini olumsuz etkileyebilecek bu tür girişimlere fırsat verilmemelidir.

    • OA bir soft teknolojidir. Tüm teknolojilerde olduğu gibi, koşullarının dışına çıkıldığında istenilen çıktıları üretemez.
    • Bilgisayarlar için söylenmiş bir söz, (bilgisayar = ortak akıl) dönüşümü yapılarak aynen kullanılabilir: “Zamanı verimsiz kullanmanın çeşitli yolları bulunabilir; bilgisayar kullanmak şart değildir!”

    12 Ocak 2013

  • B Demokrasi P..

    Sadece benim mi aklım karışık, başka karışık olan da var mı bilmiyorum, ama eğer gördüklerim doğruysa, bütün bildiklerimi unutup her şeyi yeni baştan öğrenmeye başlamam gerekiyor. Alvin Toefler de zaten öyle demiyor mu? “Yirmibirinci yüzyılın cahili okuma yazma bilmeyen değil, öğrenmeyen, öğrendiklerini unutamayan ve tekrar öğrenemeyenler olacaktır”.

    Adlarının içindeki standart (parti, hareket vs) sözcükleri ile ses uyumunu tamamlamak için konulan (emek, halk vs gibi) dolgu sözcükleri bir kenara bırakıldığında, geriye kalan tek vurucu sözcük olan “demokrasi”yi ısrarla koruyan DTH, HADEP, DEHAP, DEP, BDP vd örgütlenmelerin nasıl bir demokrasi muradettiklerini anlamaya çalışırken aklım karışıyor.

    Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, 30 yılı aşkın süredir onbinlerce insanın ölümüne neden olacaksın, tüm Avrupa ülkelerinde örgütlenip ilişkiler kurup hareketine destek sağlayacaksın, içine sızacağı belli olan cümle alem servislere yataklık edeceksin, öleceksin, öldüreceksin ve sonunda parlamentoya giren milletvekillerinin en kıdemlisi çıkıp, “ben bilmem eşim bilir” gibisinden komik bir üslupla “tek yetkili İmralı’dadır; o ne derse doğru odur” diyeceksin.

    Eğer gerçek bu ise –ki geri kalan koşullar vs kısmını bir kenara bırakıyorum-,  böyle demokrasi tanımına sahip olan kişilerle ne konuşulabilir, neyin müzakeresi yapılabilir!

    İmralı’daki  önderlerinin ne düşündüğünü öğrenmek için randevu verilmesini bekleyen bu zavallı insanların demokrasi anlayışına güvenip de oy veren Kürt vatandaşlarımıza bundan büyük hakaret olur mu?

    Bütün bu olup bitenlerin temelindeki “her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey mubahtır ve Kürtler bu oyun için biçilmiş kaftandır ”  gerçeğini göremeyen insanımızın –varsa- en azından bu acayip demokrasi anlayışından uyanması gerekmez mi?

    Dünyanın gelip geçmiş en azılı diktatörlerinin bile iyi kötü birer danıştığı kurumsal bir yapı varken, bu nasıl bir demokrasidir ki, her şey onun iki dudağı arasındadır? Bu insanlara güvenip de müzakere etmeye kalkılsa, ertesi gün “önderimiz razı olmadı” deseler ne olacaktır?

    Rahmetli olmuş bir işadamının bir çalışanı hakkındaki sözünü hatırlıyorum: “……dediğin kişinin çok akıllı olması gerekmez, ama bu herif çok salak!”. Parti kurup bir araya gelenlerin de çok akıllı olmaları gerekmez ama bu kadar cahil olmaları da kabul edilebilir mi?

    Anayasa çalışmaları ne aşamadadır bilemem, ama yurttaş olarak bir dileğim var: TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” yazısının altına ve yurttaki tüm binaların giriş kapılarına şu yazılmalı: “Her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey –ama herşey- mubahtır”.

    10 Ocak 2013